Aynı malzemenin üç ayrı türde yazılması ve yazarlık teknikleri açısından incelenmesi. “Radyo Oyunu”, “Film Senaryosu” ve “Uzun Hikâye” olarak: Dört Kişilik Bahçe. Farklı bir toplam.
İçindekiler
Üç Kitap için Bir Önsöz, 7
Önsöz, 13
Radyo Oyunu,35
Senaryo, 63
Uzun Hikâye, 143
Üç Kitap İçin Bir Önsöz
Söz konusu bu üç kitap. Dön Kişilik Bahçe. Dağınık Yatak ve Başkasının Hayatı’dır.
Bir zamanlar yazmış olduklarınızı, günün birinde nasıl bir araya getirirsiniz? Nasıl bir düzenleme yaparak okur karşısına çıkarırsınız? Sanırım yalnızca benim değil, farklı yazı türlerinde ürün vermiş, sanatın ve yazının çeşitli serüven kollarını denemiş, benzer kaygılar taşıyan birçok sanatçı için yakıcı önemde bir soru bu.
Farklı nedenlerle birçok kez dile getirdiğim, beni yakından izleyenlerinse, haklı olarak biraz sıkılmış olabilecekleri, kendim için seçtiğim bir “doğruyu”, ne yazık ki burada bir kez daha yinelemek zorundayım: Benim için kitap, her zaman “mimari bir bütünlük”, bir “proje tutarlılığı” demektir. Farklı da olsa parçaların aynı yapı içinde örtüşmesi, aynı çatı altında yan yana durabilmesi demektir. Birbirinden bağımsız birimler olan şiir, öykü, denemelerden oluşan kitapların da tıpkı bir roman gibi, kendi içinde bir “yapı bütünlüğü” göstermesi gerektirdiğini düşünürüm. Şiir ve öykü kitaplarımın “bütünleniş tarzı”nın, bu konudaki tutumumun canlı birer kanıtı olduğunu sanıyorum.
Bu yüzden de, farklı tarihlerde, farklı amaçlarla yazılmış, belki de gelişmenizin farklı aşamalarına karşılık düşen çeşitli yazılan ya da yapıtları bir araya getirirken, tek tek ya da bir tür dizi olarak sunarken, onların “aynı proje” içerisinde düşünülmesini sağlayacak; okur karşı-sına birlikte çıkmalarına tutarlı bir gerekçe kazandıracak bir bağlam ortaklığı kurmak gerekir, diye düşünürüm. Tahmin edersiniz ki, gazete ve dergi sayfalarında kalmış, çeşitli konularda yazılmış yazılarımı, -sağ olsunlar- meraklılarının bıktırıcı takiplerine karşın, bir araya getirmekte yıllardır bu yüzden güçlük çekmekteyim. Getirdiğimdeyse, benzer bir önsözü bir kez daha yazmam gerektiğini biliyor, bunu da hem size, hem kendime şimdiden duyuruyorum.
Yıllar önce yazılmış bu senaryoları okur karşısına çıkarmak söz konusu olduğunda, yine aynı sorunla karşı karşıya buldum kendimi ve benzer sıkıntılar çektim. Bu senaryolar, kitap olarak yayımlanmak düşüncesiyle yazılmamışlardı .Senaryo, elbette filme alınsın diye ya-zılan, doğası gereği, ancak filme çekildiğinde anlamlanan, yerini bulan bir tür. Okuma keyfini ise ne yazık ki, ancak meraklıları duyabiliyor. Meraklıların sayısını anıracak kadarda senaryo kitabı basılmıyor ülkemizde…
Bugüne değin üç film senaryosu ile birkaç film hikâyesi yazdım. “Boş zamanlarımda” hâlâ gizli gizli senaryo yazmaktaysam da, bunları ortalığa çıkarmamak konusunda kararlı görünüyorum. Film hikâ-yelerimin hiçbir senaryolaşmamışken; senaryolarımın da ancak biri filme alındı: Dağınık Yatak.
Dört Kişilik Bahçe’nin, Son İstanbul adlı kitabımda yer alan öykü-sünden bir ölçüde izi sürülebilirse de, senaryosu yine de bilinmiyordu.
Başkasının Hayatı ise hemen herkes için, her bakımdan tam bir bi-linmeyendi. Bu kitapla birlikte görülmüş olacak.
Bu senaryolar, daha önce kitap haline getirilerek, ayrı tarihlerde teker teker de yayımlanabilirdi elbet. Salt yayımlamış olmak için yayımlamak istemedim onları. Bunca zaman sonra üçünü aynı anda okur karşısına çıkartırken, daha çok kendi yazılı tarihime ışık tutacak bir “külliyat” fikrinin öne çıkmasını, bunun vurgulanmasını istedim.
Senaryolarımın hiçbiri, bir yönetmenin ya da yapımcının isteği üzerine yazılmamıştır; hepsi de son derece kişisel bir biçimde, özgün hikâyelerini kendim kurarak kaleme aldığım çalışmalardır. Dağınık Yatak ve Başkasının Hayatı, daha yazılma aşamasındayken bazı ya-pımcılara önerilmiş, film olarak gerçekleştirilebilme olasılıkları için ilişki kurulmuştur yalnızca.
Bu üç kitabın, yazılış tarihlerine göre ilki olan Dört Kişilik Bahçe’nin içinde, senaryonun yanı sıra radyo oyunu ve öykü olarak yazılmış halleri de bulunuyor. Aynı malzemenin üç ayrı türde yazılmış olmasına ilişkin inceleme yazılan da, büyük ölçüde, bu kitapta bütününü kullanmadığım üniversite “master” tezimden alınmış bölümlerle çatıldı.
Dağınık Yatak’ın film olarak gerçekleştirilmesinden duyduğum düş kırıklığı sonrasında, kendimi yeniden ifade etme gereksinimiyle ya da yeterince anlaşılmamış olmanın burukluğuyla diyelim, senaryodan yola çıkan -özellikle Fransızların sıkça denediği ve adına “sine- roman” dedikleri- bir çeşit roman olarak yazmaya karar verdim Dağınık Yatak’ı. Senaryodaki sahneleme düzenine ve sırasına bütünüyle sadık kalan, yalnızca o sahneleri biraz edebiyatlaştırarak, okur için daha okunabilir kılan, roman tadında bir kitap yapmayı amaçlamıştım. Gördüğünüz gibi, işin daha başındayken tamamlamaktan vazgeçtim; ama bu kitabı kotarırken, bu çalışmanın da bilinmesini, uygulamanın görülmesini istediğim için, yazdığım kadarını bir değişikliğe uğratmaksızın bu kitaba aldım. Merak etmeyenler bu bölümü olduğu gibi atlayabilirler.
Başkasının Hayatı ise yalnızca senaryo olarak yazıldı. Olası oyuncuları nedeniyle bir süre magazin basında adından söz ettirdi, gerçekleşmeyince de tamamıyla unutuldu gitti. Yalnız tıpkı Dağınık Yatak’ da başıma geldiği gibi. Başkasının Hayatının da bazı temel fikir-lerine, kimi sahnelerine hemen o sezon çekilen bazı Türk filmlerinde rastladım.
Senaryo yazarlığımın ve sinema deneyimimin elle tutulur ilk ürünleri olan bu senaryolar, böylelikle işte şimdi üç kitap halinde bir araya gelerek ilk kez okura sunulmuş oluyorlar.
Bunca yıl sonra yazdığım film senaryolarını ayrı kitaplar halinde aynı anda bastırmak söz konusu olduğunda, okur karşısına çıkarmadan önce yeniden baktım onlara. Ufak tefek düzeltmeler dışında temel bir değişiklik yapmadım. Küçük oynamalar yapmak, kimi teknik açıklamaları, okuru bunaltıp sıkmaması için biraz daha açımlamak; yönetmenlerin ve oyuncuların “dikkatine özel” yazılmış kimi bilgilerin, meslekten olmayan okurlarca da alımlanmasını sağlamak için biraz ayrıntılandırmak gibi, “yeniden yazmak” kavramından çok , “yayına hazırlamak” kavramı kapsamına girebilecek önemsiz müdahale-lerde bulundum. Bunun dışında yazıldıkları tarihlerin havasını, iklimini, duygusunu korumaya çalıştım… Elbet, kendi yazarlığımın o zamanki havasını da… Bu senaryoların, dil ve anlatım özelliklerinin, amaçladığı atmosferin bütünüyle korunduğu bir tutumla; bugün için artık orada olduğum ve olmadığım bütün yanlarıyla okur karşısına çıkması gerektiğini düşündüm.
Bir diğer ve temel ortaklıkları da, bu senaryoların üçünün de, “kadın dünyasını” eksen almaları dolayısıyla, aralarında kendiliğinden oluşan tema ve tutum yakınlıklarıdır.
Senaryoların on küsur yıl önce yazılmış olduklarını bir kez daha anımsatmak istiyorum. Bu. onların modalarının geçmiş olduğuna ilişkin bir kaygıdan çok, daha sonraları başkalarınca denendiği için taze liğini yitirmiş kimi şeyleri öncelemiş olduklarına dikkat çekmek içindir. Alıcı hareketlerinde, bazı geçişlerde, hikâye bölümlemesinde, renkli filmin arasında serpme siyah-beyaz görüntüler kullanımında olduğu gibi, o zamanlar için bir ölçüde yeni sayılabilecek, sonraları ise sıkça denenmiş bir dolu şey var. Onları burada tek tek sıralamaktansa, bu noktanın hatırda tutulmasında yarar görüyorum.
Bir de Dağınık Yatak ile Başkasının Hayatı arasında, hikâye etme ve atmosfer kurma benzerliklerinin dışında, bazı teknik anlatım özellikleriyle de kurulmaya çalışılan özel bir akrabalık söz konusu… Örneğin, siyah-beyaz görüntü kullanılışı.. Türk Sinemasının siyah-beyaz döneminden, renkli filme geçiş döneminde, o günün koşullarında maliyeti yüksek olduğu için ancak ‘büyük starlar” için yapılan “kısmen renkli” filmler vardır. Kısmen renkli olan bölümler de, “masal kipi” üzerine kurulu Yeşilçam Sineması geleneğine yakışır bir biçimde ve konunun gelişimine göre, çoğu kez ya büyük bir kavuşmanın, “vuslatın”; ya da büyük bir başarısının gerçekleştiği, hasretle beklenen bir “yarın” duygusu üzerine kurulu, şarkı söylenen, dans edilen, cennet kadar mutlu rüya ya da hayal sahneleridir. Söz konusu bu iki senaryoda da, bunun tersi bir yöntemle, artık ulaşıldığı varsayılan bir yarından çocukluğa bakan geçmişe dönük bütün sahnelerde siyah-beyaz kullandım. Dört Kişilik Bahçe’ninse zaten bütünüyle siyah-beyaz çekilmesi gerektiğini düşünüyordum. Yine aynı biçimde, her iki filmin finalinin de, o ana dek sözleri hiç duyulmayan müziklerinin birdenbire “sözlenerek” filmin adını taşıyan kendi şarkılarıyla bitmesi gibi ortaklık duygularını güçlendirici benzerliklere başvurdum. Bu ve benzeri koşutluklar, büyük harf bir anlam kuşatması içermeyen, yalnızca dikkatli gözlerin bağlantı kurduğunda tadına varabileceği alçakgönüllü göndermeler niteliğindedir.
Özellikle Dağınık Yatak ve Başkasının Hayatı ‘nda Yeşilçam sinemasının diyalog geleneğine uygun bir konuşma düzenini, amaçlı bir biçimde, kimi zaman melodrama içkin olarak, kimi zaman melodram- aşın biröge olarak yeniden kurmaya çalıştım. Başkasının Hayatı’nda ise bunun bir oyun olduğunu apaçık belli ettim.
Sonra senaryo yazmaya ara verdim. Beni mutlu etmeyen deneyimlerimin; olaylara ve insanlara ilişkin hayal kırıklıklarımın sonucunda, sinemaya duyduğum kişisel kırgınlıktan ötürü değildi bu yalnızca, aynı zamanda Türk Sinemasının içine düştüğü çıkmaz da bunda rol oynadı. Benim gibi birçok kişiyi kendinden uzaklaştırdı.
Şimdi, kafamda yüzlerce film hikâyesi, Pentimento ya da Pişman Iık Yasası; Kedi Gözü; Ay. At ve Kadın; Akşamüstü, Parkta gibi bugün bile gözümü arkada bırakan yarım kalmış birçok senaryo taslağı, günün birinde kendim çekmeyi düşündüğüm, çok ağır ilerleyen ama sinemada bütünüyle yeni bir gramer kullanmayı amaçladığım, bazı sahneleri yazılmış bir-iki senaryo ile avare dolaşıp duruyorum. Bunlardan birinin adını Metal adlı kitabımda yer alan Kutres adlı şiirimde bir dize olarak fısıldamıştım: Taşlar Kumaşlar., belki bir büyü yerine geçmiştir bu ve günün birinde gerçekleşir; Kim bilir, belki ben de böylelikle, içimde bir yeniklik duygusu, ağzımda buruk bir tat bırakan sinema serüvenime, yepyeni bir noktadan yeniden başlayabilirim.
Eylül 1995
Önsöz
Bu kitap, temel olarak, üniversite “master” bitirme te-zim olan. Aynı Malzemenin Üç Ayrı Türde Yazılması ve Yazarlık Sorunları Açısından incelenmesi başlıklı çalışmamı temel alıyor.
Dört Kişilik Bahçe, ilk olarak birkaç diyalog parçası biçiminde düştü beyaz kâğıda. Diyalog üzerine kurulu dokusundan yola çıkarak, böyle bir malzemenin ancak bir radyo oyunu olabileceğini düşünmüştüm: iyi bir radyo oyunu… Zaten o sıralar radyo için bir oyun yazmak istiyordum İki beyaz kâğıtta alt alta sıralanmış birkaç diyalog parçasından oluşan bu küçücük tasarının üzerine “emaneten” Yaşlı Konak diye bir ad kondurdum.
Gözümün önüne ilk gelen konak, İstanbul’da, Kartal Maltepe’de uzun bir yokuşun -Feyzullah Caddesi- kı-yısında duran çok eski ve artık kullanılmadığını sandığım bir konak oldu, önünden gelip geçtikçe ıssızlığıyla ürkütürdü beni Sakladığı hayatları, gizlediği hikâyeleri, geçirdiği devirleri düşünürdüm ister istemez. Sonbaharla birlikte başka türlü güzelleşen bu konağın yaban otları sarmıştı her yanını; arada birkaç gelincik gülümsemesi görülse de, bakımsız, terk edilmiş ve herhangi bir kırdan alınmış uzak bir manzara parçası gibi duruyordu. Bahçenin kapısı ile konak arasında, ona, bir derinlik ve gizem kazandıran uzun bir yol vardı. Bahçe kapısının boyaları dökülmüş, demirleri pas tutmuştu. Her yanı rüzgârlı bu konağın panjurları her zaman bir sır gibi kapalıydı.
Kullanılmadığını sandığım bu konağın içinde, aslında hâlâ insanların yaşadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu konak, insanda derin bir hüznün yanı sıra, korku, heyecan ve gerilim uyandırıyordu. Nitekim radyo oyunu olarak ilk çiziktirmelerimde, bu yüzden olsa gerek, işin içine bir cinayet katmayı düşünmüştüm. Ama anlatmak istediklerim kafamda berraklaştıkça, ne herhangi bir cinayet motifinin, ne de bu konağın yapmak istediğime uygun düşmediğini anladım. Bu sefer Emirgân’a taşındım. Zaten yazdıkça usul usul ister istemez kalemim oraya doğru sürçmeye başlamıştı. Emirgân’a taşındıktan sonra, Reşitpaşa’da daha önce kalmış olduğum küçük bir konağı mekân seçtim. (Tabii bu konağa, limonluk gibi bazı eklemeler yapmakta da herhangi bir mimari sakınca görmedim. Ayrıca bu yazlık konakların birçoğunda eskiden limonluk bulunduğunu, ama sonraları çoğunun ortadan kaldırılmış olduğunu öğrendim.) Emirgân, benim hikâyesini anlatmak istediğim aileye, kurmak istediğim hüzünlü atmosfere, gönderme yaptığım döneme çok daha uygun düşüyordu. Fakat gene de bahçe, o Maltepe ‘deki bahçe olarak kaldı; insana ürperti veren duruşuyla; bakımsızlığıyla, ayrıkotlarıyla, rüzgârlarıyla; o uzun yoluyla… O bahçeden bir türlü vazgeçemedim. Gözlerimden silinmeyen görüntüsü yazdıklarıma da sızdı.
Radyo oyunu olarak yazarken işin içine bir cinayet koymadıysam da, bu gerilim duygusu bende hep diri kalmış olsa gerek ki, aynı malzemeyi öykü olarak yazarken ortaya çıkan İshak’ın varlığı, polisten kaçarken konağa yaptığı gizli ziyaret, limonlukta saklandığı gece, polisiye tadında bir gerilim unsuru olarak yeniden hikâyeye sızdı.
Kişilerimi yaratırken ilk ortaya çıkan tip Fatma Aliye oldu. (Çocukluğumda Mardin’in “kazalarından” birinde yaşayan, ne zaman oraya gitsek evlerine indiğimiz bir akrabamızın, bir aile dostumuzun karısının adıydı. Bu adı seçerken belki de bilmediğim bir gönülborcunu ödemiş oldum. Çünkü o Fatma Aliye, nedense aklımda hep biraz mutsuz, hüzünlü bir kadın olarak kaldı… Aslında başka türlü bir cevher barındıran bir kadınken, yerini bulamamış, o küçük kazada kaybolmuş, kocasına duyduğu derin aşktan başka varlığını anlamlandıracak bir şey yapamayacak kadar taşranın kollarıyla kıskıvrak bağlanmıştı. Ya da ben öyle sanıyordum. O zamanlar, bu sözcüklerle olmasa da, ona baktığımda böyle hissediyordum. Yıllar sonra, o kazaya yaptığım bir günlük kısa bir ziyaret sırasında, bütün dükkânların kapalı olduğu o pazar günü, bir Süryani kuyumcunun vitrininde görüp de çok beğendiğim bir bileziği bana alabilmek için, kuyumcunun evini buldurup dükkân açtıran yakışıklı oğlunun bu inceliğiyle karşılaştığımda, o cevherin nereye aktığını anlamış bulunuyordum.)
Oysa Fiziksel olarak betimlediğim Fatma Aliye bambaşka biriydi. Ankara’da dil öğrenimi için devam ettiğim bir Kültür Derneği’nde sınıf arkadaşım olan bir kadını çizmeye çalışmıştım Fatma Aliye tipinde. Aramızdaki yaş farkına rağmen, çok hoş bir arkadaşlık vardı aramızda. Orta yaşa gelmiş ve hiç evlenmemişti. Etkileyici yüz hatları, kendini ilk bakışta ele vermeyen gizli bir güzelliği vardı. Bana Anna Magnani gibi, yüzüyle roman yazan keskin hatlı, gölgeli bakışlı İtalyan kadınlarını anımsatıyordu. Saçlarını sürekli topuz yapardı; kendisine çok yakışan, onu çok özellikli kılan, sıkı taranmış, iyi toplanmış bir topuzdu bu. Nitekim ilk yazımından, son müsveddelerine değin, Fatma Aliye’nin titizlikle koruduğum bir özelliği bu topuzu olmuştur. Bu arkadaşımın da, bir gün olsun topuzunu çözdüğünü görmemiştim. Fatma Aliye de, o “erken sabah uyanmalarında” iki üç firketeyle tutturulmuş da olsa, hemen acemi bir topuz oturtur başına. O arkadaşımın annesinin adı, gerçekten de Afife Reşat’dı. Bende, eski güçlerini artık korumuyor olsalar da, aristokrat bir geçmişleri olduğu kanısı uyandırmışlardı. Afife Reşat Hanını, benim yazdığımın aksine, güleç yüzlü, ölçülü, konuksever bir kadındı. Dışarı vurmamaya çalıştığı, ama sezilen saklı bir hüznü vardı gene de. Belli ki. eski Ankara’yı, Cumhuriyet’in taptaze bir hava estiren o rüzgârlı yıllarını özlüyordu.
Yukarıda tırnak içine aldığım “erken sabah uyanmalarının, bana hep iyi bir başlangıç duygusu verdiğini, sonradan yazdığım diğer bazı şeylere de böyle başlamış olduğumu fark ettim. 1980’de yazdığım Dört Kişilik Bahçe’den 1995’de yazmaya başladığım Şairin Romanı’ na varasıya bu duyguyu korumuşum. Söz konusu bu kitabın Şairin Dönüşü adlı ilk bölümü de yıllar sonra vatanına dönen Bilge Şair Bendag’ın, kıtaya ayak basacağı ilk günün sabahında, kadırganın gü-vertesinde herkesten önce uyanmasıyla başlıyor.
Başkasının Hayatı’nda Handan ile Sevda’nın sabahın erken saatinde bahçede karşılaştıkları bir sahne, Dört Kişilik Bahçe’nin bir tekrarı gibidir. Her ikisi de sabahları severler; Handan, “sabahların insana başlangıç duygusu verdiğinden” söz eder. Benzerlik bununla da kalmaz; dalgın bakışlarla dallara gizlenmiş çocukluklarını arayan kahramanların gözünden ağacın gövdesini aşağıdan yukarıya tararken aynı zamanda zaman içinde gidip gelen alıcı hareketi. Dört Kişilik Bahçe’nin Talia’sıyla, Başkasının Hayatı ‘ndaki Sevda arasındaki benzerliklere işaret eden bir koşutluk kurar.
Talia, daha ilk müsveddede belirlenmiş olan ikinci kişiydi. Adını ortaokuldaki Türkçe öğretmenimden aldım. Yanlış anımsamıyorsam, ailesine başkaldırmış, olaylı bir evlilik yapmıştı. Mardin gibi küçük bir yerde pek hoş karşılanmamıştı bu. Taşra töresinin görünür ve görünmez cezalarına uğramıştı. Belki bu yüzden, hayli kırık bir kadındı. Etkili bir yüzü; iri, siyah gözleri; incinmiş bir hali vardı. Zekiydi, duyarlıydı. Onun asi yanına, ta o zamanlar büyük bir yakınlık duyardım. Her zaman başkaldıranlara ilgi duydum. Talia Hoca, bir gün yazar…