Roman (Yerli)

Dudaktan Kalbe

dudaktan kalbe 5edbb62f273a9DUDAKTAN KALBE

Ev sahibi, yemek odasının terasa açılan kapısından misafirine seslendi:
– Paşa, sen bu güzel mehtaba karşı bir hâb-ı nâza dalacak gibi görünüyorsun… Hele bir dakika buraya zahmet et…
Yayvan bir koltuğun içinde yemek ağırlığı ve yol yorgunluğu ile uyuşup kalan Vefik Paşa, üşene üşene gözlerini açtı, yorgun bir rica ile:
-Artık merhamet et, dedi, zannederim bana bir yemek daha yedirecek değilsin…
Münir Bey, yavaş yavaş ona doğru yürüyerek cevap verdi:
– Bu seferki başka cinsten bir ziyafet… Yeni gençlerin tâbiri üzere “gözler için bediî ziyafet…”
– Ona bile tahammülüm kalmadı…
–   Fehametlû misafirlerim için bağımdaki muhtelif üzüm çeşitlerinden ve bilhassa eserlerimden bir sergi kurdum.
– Bir tek üzüm daha yersem çatlarım…
– Arzettik ya paşam,.. Benim sergim mideden, damaktan ziyade gözlerin zevki için…
Münir Bey, eski arkadaşını rahat bırakmıyor, onu kalkmaya mecbur etmek için koltuğu hafif hafif sarsıyordu.
Vefik Paşa, halsiz halsiz yerinden kalktı.
Kulenin etrafını dört taraftan saran sundurma teras, baştan başa çardaklarla kaplıydı. Ay ışığı, asma dallarını tarıyor; yaprakların, üzüm salkımlarının büyümüş gölgeleriyle döşeme taşlarına bir masal sarayı nakışları çiziyordu.
Vefik Paşa, yemek odasına girdiği vakit birdenbire canlandı. (Bir heyecan hissettiği vakit Fransızca, iş ve politikadan bahsederken İngilizce söylerdi!) Hayretle kollarını kaldırdı; küçük, kısa vücudunu yükseltmek ister gibi ayaklarının ucunda kalkınarak Fransızca:
– Azizim, burası bir peri âlemi, bir bin bir gece sarayı hazinesi, dedi.
Yemek masasının üstü baştan başa kristal üzüm tabaklarıyla donanmıştı. Allı, morl, sarılı, yeşilli salkımlar asma lambanın donuk ışığı içinde renkli mücevherler gibi parlıyordu.
Vefik Paşa, Türke olarak devam etti:
– Herhalde “Cem’in meşhur sofrası da buna benzer bir şey olacak… Sana hak verdim Münir… Yenip içilmeğe mahsus hasis ;eylerle hemen hemen sanayi-i nefise yaptın…
Münir Bey, eserinden memnun bir sanatkârın mağrur tevazuuyle ellerini ovuşturdu: “Zannederim” dedi, sonra söyledikçe artan bir hararetle devam etti:
– Her sene bu mevsimde böyle canlı bir müze kuruyorum… Bunu sana da gösterebildiğime memnunum… Müzemin asıl kıymeti neresindedir, biliyor musun? Bu gördüğüm üzümlerden birçoğu kendi icadımdır… Dünyadan alâkamı kesip bağlarıma çekildikten sonra üzümcülüğe sevdayı sardırdım… Bağları iyi işletsem bana İzmir’in en büyük servetini getirebilir… Fakat, bilirsin ya, ben hayatta daima menfaatten ziyade keyfimi düşündüm. Bağlarımla bir tüccardan ziyade bir sanatkâr gibi meşgul oluyorum… Çoluksuz çocuksuz hayatımın bütün merakını yeni üzüm cinsleri yetiştirmeye verdim… Aşıcılık fennini bir sanat haline getirdim. Yeni renkte, yeni lezzette bir üzüm cinsi bulduğum vakit yeni bir hayat icadetmiş gibi gururlanıyorum…
Vefik Paşa, arkadaşının yüksek omuzunu okşayabilmek için kolunu olanca genişllğiyle açıp kaldırdı.

Bu, âdeta bir hastalık ki. İsmine… meselâ “Stafilomani” demek lâzım… Tabir güzel değil mi? Maamafih üzümle sanayi-i nefise arasındaki münasebet inkar edilmez… Tasavvur et ki şarkta şiir şaraptan, yani üzümden, Yunan’da edebiyat, temaşa “Baküs” âyinlerinden, Latinlerde…
Vefik Paşa, öteden beri kendini bir sanayi-İ nefise münekkidi zanneder, fırsat buldukça etrafındakilere zorla manâsız ve karışık nazariyeler dinletirdi. Arkadaşının eski za*fından hâl â kurtulamadığını hisseden Münir Bey, tehlikenin önünü almak için Vefik Paşa’nın dudaklarına bir salkım uzattı: “Leb-i Nigârın’dan mutlaka birkaç tane yemelisiniz!.. Onda bir kiraz lezzeti bulacaksınız… Bunları yemekte o kadar beğendiğiniz “Nur-i Nigâr”lar ile şu karşıki tabakta yaldızlanmış gibi görünen “Tâcızer”lerin izdivacından aldım… Şekil ve renk itibarıyla analarına, babalarına hiçbir benzer cihetleri yok, değil mi? Tabiatın anlaşılmaz kanunları var azizim… İnsanlarda olsa fenaya çekeriz… “Mutlaka işe şeytan parmağı karışmış, kadın tarafından hıyanet var!” deriz… Fakat izdivaç, yani aşı elimle olduğu için bu şüphe vâridolamaz. İşte bir yeni cins daha… “Çardak Hurması…” Yalnız şekli, parlak tozlu beyaz rengi değil, lezzeti de biraz hurmaya benzer… Küçük bir istirdat… Gizli bir ümidim, büyük bir hırsım var ki, sana tevdi edebilirim… Ben, üzümlerle çiçekler arasında bir sıhriyet vücuda getirmek, tabiata yeni bir izdivaç kanunu hediye etmek ümidindeyim… Bu izdivacın mahsullerini hele bir tasavvur et… Meselâ şu alacalı necef taşlarına benzeyen “Mah-ı Seherle bir menekşe, yahut gülden alınmış bir mahsûl… Menekşe, yahut gülün kokusunu bir lezzet halinde veren bir üzüm… Görüyorsun ki ben de şair, heykeltraş filân gibi hayat yaratan bir sanatkârım…
Vefik Paşa, kahkahalarla gülüyor, biraz evvel bir tek üzüm daha yemeğe mecali olmadığını söylediği halde her tabağın önünde ayrı ayrı duruyor, her birisini eline alarak lambaya tutuyor, hepsinden birkaç tane tadıyordu.

Prens Vefik Paşa ile Münir bey pek eskiden beri birbirlerini tanıyorlardı. Kırk sene evvel aileleri, birini İzmir’den, ötekini Mısır’dan, Paris’te tahsile göndermişti. Bu iki genç, orada hemen hemen beraber yaşamışlar, az çalışıp, çok eğlenmişlerdi. 0 zamana ait öyle hâtıraları vardı ki, yıllar geçtikçe aralarındaki bağları bir kat daha kuvvetlendirmişti. Daha sonra tesadüf, onları istanbul’da birleştirmişti, ikisi de beş sene kadar Şûrayı Devlet âzalığında arkadaşlık etmişlerdi. Nihayet Münir Bey, sefaret müsteşarlığıyla birçok seneler Londra’da bulunmuştu. Her sene birkaç ay ingiltere’de yaşamaya giden Vefik Paşa, eski arkadaşıyla sık sık buluşurdu.
Prens Vefik; kibar, centilmen, biraz sefahate meyilli bir adamdı. Büyük emellere, büyük fikirlere bağlanmaya ruhu müsait değildi. Kendisini bir vazife esiri olamayacak kadar geniş fikirli, bir hayat-ı intizamı kabul edemeyecek kadar sanatkâr ruhlu zannederdi.
Zevcesinin vefatından sonra hiçbir ciddî işle meşgul olmamış, küçük bir kızıyla beraber memleket memleket gezmeğe başlamıştı. Kibar su şehirlerinin, meşhur at koşularının ve hele sergi ve tiyatrolarının mevsimini kaçırmamayağa gayret ederdi, gittiği yerlerde daima sanatkârlarla düşer kalkar, onlarla temasta bulunmayı bir nevi fazilet bilirdi. Ciddî akrabaları bu hallerini hoş görmezler, onun bir hafif ahlâklı sanat serserisi olduğunu söylerlerdi. Bu dedikodular kulağına geldikçe istihfafla güler, muhteşem bir edâ ile: “Sanat asaleti hiçbir asaletle kabil-i mukayese değildir… Bu sanat serserisi unvanı bana bütün unvanlarımdan ziyade gurur veriyor.” derdi. Hasep ve nisbetinden bahsedildikçe, kendisine “Prens” denildikçe sıkılmış gibi görünüyor; yorgun, istihfafkâr vaziyetler alırdı. Mamafih “kim olduğunun” uzun müddet bilinmemesine de tahammül edemezdi. Bir mecliste yabancılara tesadüf ederse, “kim olduğunu” öğretinceye kadar uğraşır, üzülürdü. Hâlis kan bir prens olduğunu öğrettikten sonradır ki, diğer arkadaşlarının derecesine iner, kim olduğunu unutmamalarını rica ederdi. Lokanta ve meyhane duvarları için karpuz, üzüm, balık, ıstakoz levhası yapan züğürt “ölü tabiat” ressamları, sarhoşluk yüzünden orkestralardan kovulmuş serseri çalgıcılar ondan “fikir” almaya gelirlerdi. Vefik Paşa, sanata ait birçok fikirler ve mütalealarla beraber, onlara bir miktar da para verirdi.
Kızı Cavidan’ı, portatif eczanesi ve kıymetli tesbih koleksiyonuyla beraber her gittiği yere götürmüştü. Mütemadiyen istim üstünde geçen bu “yüksek serseri” hayatı sebebiyle Prenses Cavidan, esaslı bir tahsil ve terbiye görmemişti. 0 da babası gibi mütasallifti; o da sanatı kıymetli bir süs gibi kullanıyordu. Fakat güzel çehresi gibi zengin, göz aldatıcı bir zekası vardı. Mecmualardan, edebiyat kitaplarından, sanat mahfillerinin dedikodularının toplanmış köksüz, fakat süslü, kenkli fikirlerini oldukça iyi idare ediyor, babası gibi, nutka başlar başlamaz foyasını meydana vermiyordu.
Münir Bey, biraz rintmeşrep, sade, mâkul bir adamdı. Bu baba -kızdaki alâyiş merakı ve sanat amatörlüğüyle belli etmeden hafif tertip alay ederdi. Böyle olduğu halde ikisini de severdi. Gerçi tasallüf düşmanıydı, fakat onların başkalarından ziyade kendilerini aldatıp mesut olduklarını görür, bu tasallüfte bön, sâf bir samimiyet bulurdu.
On sene evvel izmir’deki bağlarına çekilen Münir Bey, eski arkadaşını epeyce zamandan beri görmemişti. Vefik Paşa, ara sıra ona mektuplar yazıyor: “Hem yâr-ı kadîm nezdinde bir iki gün ihya-yı hâtırat-ı şebap etmek, hem Ayasuluğ harabeleri bakaya-yı bediîyesini intak ile huzur-ı tarihte birkaç saat-İ istiğrak geçirmek istiyorum,” diyordu.
Nihayet, o yaz bu arzuyu yerine getirmeye fırsat bulmuş, bir miras işi için İstanbul’dan Mısır’a geçerken beş altı günlüğüne İzmir’e uğramıştı.

–  Baba, niçin benimle gelmedin… Öyle bir fırsat kaybettin ki!.. Vefik Paşa ile Münir bey, başlarını teras kapısına çevirdiler. Cavidan, gecenin güzel endamına bir heykel vakarı veren çerçevesi içinde duruyor, çardağın kurşunî nakışları yüzünde, beyaz elbiselerinle oynaşıyordu. Ev sahibi, genç kıza doğru yürüdü; yüksek vücudunu biraz eğerek, hafifçe müstehzî bir resmiyetle:
–  Prenses, dedi, bir dakika içei zahmet ediniz… Faha-metlû pederinizin sadık bir eski arkadaşı sıfatıyla size muhteşem, hükümdarane bir hediyem var… “Muhteşem, hükümdarane” deyişime gülüyorsunuz… kimbilir şimdiye kadar size ne kıymetli hediyeler verildi… Bunları takdim edenler daima biraz kızardılar, size lâyık bir şey olmadığını mah-cubane söylediler… Ben, bilâkis hediyem için gayet mağrurum prenses… Ebediyyen yaşayacak bir yadigâr, yedi senede vücuda gelmiş canlı bir “şaheser”… “insan hayat da yaratabilir” diye gösterebileceğim bir eser…
Baba kız, birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Münir Bey, masanın ortasından kenarları oymalı bir billur tabak aldı, içinde açık yeşil bir üzüm salkımı vardı… Ev sahibi tabağı lambaya doğru kaldırdı:
– Şuna bakınız prenses… Hangi esatir efsanesinin zümer-i salkımlarında bundan daha tatlı bir yeşillik tahayyül edilebilir?.. İçlerine dikkat ediniz… Üçer, dörder şeffaf çekirdekleri var ki, elmas kırıntılarına benziyor… Sanki bu zümrütleri içlerinden aydınlatan ziyayı onlar neşrediyor… Yedi senelik emeğimin mahsulü olan bu üzüm, müsadenizle isminizi taşıyacak… İnsaniyet onu “Prenses Cavidan” diye tanıyacak…
Münir Bey, gözlerinde bir gizli istihza pırıltısıyla devam ediyordu:
– Hediyeme niçin “Muhteşem, hükümdarane” dediğimi şimdi anladınız, incinin, zümrüdün ne kdar uzun olsa muayyen bir ömrü var… Fakat gelecek sene, öbür sene, öbür asır, hulâsa, dünya durdukça tekrar hayata gelecek… Prenses Cavidan, her sene yaz sonunun böyle en güzel bir gecesinde doğup yaşayacak…
Cavidan, salkımın ucundan bir küçük parça kopardı. Gülerek bir toplu iğne yakasına iliştirdi.
Üzüm sergisini bırakarak tekrar terasa çıkmışlardı. Vefik Paşa, kızına sordu:
– Nerelerde dolaştın, Cavidan?
– Bağın tâ öbür ucuna kadar gittim… Mehtapta bağların içinde yürümek ne kadar güzel oluyor baba… Hiç dikkat etmemiştim… Topraklar baştan başa çıplak, ağaçsız… sade sıra sıra kütüklerin küçük gölgeleri var… Birdenbire karşı taraflardan bir keman sesi gelmeğe başladı… Meşhur “Şark Noktürn”ünü çalıyordu… Hem de ne güzel, ne fevkalâde bir çalış, baba…
Prens Vefik, ağır ağır başını sallayarak izah etti:
– “Ekseküsyon”un “fomö” bir şey olacağını tahmin etmem… Zannederim, mehtap senin “empresyonabilite”ni artırdı…
Sonra Münir Bey’e döndü:
– Bu “Şark Noktrünleri”, ne büyük şöhret kazandı… Nereye gitsem ona tesadüf ediyorum… Tasavvur et ki meyhane ve kahve gramofonları bile onu çalıyor… Mamafih ne de olsa Arapderesnin bu alaturka dekoru içinde bu “müzik” tuhaf düşüyor…
Ev sahibi cevap verdi:
– Size bundan daha tuhaf bir şey söyleyeceğim… Bu alafranga “Şark Noktrünleri”. bu alaturka Arapderesinde doğdu… Şark Noktrünleri bestekârı Hüseyin Kenan İzmirlidir. Hemen hemen burada, bu Bozyaka bağlarında büyüdü… Prenses, kemanın çok iyi çalındığını söylemekte hata etmedi… Çünkü onu bizzat bestekârın yayından dinledi. Hüşeyin Kenan, iki günden beri burada, dayısının bağında misafir bulunuyor…
Baba kız, hayret ve heyecanla birbirlerine bakıyorlardı. Münir Bey sözüne devam etti:
– Hüseyin Kenan, bağ komşum Saip Paşa’nın yeğenidir… Küçük yaşından beri tanırım. Mahcup, çekingen, nazlı bir çocuktu… Bazı sebeplerden dolayı Saip Paşa, kızkardeşini de, yeğenini de sevmiyordu. Saip Paşa, ikide birde belediye reisi intihap edilir, ikbal budalası bir adamdır… Nedense hemşirezadesinin adam olamayacağına inanıyor, onu esnaf yapmayı istiyordu. Ben tavassuf ederek Mühendis mektebine yazdırdım… Mektebi güçlükle bitirdi. Birkaç sene küçük memuriyetlerde dolaştığını, bir zaman da İstanbul’da musiki dersleri vererek fakirhane yaşadığını işitiyordum. Hâlâ unutmam, bir gün Saip Paşa’ya tesadüf ettim. Kardeşine ve yeğenine karşı ateş püskürüyordu… Meğer Kenan, annesinin Kemeraltı’ndaki küçük dükkânını satıp Avrupa’ya gitmiş…
Üç dört sene ondan haber alamamıştım. Geçenlerde bir Avrupa mecmuasını karıştırıyordum. Gözüme Kenan’a benzeyen bir resim ilişti… Resmin altındaki yazıyı okudum: “Genç ve değerli Türk virtüozu Hüseyin Kenan” diyordu. Mecmuada bir de tenkid makalesi vardı ki, onun verdiği bir konserden bahsediyordu. Kenan, büyük istidanını teslim ettirmiş, konserin kendi bestelerine ait olan kısmı da çok beğenilmiş…
İstanbul matbuatının sermayesiz, dedikodusuz bir zamanıydı. Gazetelerden biri, Kenan için yazılan yazılardan birkaçını tercüme etti. Sonra, öteki gazeteler de, âdet olduğu üzre, ondan görerek sütun sütun bentler yazdılar. Avrupa, bir adamın ehliyet ve ehemmiyetinden bahsederse tabiî o adamdan artık şüphe etmeğe mahal kalmaz… Senelerce aramızda sefalet içinde yaşayan bu meçhul sanatkârı birdenbire göklere uçurdular, emsalsiz bir dâhi yaptılar. Kenan, gölgede yaşayacak bir şahsiyet değildi. Fakat söyledikleri gibi, bir dâhi de olduğuna inanmıyordum. “Şark Noktrünleri”nin gördüğü büyük rağbet, onun şöhretini artırdı… Kenan’ın mutlaka sürüneceğini söyleyen, daima bunun için üç sene mühlet veren Saip Paşa’nın şimdi onunla ne kadar iftihar ettiğini bilemezsiniz. Geçenlerde İzmir’deki edebi mecmualardan birinde kendi resmini neşrettirdi. Altında “Şehrimizin Belediye Reis-i Muhteremi ve bestekâr Hüseyin Kenan Bey’in dayısı Saip Paşa Hazretleri” yazısını okuduğum vakit gülmekten katılıyordum.
Kenan, dayısının ısrarları üzerinde iki, üç aylığını İzmir’e geldi… Bu müddet zarfında yeni bir eserini de tamamlayacakmış… Dün sabah bana uğramıştı… Eseri hakkında malûmat istedim.. Paris’te tanıdığı Suriyeli bir şair kaleminden çıkma bir opera… Onu besteliyor… Mevzu, Harunür Reşid zamanına ait güzel bir hikâye… Vakayı çok iyi anlamış ve duymuş… Bu işi muvaffakiyetle başrabilirise Kenan, zamanımızın meşhur bir artisti olacak.
Vefik Paşa ve Cavidan, bu sözleri derin bir alâka ile dinlemişlerdi. İhtiyar prens, telleri sayılacak kadar seyrek sakallarını çekiştirerek:
– Aziz arkadaşım, dedi, ikramlarını unutamayacağız… Fakat bizi ziyade memnun etmek için ne yapacaktın, biliyor musun? Bu gece bu şayan-ı dikkat genci de davet edecektin…
Cavidan, hararetle babasını tasdik etti:
– Bu genci tanıdığımıza çok memnun olacaktık… Ev sahibi gülümsedi.
-Emredersiniz, dedi kaybolmuş bir şey yok… Yarın gece onu da davet ederiz. Hatta isterseniz şimdi bile mümkün… ne kadarcık yer… Zeynel’i göndereyim, gelmesini rica edeyim…
Bu, güzel bir fikirdi. Baba kız memnuniyetle birbirlerine baktılar.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Pembe ve Yusuf

Editor

Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk

Editor

Ellery Queen – Y’nin Esrarı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası