Sevgiye dörtelle sarılma, yaratıcılığın tehlikeleri, hafızanın esrarı, doğaüstünün doğası… Stephen King
bizlere büyüleyici olduğu kadar ürkütücü bir roman sunuyor.
Kötü talihi Edgar Freemantle’yi inşaat alanında yakalar. Üstüne düşen vinç sağ kolunu koparır, konuşma ve düşünme yetisini hasara uğratır. Mutlu evliliği aniden biter, nekahet dönemi karabasana dönüşür. Edgar kazadan sağ kurtulduğuna pişmandır. “Coğrafi bir deği-şiklik” yapıp çok uzaklara gitmesini öneren psikiyatrı, “Neyin onu mutlu ettiğini,” sorar. “Resim yapmak,” yanıtını alır. Edgar, Florida sahilinde Duma Adası’nda ev kiralar. Meksika Körfezi’ndeki muhteşem günbatımı ona resim yapmasını fısıldar. Ve Edgar resim yapma-ya başlar. Edgar münzevi yaşamının duvarlarını yıkar, dostlar edinmeye başlar. Kendi yaralarından söz etmekten çekinen ve onunla aynı hamurdan yoğrulmuş Wireman’la kökleri Duma Adası’nın derinliklerine uzanan yaşlı Elizabeth’le tanışır. Harikalar yaratan becerisi onun silahı olur. Elizabeth’in geçmişinden sayfalar açılıp kadının çocukluğundaki hayaletler ortaya çıkınca onarılmaz yıkımlar başlar…
YAZAR HAKKINDA
King, kırktan fazla roman ve iki yüz tane kısa hikâye yazmıştır. 2003’te Amerikan Edebiyatı’na yaptığı seçkin katkılardan dolayı Ulusal Kitap Vakfı tarafından madalya verilmiştir, Kanadalı Kitapçılar Derneği’nce Ömür Boyu Başarı Ödülü olan Libris Ödülü’ne layık görül-müştür. 2007’de Amerikalı Gerilim Yazarları tarafından Büyük Usta unvanı verilmiş, “The Man in the Black Suit” hikâyesiyle O. Henry Ödülü’nü kazanmıştır. 2007 En İyi Amerikan Kısa Hikâyeleri’nin de editörüdür. Bir Aşk Hikâyesi, Cep, Kara Kule Serisi, Ke-mik Torbası, Yazma Sanatı ve Yeşil Yol dünyada en çok satan romanlar arasındadır. King, karısı romancı Tabitha King ile Maine, Bangor’da yaşamaktadır.
***
Bellek… içsel bir söylentidir.
-GEORGE SANTAYANA
Hayat aşk ve zevkten ötedir.
Ben bu dünyaya define bulmaya geldim.
Eğer oyunu kuralına göre oynayacaksan bedelini ödemek zorundasın Bu kural asla değişmez Hepimiz bu dünyaya define bulmaya geldik.
-SHARK PUPPY
Resim Nasıl Çizilir (I)
Boş bir yüzeyde başlayın. Bunun kâğıt veya tuval olması şart değil, ama beyaz olması gerektiğini düşünüyorum. Buna beyaz, diyoruz çünkü bir kelimeyle açıklamamız lazım; ama asıl adı hiçbir şey. Siyah ışığın yokluğudur, ama beyaz belleğin yokluğudur; hatırlayamamanın rengi.
Hatırlamayı nasıl hatırlarız? Duma Adasındaki günlerimden beri kendime sık sık sorduğum bir sorudur bu, çoğu zaman sabahın ilk saatlerinde, ışığın yokluğuna bakarak artık olmayan dostları hatırlarken. Bazen bu saatlerde ufuk hakkında düşünürüm. İnsanın bir ufuk çizgisi belirlemesi lazım. Beyazı işaretlemek için. Bu kolay, diyebilirsiniz ama dünyayı yeniden yapacak her hareket kahramanlıktır. Ya da ben buna inanır oldum.
Gözünüzün önüne minik bir kız çocuğu getirin, bebek sayılacak kadar küçük. Bu kız doksan yıl önce at arabasından düşüp başını taşa çarpmış ve her şeyi unutmuş. Sadece adını değil, her şeyi! Sonra bir gün, eline bir kalem alıp beyaz üstüne o ilk titrek işareti yapacak kadar bir şey hatırlamış. Bir ufuk çizgisi, tabii. Ama aynı zamanda içindeki siyahlığın boşalacağı bir oluk.
O küçük elin kalemi aldığını… tereddütler içinde beyazın üstüne işaret bırakışını gözünüzün önüne getirin. Dünyanın resmini yaparak onu tekrar kurmak için o ilk çabanın nasıl bir cesaret istediğini düşünün. Bana nelere mal olduğuna bakmaksızın o küçük kızı hep seveceğim. Sevmeliyim. Başka seçeneğim yok.
Sizin de bildiğiniz gibi, resimler büyülüdür.
1 — Öbür Hayatım
I
Benim adım Edgar Freemantle. Eskiden inşaat ve müteahhitlik işinde önemli biriydim. Bu, ben Minnesota’daykendi, öbür hayatımda. Bu öbür-hayatım işini Wireman’dan öğrendim. Size Wireman hakkında birkaç şey söylemek istiyorum, ama önce şu Minnesota kısmını bitirelim.
Söylemem gerek: oradayken başarılı Amerikan-genci ifadesinin gerçek bir örneğiydim. Çalışmaya başladığım şirkette yükseldim, sonra orada daha yüksek yer olmadığı için ayrılıp kendi işimi kurdum. Ayrıldığım şirketin patronu bana güldü ve bir yıla kalmaz beş parasız kalacağımı söyledi. Sanırım, hırslı bir genç kendi işini kurmaya karar verdiğinde çoğu patron bunu söyler.
Benim durumumdaysa, her şey yolunda gitti. Minneapolis-St. Paul yükseldikçe Freemantle Şirketi de yükseldi. İşler durulduğu zamanlarda büyük oynamaya kalkmadım. Ama içgüdülerime kulak verdim ve çoğu zaman da işe yaradı. Elli yaşıma geldiğimde Pam’le benim kırk milyon dolar servetimiz vardı. Ve hâlâ tutumlu yaşıyorduk. İki kızımız vardı, kendi Altın Çağ’ımızın sonundayken kızım ilse Brown Üniversitesi’nde, Melinda ise Fransa’da konuk öğretmenlik yapmaktaydı. İşlerin ters döndüğü sırada karımla birlikte onu ziyaret etmeyi düşünüyorduk.
inşaat alanında bir kaza geçirdim. Aslında çok basit bir kuraldı; bir kamyonet, her ne kadar Dodge Ram marka kocaman bir şey de olsa, on iki katlık bir vinçle tartışmaya girdiği taktirde, her zaman kaybetmeye mahkûmdur. Kafatasımın sağ yanı sadece çatladı. Sol yanıysa kamyonetin serenine öyle sert çarptı ki, üç yerinden birden çatladı. Ya da beş yerinden. Hafızam eskisine göre çok daha iyi, ama bir zamanlar olduğu halin den hâlâ çok uzakta.
Doktorlar kafama olan şeyin bir karşı darbe yarası olduğunu söylediler; bu tip yaralanmalar ilk darbeden çok daha fazla hasar bırakabiliyormuş. Kaburgalarım kırılmış, sağ kalçam paramparça olmuştu. Her ne kadar sağ gözümün görme yetisinin yüzde yetmişini (iyi günlerimde daha da fazla) tekrar kazandıysam da, sağ kolumu tamamen kaybetmiştim.
Hayatımı kaybetmem gerekirdi, ama öyle olmadı. Bu karşı darbe şe- yi yüzünden zihinsel özürlü olmam da bekleniyordu, önceleri gerçekten de öyle olmuştu, ama sonra geçti. Geçti gibi. Geçtiğinde karım gitmişti;yani, öylesine gitmek değil. Yirmi beş yıllık evliydik, ama ne derler bilirsiniz: insan boka bulaştı mı, her yanı boka bulanıyor. Artık fark etmez, diyorum; giden gitti. Bittiyse bitti. Bazen böylesi iyi oluyor.
Zihinsel özürlü derken kastettiğim şey, önceleri kimseyi tanımıyordum… karımı bile… ve neler olduğunu bilmiyordum. Neden bu kadar canımın yandığını anlayamıyordum. Şimdi, aradan dört yıl geçtikten sonra bunun nasıl bir acı olduğunu hatırlamıyorum. Canımın çok yandığım biliyorum, korkunç bir acı olduğunu da, ama şimdi hepsi çok soyut geliyor. O zamanlar soyut değildi ama. O zamanlar cehennemde gibiydim ve neden buraya düştüğümü anlayamıyordum.
Önceleri öleceğinden korkuyordun, sonra da ölmeyeceğinden korkmaya başladın. Wireman böyle diyor; o bunu iyi bilir; onun da cehennemde bir mevsim geçirmişliği vardır.
Her an her yanım acıyordu. Alnınım gerisinde hiç durmadan çınlayan bir baş ağrısı vardı, dünyanın en büyük saatçi dükkânında her an gece yarısı gibiydi. Sağ gözüm haşat olduğu için dünyayı ince bir kan perdesi ardından görüyordum ve dünyanın ne olduğunu pek anlayamıyordum. Hiçbir şeyin adı yoktu. Pam’in odada olduğu bir günü hatırlıyorum… hâlâ hastanedeyken… yatağımın yanında ayakta duruyordu. Sağ tarafımda oturabileceği bir yer olduğu halde ayakta durmasına çok kızmıştım.
“Arkadaşını içeri alsana,” dedim. “Oraya arkadaşını oturt.”
“Ne demek istiyorsun, Edgar?” diye sordu.
“Arkadaşını, o dostunu!” diye bağırdım. “O hıyar dostunu içeri alsana diyorum, aptal karı!” Baş ağrısından ölecek gibiydim; karım ağlamaya başladı. Buna sinir oluyordum. Onun ağlamaya hakkı yoktu, çünkü kafesin içine tıkılan ve her şeye kırmızı bir perdenin ardından bakan o değildi. Kafese tıkılmış maymun o değildi. Sonra kendimi topladım. “O arkadaşını içeri al ve koltuğa osurun!” Hoşaf olmuş beynimle ne demek istediğimi ancak bu kadar ifade edebiliyordum.
Her an öfkeliydim. İki yaşlı hemşire vardı, onlara Apışarası Bir ve Apışarası İki adını takmıştım, müstehcen bir hikâye karakterleri gibi. Bir hastabakıcıya da Pastil adını vermiştim; nedense bu da bana cinsellikle ilgili bir şey çağrıştırıyordu. Gücüm yerine gelince etrafımdakilere vurmaya çalıştım. İki kez Pam’i bıçaklamaya çalıştım, bunlardan birinde de başarılı oldum, ama elimde plastik bıçak vardı. Ama yine de kolunun üstüne birkaç dikiş atılması gerekti. Bazı zamanlar beni bağlamak zorunda kalıyorlardı.
Hayatımın o kısmıyla ilgili hatırlayabildiğim en net şey şu: bir aydan beri kalmakta olduğum pahalı bir dinlenme kliniğinde sıcak bir öğleden sonrası… klima bozuk, yatağıma bağlanmışım, televizyonda bir pembe dizi kafamın içinde çınlayan binlerce çan, sağ tarafım akkor olmuş bir ocak demiri gibi yanıyor, bir yandan olmayan sağ kolum kaşınırken olmayan sağ elimin parmakları seğiriyor; bir süre daha ağrı kesici verilmeyecek (ne kadar süre olduğunu bilmiyorum, çünkü zaman kavramım yok) o sırada kırmızı perdemim içinden bir hemşire yüzerek çıkıyor, kafesteki maymuna bakmak için gelen bir yaratık gibi yanıma gelip, “Karınızla görüşmeye hazır mısınız?” diye soruyor. “Beni vurmak için bir tabanca getirdiyse, evet,” diyorum.
İnsan böyle bir acının geçeceğini sanmıyor, ama geçiyor işte. Sonra eve gönderiyorlar ve fiziksel rehabilitasyon işkencesi başlıyor. Görüşümü kaplayan kırmızılık çekilmeye başladı. Hipnoterapide uzmanlaşmış bir psikolog kopmuş kolumda duyduğum ağrılar ve kaşınmalarla başa çıkabilmem için bana bir iki güzel teknik öğretti. Bu adam Kamen’di. Bana Reba’yı getiren de Karnen oldu: Öbür hayatımdan düşe kalka çıkıp Duma Adası’ndakine geçerken yanıma aldığım tek tük şeyden biri de buydu.
“Bu, öfke yönetimi konusunda onaylanmış bir psikolojik tedavi değildir,” demişti Dr. Karnen, ama Reba’yı daha çekici göstermek için yalan söylüyor da olabilirdi. Bu bebeğe nefret ettiğim bir isim vermemi söylediği için ben de ona küçükken havuçlarımı bitirmediğim için parmaklarımı çimdikleyen teyzemin adını verdim. Ama bebeği aldıktan iki saat sonra adını unuttum. Aklıma sadece beni daha çok sinirlendiren erkek isimleri geliyordu: Randall, Russell, Rudolph, River-sıçtığımın-Phoenix.
Artık eve getirilmiştim. Pam elinde kahvaltı tepsimle içeri girdi; yüzümdeki ifadeyi görmüş olmalıydı, çünkü benim patlamama karşı kendisini hazırladığı belli oluyordu. Her ne kadar psikologun bana verdiği bu kırmızı öfke bebeğinin adını unuttuysam da, böyle bir durumda nasıl kullanmam gerektiğini hatırlıyordum.
“Pam,” dedim. “Kendimi kontrol edebilmem için bana beş dakika ver. Bunu yapabilirim.”
“Emin misin…”
“Evet. Şimdi o tepsiyi al, bir tarafına sok. Ben bunu yapabilirim.
“Bunu yapabilirim,” dedim ve nasıl göründüğümü Tanrı bilir, çünkü Pam elinde tepsiyle tek kelime etmeden gerileyip odadan çıktı.
Karım gittikten sonra bebeği yüzüme doğru yaklaştırdım, parmaklarımı yumuşak dokusuna gömüp o aptal mavi gözlerine baktım. “Senin adın ne, yarasa suratlı orospu?” diye bağırdım bebeğe. O sırada mutfaktaki interkomda Pam’in ve gündüz hemşiresinin dinliyor olabilecekleri hiç aklıma gelmedi. Ama şunu söyleyeyim, interkom bozuk olsaydı bile yine beni işitirlerdi. O gün sesim iyiydi.
Bebeği ileri geri sarsmaya başladım. Kafası yana düştü, kıvırcık kızıl saçları koptu. Kocaman karton mavi gözleri çizgi filmdeki Betty Boop gibi ouu, seni kötü adam! der gibiydi.
“Adın ne, kaltak? Adın ne, orospu? Adın ne, üç kuruşa vuruşan, şıllık? Adını söyle! Adını söyle! Adını söyle, yoksa gırtlağını keser, burnunu koparır, gözlerini…”
O anda beynim bir çapraz -bağlanma kurdu; dört yıl sonra Edgar Freemantle’nin üçüncü hayatını yaşadığı yer olan Meksika’nın San Luis Potosı eyaletindeki Tamazunchale kasabasında bu bağlanma hâlâ oluyor. Bir anlığına yine kamyonetimdeydim, yolcu taralının ayak ucundaki klipsli not defterim çelik yemek kutuma çarpıp takırdıyordu (acaba hâlâ işyerine yemek kutusunu götüren tek Amerikalı milyoner ben miyim, diye düşünmüştüm?) Dizüstü bilgisayarım yan koltuktaydı. Radyoda bir kadın sesi ateşli bir heyecanla, “KIRMIZIYDI!” diye haykırıyordu. Sadece bu kadardı, ama yeterdi. Bu şarkı, güzel kızı fahişe olan zavallı bir kadın hakkındaydı. Adı “Fancy” söyleyen Reba McEntire’ydi.
“Reba,” diye fısıldayarak bebeği kucakladım. “Sen Reba’sın. Re- ba-Reba-Reba. Bir daha hiç unutmayacağım.” Ne var ki, unuttum… ertesi hafta… ama bu defa öfkelenmedim. Hayır. Bebeği sevgiyle kucağıma alıp gözlerimi kapadım ve kazada kullanılmaz halde olan kamyoneti hayal ettim. Klipsli defterimin çelik yemek kutuma çarpışını gözümün önüne getirdiğim sırada radyoda aynı kadının duygulu sesi geldi. “KIRMIZIYDI!”
Dr. Karnen bunu büyük bir atılım olarak değerlendirdi. Heyecanlanmıştı. Karım o kadar heyecanlanmışa benzemiyordu, yanağıma kondurduğu öpücükse görev gereği gibiydi. Sanırım bundan iki ay sonra da boşanmak istediğini söyledi.
II
O zamana kadar sancılarım ya azalmıştı ya da beynim bununla başa çıkabilmem için çok önemli uyarlamalar yapmıştı. Baş ağrılarım hâlâ vardı, ama eskisi kadar sık ve şiddetli değildi; artık kulaklarımın arasındaki dünyamn en büyük saatçi dükkânında her zaman gece yarısı olmuyordu. Saat beşte Vicodin, sekizde Osycontin almayı hep dört gözle bekliyordum, çünkü bu iki sihirli hapı yutmadan parlak kırmızı Kanada yapımı koltuk değneklerimle yürümeye çalışmam mümkün değildi. Ama yeniden oluşturulan kalçam iyileşmeye başlıyordu.
Rehabilitasyon Kraliçesi Kathi Green, Mendota Heights’deki Freemantle malikânesine pazartesi, çarşamba ve cuma günleri geliyordu. Seanslarımızdan önce fazladan bir Vicodin alma iznim vardı, ama yine de çalışma bitene kadar çığlıklarım bütün evi kaplardı. Bodrumdaki hobi odamızı bu terapi salonuna çevirmiştik; özürlüler için özel bir sıcak banyo küveti bile vardı, iki ay süren işkenceden sonra artık akşamları buraya tek başıma inip bacak egzersizlerimi iki kat artırarak karın kaslarımı da çalıştırmaya başlamıştım. Kathi yatmadan birkaç saat önce bu egzersizle endorfin salgılanacağını ve daha rahat uyuyabileceğimi söylemişti.
İşte böyle bir gece, egzersizle endorfin avlamaya çalışırken çeyrek yüzyıllık karım aşağıya indi ve benden boşanmak istediğini söyledi.
O anda durdum… mekik çekiyordum… ve ona baktım. Ben yerde bir mat üstünde oturmuştum. Pam temkinli bir mesafede, odanın karşı ucundaki merdivenlerin başındaydı. Ona, ciddi misin, diye sorabilirdim, ama floresan ışık salonu fazlasıyla aydınlatmaktaydı; sormam gerekmedi. Hem zaten bu, kocası altı ay önce geçirdiği kaza sonucu ölümden dönen bir kadının espri yapacağı bir konu değildi. Neden, diye sorabilirdim, ama biliyordum. Hastanede yemek tepsimdeki plastik bıçakla kolunda açtığım yara izi hâlâ duruyordu; üstelik bu, yaptığım başka şeylerin yanında en hafifiydi. Aklıma daha kısa bir süre önce elindeki tepsiyi bir tarafına sokmasını söyleyişim geldi. Önce ona, hiç değilse biraz düşünmesini söylemek istediysem de, birden yine içimdeki öfke kabardı. O günlerde Dr. Kamen’in uygunsuz öfke dediği şey yanımdan ayrılmayan çirkin bir dostum gibiydi. Ama, o anda hissettiklerim hiç de uygunsuz gelmiyordu?
Gömleğimi çıkarmıştım. Sağ kolum omzumun on santim altında bitiyordu, Ona seğirdim… kalan kaslarımla yapabileceğim en iyi şey seğirtmekti. “Bunu,” dedim. “Sana yaptığım mucuk olarak gör. Eğer istediğin buysa, def ol git buradan. Def ol, seni kalleş omospu.”
Karımın gözlerinden yaşlar süzülüyordu, ama gülümsemeye çalıştı. Çok zorlandığı belliydi. “O kelime omospu değil, Edgar,” dedi. “Orospu, demek istedin.”
“Ne dediysem o, işte,” dedim ve tekrar mekik çekmeye başladım. Tek kolla mekik çekmek zor işti, insanın dengesi bozuluyordu.
“Ben olsaydım, seni terk etmezdim, mesele bu. Ben seni terk etmezdim. Bütün o kanlı, sidikli, çamurlu günleri göğüslerdim.”
“Bu çok farklı,” dedi Pam. Yüzünü silmeye kalkışmadı. “Farklı olduğunu sen de biliyorsun. Ben öfke krizine kapılırsam seni ikiye ayıramam.”
“Tek kolumla seni ikiye ayırmak için bayağı uğraşmam gerekir,” dedim mekikleri hızlandırarak.
“Bana bıçak sapladın.” Sanki bütün mesele buymuş gibi. Öyle olmadığını ikimiz de biliyorduk.
“Ufak, plastik bir şeydi, neredeyse aklımı kaçırmış haldeydim, herhalde ölmü döşüğünde geberirken bile son sözlerin ‘Eddie beni plastik bacakla kıçakladı, elveda zalim dünya, diyeceksin.”
“Beni boğmaya çalıştın,” dedi zor duyabildiğim bir sesle.
Mekik yapmayı bırakıp ona baktım. Kafamın içinde saatçi dükkânı yine çınlamaya başlamıştı. “Ne diyorsun, seni boğmaya mı çalıştım? Seni hiç boğmaya kalkmadım.”
“Hatırlamadığını biliyorum, ama bunu yaptın. Artık aynı adam değilsin.”
“Bırak tıraşı. Bu edebiyatı o herife… senin…” Kelimeyi biliyordum, adam gözümün önüne geliyordu ama bir türlü aklıma gelmiyordu. “Ofisine gittiğin o kel kafalı herife sakla.”
“Terapistim,” dedi Pam tabii, bu beni daha da öfkelendirdi; kelimeyi o hatırlamış, ben bulamamıştım. Çünkü onun beyni benimki gibi çalkalanmamıştı.
“Boşanmak mı istiyorsun, boşanabilirsin. Her şeyi at gitsin, değil mi?
Ama şu timsah işini git başka yerde yap. Def ol git buradan.”
Pam merdivenleri çıktı, arkasına dönüp bakmadan kapıyı kapadı. O gidene kadar da, timsah gözyaşları demek istediğimi anlayamadım. Timsah gözyaşlarını başka yerde dök, demek istemiştim.
Her neyse. Yine de çok uzak değilmişim. Wireman olsa böyle derdi.