Sovyet yazarı Boris Pasternak (1890-1960) müzik eğitiminden sonra felsefeye yöneldi. Moskova Üniversitesi ve Almanya’daki Marburg Üniversitesi’nde felsefe okudu. İlk şiir kitabı 1913’te yayınlandı. Kızkardeşimin Yaşamı adlı ikinci şiir kitabıyla tanındı. 1956’da Noviy Mir Dergisi‘ne gönderdiği ilk romanı Doktor Jivago, SSCB resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedildi. 1957’de ilk kez İtalya’da basılan roman, kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek dünyaca ünlendi. Pasternak, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü‘ne değer görüldü. Ancak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kaldı. SSCB’de uzun yıllar yasak olan roman, 1985’deki demokratikleşme hareketi döneminde yayınlandı.
Çarlığın yıkılış dönemi, 1917 Devrimi ve iç savaş sırasındaki olayların anlatıldığı ünlü romanı Fevzi Gölcük’ün Türkçesiyle sunuyoruz.
***
BİRİNCİ KİTAP
BİRİNCİ BÖLÜM
SAAT BEŞ EKSPRESİ
I
Durmaksızın yürüyor, yürüyorlardı. Bir yandan da Sonsuz Anı ilahisini söylüyorlardı. Sustukları zaman sanki adımlarının sesi, atlar ve rüzgâr ilahiyi sürdürüyordu.
Cenaze alayının rahatça ilerleyebilmesini sağlayabilmek için gelip geçenler kenara çekiliyor; haç çıkarıyor, çelenkleri sayıyorlardı. Kimisi doğrudan doğruya tören alayına katılıyor; «Kimin bu cenaze?» diye merakla soruyorlardı:
«Jivago’nun,» deniliyordu onlara.
«Yaa, öyle mi? Tanıyordum onu.»
«Bay Jivago değil, Bayan Jivago ölen; karısı.»
«Farketmez. Tanrı günahlarını bağışlasın. Çok görkemli bir cenaze töreni düzenlenmiş doğrusu.»
Tören çabucak bitti. Bir daha yaşanması mümkün olmayan dakikalardı bunlar. Papaz: «Tanrının toprağı, içindeki her şey, tüm canlılar…» diye duasını sürdürüp eliyle haç işareti yaptı, sonra da yerden aldığı bir avuç toprağı Marya Nikolayevna’nın tabutunun içine attı. Ardından «Doğruların Ruhları» ilahisi okundu. Endişe ve aceleyle tabut kapatılıp çivilendi. Mezara indirildi. Dört kürekle, aceleyle tabutun üzerine atılan toprak başlangıçta trampet sesini andırır bir ses çıkarıyordu. Ancak atılan topraklar önce tabutun üzerini kapattı, daha sonra da bir tümsek oluşturdu. On yaşlarında, küçük bir oğlan çocuğu da bu tümseğin üzerine çıktı.
Tören boyunca süren gerginlik; törenin bitmesiyle bir rahatlamaya dönüşmüştü. Bu rahatlamanın, gevşemenin de etkisiyle herkes çocuğun, annesinin mezarı üzerinde bir şeyler söyleyeceğini sanıp beklemeye başladı.
Çocuk başını kaldırdı, çevresine bakındı. Manastırın kubbelerine dikkatle baktı. Yüzünü buruşturdu, boynunu ileriye doğru uzattı. Eğer bir kurt yavrusu böyle bir duruma gelse, herkes onun birazdan uluyacağını tahmin ederdi. Oysa küçük çocuk, yüzünü avuçları içine alarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu arada başlayan bir yağmur, iri, soğuk damlalarıyla çocuğun yüzünü kamçılıyordu sanki rüzgârın da etkisiyle. Siyah matem elbiseleri içindeki bir adam çocuğa yaklaştı. Bu adam; ölen kadının kardeşi, ağlayan çocuğun dayısı Nikolay Vedenyapin’di. Papazlıktan kendi isteğiyle ayrılmıştı. Çocuğun yanına gelerek elinden tuttu. Birlikte mezarlıktan çıktılar.
II
Nikolay Dayı manastırda çok eskiden tanınırdı. Geceyi geçirmesi için yeğeniyle kendisine bir oda verdiler. Ertesi gün, güneye, Volga bölgesinde bulunan bir ilçe merkezine doğru uzun bir yolculuğa çıkacaklardı. Nikolay orada ileri görüşlü bir gazete sahibinin yanında çalışıyordu. Eşyalarını odanın bir köşesine yığmışlardı. Tren biletlerini ise daha önceden almışlardı. İstasyon bulundukları yere çok yakındı. Manevra yapan lokomotiflerin tüm gürültüsünü duyuyorlardı. O taraftan esen şiddetli rüzgâr da bu gürültülerin kendilerine ulaşmasına katkıda bulunuyordu.
Akşam üzeri hava daha çok soğumuştu. Kaldıkları odanın iki penceresi toprakla aynı düzeydeydi. Bu pencerelerden, donmuş su birikintileriyle dolu ana yolun bir bölümüyle mezarlığın bir kısmı görünüyordu. Pencerelerden görünen diğer bir yer de; içinde soğuktan donmaya yüz tutmuş birkaç lahana ve yapraklarını dökmüş akasya ağaçlarının bulunduğu bir bahçeydi. Şiddetli rüzgâr bu ağaçların dallarını yola doğru eğip duruyordu.
Yuri, geceleyin cama vurulduğunu sanarak uyandı. Gizemli, beyaz bir ışık karanlık odayı aydınlatmıştı. Yuri üzerinde yalnızca gömleğiyle pencereye koştu ve alnını soğuktan buz tutmuş camlara dayadı. Oysa dışarıda esen müthiş bir fırtına ve onun savurduğu karlardan başka bir şey görmek mümkün değildi. Ortada görünen ne bahçe, ne mezarlık, ne de yol kalmıştı. Fırtına sanki Yuri’nin kendini seyrettiğini farketmiş ve onun üzerindeki etkisini artırmaya çalışıyor gibi ıslıklar çalıyor, homurtular çıkarıyordu. Hiç bitmeyecekmişçesine yağan kar, fırtınanın etkisiyle savruluyor ve yerde giderek daha kalın bir tabaka oluşturuyordu. Şu anda frıtınanın kesin egemenliği hüküm sürüyordu bulundukları yerde.
Yuri hemen giyinip dışarı çıkmak istedi. Bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu. Bir şeyler yapmazsa; bahçedeki lahanalar kaybolacak, annesi gittikçe artan kar yığınının altında daha fazla ezilecek ve kendisinden gittikçe daha fazla uzaklaşacaktı. Bunları düşündükçe korkusu daha da arttı. Ağlamaya başladı. Uyanan dayısı onu Hazreti İsa’nın bazı sözleriyle avutmaya çalıştı. Düşünceli bir tavırla pencerenin önüne geldi, birkaç kez esnedi. Sonra da giyinmeye başladı. Ortalık ağarmaya başlıyordu.
III
Yuri, annesinin sağlığında babasının neler yaptığını bilmiyordu. Ona, sürekli olarak babasının bir iş için Petersburg’a ya da panayıra gittiğini söylerlerdi ki bu çoğunlukla İrbit Panayırı olurdu. Oysa babası bu sıralarda Sibirya’da ya da yabancı ülkelerde ailenin milyonlarını yemekle meşguldü.
Daha sonra genellikle hasta olan annesinin vereme yakalandığı anlaşılmıştı. Yuri annesinin tedavisi için yapılan seyahatlerden ikisine onunla birlikle katılmıştı. Bunlardan birinde Fransa’ya, birinde de Kuzey İtalya’ya gitmişlerdi. Bu gezilerde hep yabancıların yanlarında kalıyorlardı ve bunlar farklı farklı kimselerdi. Bu yaşantı Yuri’nin çocukluğunu bir türlü çözemediği bir bilmece haline getirmişti.
Daha çok küçükken Yuri’nin farkettiği bir şey vardı. Pek çok şey kendi soyadını taşıyordu. Jivago Bankası, Jivago fabrikaları, Jivago binaları, Jivago kravat iğneleri, hatta bir nevi baba tatlısını anımsatan Jivago pastası bile vardı. O zamanlar Moskova’da bir arabaya binip «Beni Jivagolar’a götürün,» dediğinizde sanki «Beni Kafdağı’nın ardına götürün,» demiş gibi arabacı sizi bambaşka bir dünyaya götürürdü. Burada alabildiğine sessiz, geniş bir bahçe görürdünüz. Çam dallarına konan kargalar bir yandan bu dalların üzerindeki karları silker, bir yandan ötüşürlerdi. O sessizlik içinde bu ötüşmeler kuru dalların çatırtısını andırırdı. Akşamları ağaçlar arasındaki binanın ışıkları yanar, cins köpekler koşuşmaya başlardı.
Tüm bunlar geçmişte kalmıştı artık. Çünkü kısa süre içinde yoksul düşmüşlerdi.
IV
1903 yılı yazında bir gün, Yuri, yanında dayısı üstü açık kötü bir arabayla Dubliyanka’ya gidiyordu. Gittikleri yer bir malikâneydi ve zengin iplikçi Kologrivov’a aitti. Kologrivov sanatçıların koruyucu meleği olarak tanınırdı ve onlar da orada bulunan öğretmen Voskoboynikov’u görmeye gidiyorlardı. O gün; hem yortu vardı, hem de hasat mevsiminin en hareketli günlerinden biriydi. Ancak yemek saati oluşundan mı, yortu yüzünden mi, her nedense ortalarda kimseler görünmüyordu. Hasadı yarım bırakılmış tarlalar, kafalarının yarısı tıraş edilmiş mahkûm kafalarını andırıyordu. Kuşlar bu tarlalar üzerinde daireler çizerek uçuşuyorlardı. Düzgün sıralar halindeki olgun buğday başakları dimdik duruyor ve uzaktan kıpırdıyormuş gibi görünüyorlardı. İnsanda araziyi denetleyip, notlar alan ziraat memurları izlenimi bırakıyorlardı.
Yayınevinde; hem çıraklık, hem işçilik, hem bekçilik yapan, kısacası yayınevinin her şeyi olan Pavel, arabacı yerinde yan oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, adeta benim asıl mesleğim arabacılık değil,» der gibiydi. Bir yandan da Nikolay’la konuşuyorlardı. Nikolay eliyle tarlaları göstererek sordu: «Bunlar kimin, efendinin mi köylülerin mi?»
Pavel, «Efendinin,» diye karşılık verdi. Sonra yaktığı sigaradan bir nefes aldı. Uzunca bir süre ara verdikten sonra kırbacıyla bir tarafı göstererek; «bunlar da bizim,» dedi. Gözlerini gösterge tablosundan ayırmayan makinist gibi, yan gözle atların kuyruklarını ve sağrılarını kontrol ediyordu. «Hey uyumayın, canlanın!» diye bağırarak onları hızlandırmaya çalışıyordu. Atlar arabaya arka arkaya koşuluyordu. Dünyanın her tarafında yan yana değil de, arka arkaya koşulu atlar arabayı nasıl çekerse bunlar da öyle çekiyorlardı. Öndeki at canla başla görevini yerine getirmeye çalışıyor, dürüst bir şekilde ilerliyordu. Diğeri ise işten anlayan birinin bile kolaylıkla görebileceği bir şekilde, sanki araba çekmiyor da çıngırakların sesine uyup dans ediyordu.
Voskoboynikov toprak davasıyla ilgili bir kitap yazmıştı. Sansürün bu kitaplarla ilgili baskısı nedeniyle yayınevi kitabın yeniden gözden geçirilmesini istemişti. Nikolay kitabın provalarını yayınevi sahibinin isteğiyle dostuna götürüyordu. Nikolay Dayı Pavel’e, «Bu taraflarda işler çığırından çıkmış galiba,» dedi. «Ponova’da bir çiftçinin boğazı kesilmiş. Bu işlere sen ne diyorsun?» Pavel’in düşünceleri, sansürden bile daha keskin durumdaydı. «Köylülerden ne beklenir ki, çok başıboş kaldılar, bu nedenle de şımardılar, kendi başlarına buyruk oldular. Bizim gibilere yüz verilmez,» dedi. Sonra da atlardan yana dönerek bağırdı: «Deh! Yine uyudunuz mu yoksa?»
Yuri ile dayısının Dubliyanka’ya ikinci gelişleriydi. Yuri artık yolları öğrendiğini sanıyordu. İki yanı ormanlık vadinin genişlediği yerde yol sağa sapacak, dönemeci geçince de Kologrivov’un uçsuz bucaksız malikânesi gözler önüne serilecekti. Uzaklardaki ırmağı ve diğer yakasındaki demiryolunu görecekti. Ama her seferinde aldanıyordu. Yeniden tarlalar birbirini izliyor ve ormanlar da bu tarlaları kucaklıyordu. Bu manzaralar üçünü de düşler dünyasına sürüklüyordu.
Nikolay Dayı kendisini ünlü yapan kitapların tekini bile yazmamıştı henüz. Ancak düşünceleri kafasında son şeklini almıştı. Başarıya ulaşması için çok az bir zaman kaldığının farkında değildi.
Kısa bir süre sonra, zamanın ünlü yazarlarından biri olacak, devrimci üniversite profesörleri ve filozofları arasında yer alacaktı. Nikolay Nikolayeviç tüm bu ünlü kişilerle aynı düşünceleri savunuyordu, ancak yazılarında kullandıkları terimler dışında onlara benzeyen hiçbir yanı yoktu. Onlar önceden ileri sürülmüş birtakım görüşleri benimsiyor ve dış görüşlerle yetiniyorlardı. Oysa eski rahip olan Nikolay, hem Tolstoy’un görüşlerini, hem de devrimci düşünceleri benimsemiş olduğundan daima daha ileri gidiyordu. Nikolay Nikolayeviç elle tutulur, gözle görülür, sağlam bir düşünce peşindeydi. Bu, öyle bir düşünce olacaktı ki; insanların önünde açık bir yol çizecek, dünyayı daha iyi, daha güzel bir konuma götürecekti. Bu düşünce öylesine etkili olacaktı ki, tıpkı çakan bir şimşeğin bıraktığı iz gibi, çocuklar, cahil insanlar tarafından bile kolaylıkla kavranabilecekti. Kısacası o yepyeni, parlak bir düşüncc peşindeydi.
Yuri, dayısıyla birlikte olmaktan çok hoşlanırdı. Dayısı birçok bakımdan annesine benzerdi ve onu anımsatırdı. Dayısı da annesi gibi her şeye uyum göstermeye çalışır, herhangi bir şeyi kavrayamasa bile yadırgamazdı. Bir bakışta her şeyi anlar, düşüncelerini en açık ve en canlı bir biçimde ifade edebilirdi.
Yuri, dayısının kendisini Dubliyanka’ya götürmesinden ise ayrı bir zevk alıyordu. Burası çok çok güzel bir yerdi ve bu da doğayı seven; sık sık kırlara yürüyüşe çıkan ve bu yürüyüşlerinde kendisini yanına alan annesini anımsatıyordu Yuri’ye. Yuri bu gezisi sırasında Nicky Dudarov’u bir kez daha göreceği için de ayrıca seviniyordu. Nicky kendisinden iki yaş küçük olan Yuri’yi belki de küçük görüyordu ama o gene de Nicky’i görmekten büyük zevk alacaktı. Nicky, Voskoboynikov’un evinde kalan bir öğrenciydi. El sıkıştığı zaman elini karşısındakinin aşağıya doğru sert sert çeker ve başını öylesine öne eğerdi ki saçları yüzünün yarısını kapatırdı.
V
Nikolay Nikolayeviç düzeltilmiş provaları «Yoksulluk sorununun can damarı…» diye okumaya başladı.
Voskoboynikov, «Özü desek daha yerinde olur,» dedi ve kâğıt üzerinde gerekli düzeltmeyi yaptı.
Üzeri kapalı bir taraçada çalışıyorlardı. Çeşitli bahçıvan aletleri, kovalar dağınık bir şekilde ortalıkta duruyordu. Eski bir yağmurluk kırık bir sandalyenin arkalığına atılmıştı. Bir başka köşede balıkçıların giydiği türden üzerindeki çamurları kurumuş çizmeler duruyordu.
Nikolay Nikolayeviç, «Diğer taraftan, ölüm ve doğum istatistiklerinin gösterdiğine göre,» diye devam etti.
Voskoboynikov: «Geçen yılki istatistikler diye yaz,» diyerek not aldı.
Taraçada hafif bir rüzgâr esiyordu. Uçmaması için sayfaların üzerine taş parçaları koymuşlardı.
İşleri bitince Nikolay Nikolayeviç hemen yola çıkmak istedi.
«Fırtına geliyor hemen yola çıkmalıyız.»
«Olanaksız bırakmam. Gidemezsiniz, zaten şimdi çay içeceğiz.»
«Ama bu akşam mutlaka kentte olmalıyım.»
«Boşuna tartışmayalım, hiç çeneni yorma.»
Bahçede çay masası hazırlanıyordu. Semaverde yanan kömür kokusu onlara kadar geliyordu. Bu koku hem bahçedeki çiçeklerin, hem de içtikleri sigaraların kokusunu bastırıyordu. Bir hizmetçi kız elindeki tepside beyaz peynir, çilek ve pasta getiriyordu. Bu arada birisi Pavel’in atlarla birlikle ırmakta yıkanmaya gittiği haberini getirdi.
Nikolay Nikolayeviç’in yapabileceği bir şey kalmamıştı.
Voskoboynikov: «Haydi çay hazırlanıncaya kadar biz de ırmak kıyısına gidelim,» dedi.
Ivan Voskoboynikov zengin iplikçi Kologrivov’la dost olduğundan; kendine kâhyanın oturduğu binadan iki oda verilmişti. Küçük bir ev ve önündeki bahçe malikânenin ıssız bir köşesindeydi. Eski bahçenin yolu da bir yarım daire gibi kıvrılarak buradan geçmekteydi. Ancak bu yol şimdi kullanılmadığı için üzerinde otlar bilmişti. Bu yoldan yalnızca kullanılmayan ya da kalıntı halindeki yapı malzemelerinin ırmağa dökülmesinde yararlanılıyordu. İlerici düşünceleri ve devrimcilere yakınlığıyla tanınan Kologrivov o sırada karısıyla yurtdışında bir gezideydi.
Sık şimşirlerden oluşmuş bir çit, kâhyanın bahçesini malikânenin korusundan ayırmaktaydı. Koruda; havuzlar, çimenlikler ve malikâne sahibinin evi vardı. Nikolay ve Voskoboynikov çitin kenarından yürürlerken serçe sürüleri onların ayak sesleri üzerine havalandı. Çevreleri bu minik kuşların cıvıltılarıyla dolmuştu. Limonluğun, bahçıvan kulübesinin ne olduğu belli olmayan bir taş yığınının yanından geçen iki arkadaş şimdi bilim ve edebiyat alanında beliren yeni adlardan söz ediyorlardı.
Nikolay Nikoleyeviç, «Elbetteki şurada burada yetenekli, parlak zekâlı gençlerle karşılaşılıyor,» dedi. «Ama bunlar daha çok kıyıda köşede kalıyorlar. Şimdi çeşitli dernekler, birlikler kurmak moda oldu. Oysa birlikte çalışmaya kalkışmak çoğunlukla beceriksizlerin işidir. Bunlar ister Slovyev’e, ister Kant’a ister Marx’a inansınlar bence sonuç boştur. Gerçek yalnız başına aranmalıdır. Gerçeği aramayan vee sevmeyenlerle tüm ilişki kesilmelidir. Dünyada bağlılığa değer ne kadar az şey vardır. Bana kalırsa insan ölmezliğe bağlanmalıdır. Çünkü ölmezlik yaşamın kendisidir. Bunun için de insan ölmezliğe bağlanmalı. …Hazreti İsa’ya sadık kalmalı! Ama sen kaşlarını çatıyorsun. Vah zavallı dostum, gene bir şey anlamadın değil mi?»
Voskoboynikov, «Hımmm,» demekle yetindi. Kendisi uzun boylu, ince yapılı, kurnaz görünüşlü, çok hareketli kusursuz bir insandı. Sivri sakalı ona Lincoln zamanından kalma bir Amerikalı görüntüsü verirdi. Elini sivri sakalından hiç çekmez, bu sakalın ucunu ağzına sokmaya çalışırdı. «Bildiğin gibi hiçbir şey söylememeyi yeğliyorum. Bu konularda farklı düşündüğümü bilirsin. Aklıma gelmişken sorayım, seni niçin papazlıktan attılar? Sanırım biraz korkmuşsunuzdur. Aforoz etmediler mi?»
«Konuyu niçin değiştirmek istiyorsun? Ama benim için far- ketmez,.. Hayır aforoz etmediler. Şimdi eski lanetleme modası yok. Elbette insan hoş olmayan bazı şeylerle karşılaşıyor. Bunlar halen yürürlükte. Örneğin, medeni hakların bazılarından yoksunum. Devlet memurluğu yapamam, Moskova’ya, Petersburg’a gidemem. Ama bunlar o kadar önemli değil. Gelelim esas konuya. İnsan Hazreti İsa’ya bağlı kalmalı. Bir insan dinsiz olabilir. Tanrının varlığına inanmayabilir, inansa bile bunun ne demek olduğunu bilmeyebilir. Ancak tüm bunlara karşın insanın doğada değil de tarihte yaşadığını bilir. Bugünkü anlamıyla tarih ise Hazreti İsa tarafından kurulmuştur. Peki, öyleyse tarih nedir? Tarih bir düzenektir. Ölümün gizlerini adım adım aydınlatarak onu alt edecek bir düzenek. İşte insanların senfoniler yazmasına, elektromanyetik dalgaları, matematiksel sonsuzu keşfetmesine neden olan etki budur. Ancak bunları yapabilmek için de bazı şeyler gereklidir. Böylesi çalışmalar için ruhen hazır olmak gereklidir. Gerekli düşünsel malzemenin tümü İncil’de belirtilmiştir. Bu malzemelerin başında ‘insanları sevmek’ gelir. Bu düşünce yaşama gücünün en gelişkin şeklidir. Böyle bir sevgiyle dolan insan kalbi, bu sevgiyle taşacak ve insanlar için iyi şeyler yapma heyecanıyla çarpacaktır. Sonra bugünkü insanın yapısını belirleyen iki temel öğe vardır. Bunlar insanın özgür olması ve yaşamı feda edilecek bir şey gibi görmesidir. Bunlar olmaksızın günümüz insanı da var olamaz. Bu düşünceler günümüzde bile yeni, olağanüstü şeyler sayılmaktadırlar ki buna özellikle dikkatini çekmek isterim. Eskiler bu anlamda bir tarihten haberdar değillerdi. Roma İmparatorluğu boyunca insanlar kanlı savaşlardan, zulümden, canice işkencelerden başka şeyler görmediler. O insanlar bir diktatörün ne kadar basit, aşağılık bir yaratık olduğunu akıllarından bile geçirmemişlerdi. Onların bildiği bronz heykellerin, mermer sütunların soğuk, gururlu görünüşleriydi. İnsanların yüzyıllar boyunca rahat yüzü görebilmeleri için Hazreti İsa’nın gelmesini beklemeleri gerekti. İnsanlar özgürlüğün anlamını da ondan sonra kavramaya başladılar. Ancak onun ölümünden sonra da sağda solda bir köpek gibi değil de insan gibi ölmeyi öğrendiler. Şimdi de tüm güçleriyle ölümü yenmeye çalışıyorlar. Off! Sana laf anlatmak için nasıl da terledim. Ama sana laf anlatmak ne mümkün, boş bir duvarla konuşsam daha iyi olur herhalde.»
«Azizim senin bu anlattıklarına metafizik derler. Mideme dokunduğu için doktorlar bunu yasak ettiler bana.»
«Anlaşıldı senden umut yok, bari çenemi boşuna yormayayım. Ama çok şanslı insansın doğrusu… Şu manzaranın güzelliğine bak. Seyrine doyum olmaz. Böyle güzel bir yerde yaşadığın halde nasıl bu kadar duygusuz olabiliyorsun, anlayamıyorum doğrusu.»
Nehir güneşin yakıcı ışıkları altında madeni bir plaka gibi parıldıyor, dalgalanıyordu. Suyun yüzü birden karıştı. Üzeri atlarla, arabalarla, kadın ve erkek köylülerle dolu bir sal karşıya geçiyordu.
Voskoboynikov: «İşe bak, saat yeni beş olmuş, bak Sizran Ekspresi geçiyor. Bu tren her gün beşi beş geçe geçer buradan,» dedi.
Uzaklarda ovanın sağından soluna doğru geçen sarılı, mavili bir tren görülüyordu. Aradaki uzaklık nedeniyle küçük görünen trenin durduğunu farkettiler birden. Lokomotif bacası üzerinde beyaz buharlar döne döne yükseliyordu.
Voskoboynikov: «Şaşılacak şey, galiba bir kaza oldu,» dedi, «yoksa ovanın tam ona yerinde durması için herhangi bir neden olamaz. Hadi biz gidip çayımızı içelim.»