Roman (Yabancı)

Dostlarım Aşklarım

 

Dostlarım Aşklarım, dünyanın çeşitli ülkelerinde milyonlarca okura ulaşan Marc Levy’nin yeni romanı. Son dönem Fransız edebiyatının en gözde yazarlarından Marc Levy, okurlarına bir kez daha duygu ve mizah yüklü bir dünya sunuyor ve Londra’nın göbeğindeki Fransız mahallesinde geçen sımsıcak, sevecen ve sevimli bir öykü anlatıyor.
Otuzlu yaşlarını süren, boşanmış ve çocuklu iki eski arkadaş, hayatlarını yeniden kurmak için aynı çatı altına yerleştiklerinde bir kural koyarlar: Eve tek bir çocuk bakıcısı ve kadın bile ayak basmayacaktır. Biri son derece egoist ve çocuk kalmış, öbürü mükemmeliyetçi ve özverili bu iki adam, kimi zaman çatışarak, kimi zaman uzlaşarak birlikte yaşamaya çalışırlarken yalnız değildirler. Çevrelerinde dostları ve kapılarında bekleyen aşkları vardır. Peki, geçmişin izlerini silecek gücü bulabilecekler midir?
Dostlarım Aşklarım, hayatlarını başkalarıyla çoğaltmak için, ördükleri duvarları kendi elleriyle yıkma yürekliliğini gösteren insanların öyküsü.

Paris
“Caroline Leblond’u anımsıyor musun?”
‘”İki A, sınıfın en arkasında otururdu hep. Öptüğün ilk kızdı. Biraz zaman geçti üstünden…”
“Son derece güzel bir kızdı Caroline Leblond.”
“Nereden düştü şimdi aklına?”
“‘Atlıkarıncanın yanındaki şu kadını ona benzettim.”
Antoine dikkatle, bir sandalyeye oturmuş kitap okuyan kadına bakıyordu. Kadın sayfaları çevirirken, tahta atının direğine tutunmuş etrafa gülücükler saçan oğluna da göz ucuyla arada şöyle bir bakıyordu.
“Otuz beşten fazladır o kadın.”
“Biz de otuz beşten fazlayız,” dedi Mathias.
“O mu sence? Haklısın, kadında sahte bir Caroline Leblond havası var.”
“Ona çok fena abayı yakmıştım!”
“Sen de mi seni öpsün diye matematik ödevlerini yapıyordun?”
“Bu söylediğin iğrenç bir şey,”
“Neden iğrenç olsun? Yirmi üzerinden on dörtten fazla alan bütün oğlanları öpüyordu.”
“Ona deli gibi âşıktım dedim sana!”
“İyi ya, o sayfayı çevirebilirsin artık.”
Atlıkarıncanın kenarındaki bir bankta yan yana oturan Antoine ile Mathias şimdi de, bir sandalyenin ayağının dibine büyük, pembe bir çanta koyduktan sonra atlıkarıncaya kadar kızına eşlik eden mavi takım elbiseli adamı izliyorlardı.
“Altı ay olmuş,” dedi Antoine.
Mathias çantayı dikkatle incelemeye başladı. Yarı açık fermuarın aralığından bir paket bisküvi, bir şişe portakal suyu ve oyuncak bir ayının kolu görünüyordu.
“Üç aydan fazla olmamıştır! İddiaya var mısın?”
Mathias serçe par m ağını uzattı, Antoine da parmağını uzattı.
“Varım!”
Altın sarısı yeleli atın üzerindeki küçük kız dengesini kaybeder gibi olunca babası yerinden fırladı ama atlıkarıncanın başındaki görevli kızı eyere yerleştirmişti bile.
“Kaybettin…” dedi Mathias.
Mavi takım elbiseli adama doğru ilerleyip yanına oturdu.
“Başlangıçta zor oluyor değil mi?” diye sordu Mathias.
“Ah, evet!” diye yanıtladı adam İç geçirerek.
“Zamanla daha da karmaşık bir hal alıyor, göreceksiniz.”
Mathias gizliden gizliye, çantanın aralığından görünen kapaksız biberona baktı.
‘Ayrılalı çok oldu mu?”
“Üç ay…”
Mathias adamın sırtını sıvazladı ve zafer edasıyla Antoine’a doğru gitti. Arkadaşına kendisini izlemesini işaret etti.
“Bana yirmi euro borçlandın!”
İki adam Lüksemburg Bahçesi’nin ağaçlı yollarından birine sapıp uzaklaştılar.
“Londra’ya yarın mı dönüyorsun?” dedi Mathias.
“Bu akşam dönüyorum.”
“Akşam yemeğini birlikte yemiyoruz o halde?”
“Benimle birlikte trene binersen yeriz.”
“Yarın işe gideceğim!”
“Gel orada çalış.”
“Başlama yine. Londra’da ne yapabilirim ki?”
“Mutlu olabilirsin!”

I
Londra, birkaç gün sonra;
Antoine çalışma masasının başına oturmuş, bir mektubun son satırlarını yazıyordu. Mektubu baştan sona bir kez daha okudu, cebine yerleştirmeden önce özenle katladı.
Mimarlık bürosunun ahşap parkelerinin üzerine, Bute Sokağı’na bakan pencerenin tahta panjurlarından, güzel bir sonbahar gününün ışığı düşüyordu.
Antoine sandalyenin arkasında asılı duran ceketini sırtına geçiriverdi, kazağının kollarını düzeltti ve hızlı adımlarla girişteki hole doğru yürüdü. Ajans müdürünün çizdiği planı incelemek İçin durdu. Gönyeyi yerleştirip bir kenar çizgisini düzeltti. McKenzie başıyla teşekkür etti, Antoine da gülümseyerek karşılık verdikten sonra saatine baktı ve girişe doğru yürümeye devam etti. Duvarlarda, ajansın kuruluşundan bu yana hayata geçirilen projelerin fotoğrafları ve desenleri asılıydı.
“İzne bu akşam mı ayrılıyorsunuz?” diye sordu kabul masasında oturan kıza.
“Evet, bebeği doğurmanın zamanı geldi.”
“KIZ mı erkek mi?”
Genç kadın yüzünü buruşturarak elini yuvarlak karnının üzerine koydu.
“futbolcu!”
Antoine masanın etrafından dolaştı, kızı kollarına alıp sıkıca sarıldı.
“Çabuk dönün… ama çok da acele etmeyin, yine de çabuk olsa iyi olur! Neyse, ne zaman isterseniz o zaman dönün.”
Eliyle kızı selamlayarak uzaklaştı, asansörlerin bulunduğu sahanlığa açılan camlı kapıyı itti.

Paris, aynı gün

Paris’teki büyük bir kitabevinin camlı kapıları, acelesi her halinden belli olan bir müşterinin adımlarıyla açıldı. Başında şapka, boynunda da fular olan adam okul kitaplarının bulunduğu bolüme yöneldi. Bir merdivene tünemiş duran satıcı kadın yüksek sesle kitapların isimlerini ve niteliklerini söylüyor, Mathias da bilgileri bir deftere geçiriyordu. Adam selam bile vermeden, pek hoş olmayan bir ifadeyle doğrudan, Victor Hugo’nun Ple’iade dizisinden yayınlanan toplu eserlerinin nerede olduğunu sordu. “Hangi cilt?” diye sordu Mathias bir gözünü defterden kaldırarak.
“İlk cilt,” diye yanıtladı adam, sesi daha da kabalaşmıştı.
Genç satıcı eğile büküle parmaklarının ucuyla kitabı yakaladı. Kitabı Mathîas’a vermek için merdivenden sarktı. Şapkalı adam kitabı hışımla aldı ve kasaya yöneldi. Satıcı kadın ve Mathias birbirlerine baktılar. Mathias dişlerini sıktı, defteri tezgâhın üzerine bırakıp müşterinin peşi sıra koştu.
“Merhaba, lütfen, teşekkür ederim, hoşçakalın!” diye haykırdı kasaya ulaşmasını engelleyecek biçimde yolunu keserek.
Afallayan adam onun etrafından dolaşmayı denedi; Mathias işinin başına dönmeden önce adamın elinden kitabı kaptı, avazı çıktığı kadar bağırarak, “Merhaba, lütfen, teşekkür ederim, hoşçakalın!” diye yineledi. Bu sahneye tanık olan birkaç müşteri ürktü. Şapkalı adam öfke içinde dükkânı terk etti, kasiyer omuzlarını silkti, hâlâ merdivenin tepesinde duran tezgâhtar kız ise ciddiyetini korumakta zorlanıyordu, kitapçının sahibi Mathias’tan akşamdan Önce kendisini görmesini rica etti.

Londra

Antoine Bute Sokağı’nda ilerliyordu; yaya geçidine doğru yürüdü, taksinin biri yavaşlayıp Önünde durdu. Antoine şoföre eliyle teşekkür edip Ransız Lisesi’nin önündeki kavşağa doğru yoluna devam etti. Zilin çalmasıyla birlikte, ilkokulun avlusuna bir yığın çocuk doluştu. Emily ve Louis sırtlarında çantaları, yan yana yürüyorlardı. Küçük oğlan babasının kollarına atıldı. Emily gülümsedi ve parmaklıklara doğru uzaklaştı.
‘”Valentine seni almaya gelmedi mi?” diye sordu Antoine.
“Annem Öğretmeni aradı, geç kalacakmış, Yvonne’un restoranına gidip onu beklememi istedi.”
“O haide bizimle gel. seni götüreyim. İkindi kahvaltısını Üçümüz birlikte orada yaparız.”

Paris

Kaldırımlara inceden bir yağmur düşüyordu. Mathias gabardin pardösüsünün yakasını kaldırıp yaya geçidine yöneldi. Bir taksi korna çaldı ve ona hafifçe sürterek geçti. Şoför bir elini arabanın camından çıkarıp ortaparmağını çok anlaşılır bir biçimde havaya kaldırdı. Mathias sokağı geçip küçük bir markete girdi. Neonların parlak ışıkları Paris’in gri gökyüzünün devamı gibiydi adeta. Mathias bir kutu kahve aldı, dondurulmuş gıdaların önünde bir süre duraksadıktan sonra bir paket vakumlanmış jambon aldı. Küçük sepeti dolunca kasanın yolunu tuttu.
Satıcı parasının üstünü verdi ama iyi akşamlar demedi.
Mathias Kuru tem izi emecin in önüne geldiğinde demir kepenklerin çoktan inmiş olduğunu görünce, evine gitti.

Londra

Louis ve Emily, restoranın boş salonunda masanın başına çökmüş bir yandan resim yapıyor, bir yandan da sırrını bir tek Yvonne’un, yani patroniçenin bildiği krem karamelleri mideye indiriyorlardı. Yvonne, elinde bir kasa şarap, iki sebze sandığı ve üç kavanoz kremayla kendisini izleyen Antoine’la birlikte mahzenden yukarı çıkıyordu.
“Bu ağır şeyleri nasıl taşıyorsun?” diye sordu Antoine.
“Taşıyorum işte!” dedi Yvonne elindekileri tezgâha bırakmasını işaret ederek.
“Kendine bir yardımcı almalısın.”
“Peki o yardımcının parasını nasıl ödeyeceğim? Restoran kendini zor döndürüyor.”
‘Pazar günü Louis’yle birlikte yardıma geliriz; kilerini toparlarız, aşağısı çıfıt çarşısına dönmüş.”
“Bırak olduğu gibi kalsın, oğlunu Hyde Park’a götürüp taya bindir ya da Londra Kulesi’ni gezmeye götür, aylardır bunun hayalini kuruyor.”
“Daha çok Korku Müzesi’ni gezmenin hayalini kuruyor, aynı şey değil. Üstelik bunun İçin daha çok küçük.”
“Ya da sen çok yaşlısın,” diye karşılık verdi Yvonne, bir yandan da Bordeaux şaraplarını yerleştiriyordu.
Antoine başını mutfak kapısından uzatıp ocağın üzerinde duran iki tabak yemeğe imrenerek baktı. Yvonne omzuna vurdu.
“Bu akşam için iki kişilik servis açayım mı?” diye sordu.
“Belki de üç kişi oluruz?” dedi Antoine, salonun arka tarafında özenle defterine eğilmiş Emily’ye bakarak.
Tam sözünü bitirmişti ki Emily’nin annesi nefes nefese içeri girdi. Kızına doğru seğirtip geç kaldığı için özür dileyerek ona sarıldı, konsolosluktaki toplantı yüzünden geç kalmıştı. Ödevlerini bitirip bitirmediğini sordu; küçük kız başını sallayarak gururla onayladı. Antoine ve Yvonne tezgâhın arkasından ona bakıyorlardı.
“Teşekkür ederim,” dedi Valentine.
Yvonne ve Antoine bir ağızdan, “Rica ederim,” dediler.
Emily okul çantasını topladı ve annesinin elini tuttu. Küçük kız ile annesi kapının önündeki merdivende arkalarına dönüp ikisine el salladılar.

Paris

Mathias çerçeveyi mutfağındaki tezgahın üzerine koydu. Kızının saçlarını okşamak istermiş gibi parmaklarının ucuyla hafifçe cama dokundu, fotoğrafta, Emily bir eliyle annesinin elini tutuyor, diğerini ise hoşçakal der gibi sallıyordu. Üç yıl önce Lüksemburg Bahçesi’nde çekilmişti fotoğraf. Sevgililer Günü’nden bir gün önceydi, karısı onu terk etmiş, kızını da yanma alarak Londra’ya yerleşiyordu.
Ütü masasının arkasında ayakta duran Mathias, ısınıp ısınmadığını kontrol etmek için elini ütünün tabanına yaklaştırdı. On beş dakikada bir gömlek ütül ey e biliyordu, araya, alüminyum folyoya sarılmış bir de küçük paket ekledi, bu paketin üzerinden geçerken daha da özenli davrandı. Ütüyü yerine koyup prizden çektikten sonra içinden, dumanı üzerinde bir croçue motısieur çıkan alüminyum folyoyu açtı. Yiyeceğini bir tabağa koydu, sehpanın yanından geçerken Üzerindeki gazeteyi alıp salondaki kanepeye doğru ilerledi.

Londra

Akşamın ilk saatlerinde, restoranın barı hareketli olmasına rağmen yemek yenilen bölüm sinek avlıyordu. Restoranın yanındaki çiçekçi dükkanını işleten Sophie, kucağında devasa bir buketle içeri girdi. Beyaz gömleğinin içinde büyüleyici görünen genç kadın zambakları tezgâhın üzerindeki vazoya yerleştirdi, Restoranın sahibesi, ona gizlice Antoine ile Louis’yi işaret etti. Sophie oturdukları masaya doğru yöneldi. Louis’yi öptü, Antoine’m onlara katılması teklifini reddetti; dükkânda yapması gereken aranjmanlar vardı hâlâ ve ertesi gün erkenden Columbia Yolu’ndaki çiçek pazarına gitmesi gerekiyordu. Yvonne dondurucudan bir dondurma seçmesi için Louis’yi çağırdı. Çocuk masadan sıvışıverdi.
Antoine cebinden çıkarttığı mektubu gizlice Sophie’ye verdi. Sophie mektubu açıp okumaya başladı, memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Okumaya devam ederken bir sandalye çekip oturdu. İlk sayfayı Antoine’a verdi.
“‘Aşkım’ diyerek başlayabilir misin?”
“Ona ‘aşkım’ dememi mi istiyorsun?” diye yanıtladı Antoine kuşkuyla.
“Evet, ne olmuş?”
“Hiç!”
“Seni tedirgin eden ne?” diye sordu Sophie.
“Bunun biraz fazla kaçacağını düşünüyorum.”
“Nasıl fazla?”
“fazla işte!”
“Anlamıyorum. Onu aşkla seviyorum, o yüzden de ‘aşkım’ diyorum!” diye ısrar etti Sophie kararlı bir biçimde.
Antoine dolmakalemini alıp kapağını açtı.
“Seven sen olduğuna göre kararı da sen ver! Ama…”
“Ama ne?”
“Yakınında olsa. belki daha az severdin.”
“Canımı sıkıyorsun Antoine. Neden hep böyle şeyler söylüyorsun?”
“Çünkü böyle! İnsanlar birbirlerini her gün görürlerse, birbirlerine daha az bakarlar… hatta, belli bir süre sonra hiç bakmazlar.”
Sophie onu dikkatle süzdü, belli ki sinirlenmişti. Antoine kâğıdı yeniden eline alıp devam etti: “Pekâlâ, tamam; ‘Aşkım’ diyoruz…” Mürekkebin kuruması için kâğıdı salladıktan sonra ona uzattı. Sophie Antoine’ı yanağından öptü, ayağa kalktı ve barın arkasında işiyle meşgul olan Yvonne’a eliyle bir öpücük yolladı. ‘tam kapıdan çıkacağı sırada Antoine ona seslendi:
“Az önce olanlar için özür dilerim.”
Sophie gülümseyip yoluna devam etti.
Antoine’ın cep telefonu çaldı, ekranda Mathias’ın numarası göründü.
“Neredesin?” dedi Antoine.
”Kanepemdeyim.”
“Sesin mi kısıldı?”
“Hayır, hayır,” diye yanıtladı Mathias, ağzında oyuncak bir zürafanın kulağı vardı.
“Biraz önce, kızını almaya okula gittim.”
“Biliyorum, söyledi, az önce konuştuk. Ama onu yeniden aramam gerekecek.”
“Bu kadar çok mu özlüyorsun onu?” dedi Antoine.
“Telefonu kapar kapamaz daha da çok özlüyorum,” dedi Mathias, sesinde inceden bir hüzün vardı.
“İleride, İki dili birden çok iyi konuşabileceğini düşün ve kendini tebrik et. O muhteşem bir kız ve mutlu.”
“Bunları ben de biliyorum, mutsuz olan babası.”
“Sorunların mı var?”
“Sonunda kendimi kovduracağım sanırım.”
“Buraya, kızının yanına yerleşmek için bir sebebin daha olmuş olur, fena mı.”
“Orada nasıl yaşayacağım?”
“Londra’da da kitapçılar var, iş de var.”
“Bahsettiğin şu kitapçılar biraz fazla İngilizvari değil mi?”
“Komşumun emekliliği geldi. Kitapçı, Fransız mahallesinin merkezinde ve yerine geçecek bir işletmeci arıyor.”
Antoine, kitapçının Mathias’ın Paris’te çalıştığından daha mütevazı olduğunu kabul etti ama kendi kendisinin patronu olacaktı, bu da İngiltere’de suç sayılmıyordu… Yenilenmesi gerekmesine rağmen mekân çok hoştu.
“Çok mu tadilat lazım?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ölüm Yargısı

Editor

Yağmur Kral

Editor

Cinler

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası