“Aradığınız kişiye ulaşılamıyor lütfen daha sonra yeniden arayınız.”
“Bu nasıl bir şey ya, bu nasıl bir kaygısızlık?” diye yeniden söylenmeye başladı; bir yandan da giyiniyordu. Yanına gidecek gözlerinin derinlerine bakarak bu davranışının hesabını soracaktı. Onu böyle üzmeye kimsenin hakkı olamazdı, o nasıl yapardı? Apar topar çantasına koyduğu birkaç parça giysiden emin olamadı, zira sevdiğine hesap sorduktan sonra Antalya’ya gidecek ve orada uzun bir süre kalacaktı. Kafasındaki karmaşa yüzünden neyi alıp, neyi almadığının farkında değildi. Arabasına bindiğinde öfkesi sevdasına yenik düşmüştü; bağırıp çağırdıktan sonra ona sıkı sıkı sarılıp “Bir tanem seni çok merak ettim, neden böyle yapıyorsun, merak edeceğimi biliyorsun; hatta sana ulaşamadığımda delirdiğimi de biliyorsun” diyecek, dudaklarını dudaklarına birleştirecek, sonra intikam alırcasına ısıracaktı. Sonra ikisi de gülüşecekler ve hiçbir problem kalmayacaktı… Adı gibi biliyordu sanki, ya adını, adını biliyor muydu?
Beş yıl, koskoca bir beş yıldı geride bıraktığı… Nasılda geçmişti onca yıl, o güne kadar hiç hesap etmemişti. Zaten her şeyi hesapsız değil miydi? Yıllarca sevginin peşinde koşmuş ve zaman zaman başarısız girişimleri olmuştu. Yılgındı gerçek sevgiyi, ölümsüz sevdayı aramaktan. Uzun yıllar içe dönük yaşamış, insanlardan kaçar hale gelmişti âdeta. En azından oyalanacak bir şeyler bulmalıyım düşüncesi ile bir bilgisayar almış, mesleğinin rakamsal vazgeçilmesi bu cihazın, muhasebenin dışında iletişime de yaradığını keşfetmişti. Haberleri, çeşit çeşit site ziyaretleri biraz olsun renk katmıştı yaşamına. Yaz tatili için yanına gelen kızı onu bir arkadaşlık sitesine üye yapmıştı üstelik. Çok sevdiği tek çocuğu, serveti, biricik kızı ondan ayrılıp okumak için başka şehre giderken gözü arkada kalıyor, onun ev ile iş arasında mekik dokumanın dışında hiçbir sosyal yaşamının olmayışına üzülüyordu.
***
“Seher”
Seher, kadın için aklına ilk geliveren bir isimdi. Çıkıvermişti işte ağzından ve yazmıştı elleri, geri dönüşü de yoktu artık; adı “Seher”di bundan böyle. İşte tam da o saniyeden sonra, parmakları tarafından konulan yeni adını, gerçek ismi kadar benimseyecek, en önemlisi de gerçek ismine yabancılaşıp, artık seslendiklerinde sadece bu isme cevap verecek ve gerçek ismini neredeyse unutacaktı. Adam sadece “ güzel bir isim” dedi. Sıra ona gelmişti.
” Sizin?”
“Düşgezgini”
“Düşgezgini… Bu nasıl bir isim?” diye düşündü Seher ve tekrar sordu:
“Gerçek isminiz nedir?”
Düşgezgini, gerçek adını söyledi söylemesine de Seher’in aklında sadece “Düşgezgini” kaldı. Belki de bu adı daha çok yakıştırdı.
Paylaşacak yaşanmışlık olmadığı için konu bulamadılar; havadan, sudan mini muhabbetin ardından “tanıştığımıza memnun oldum” sözlerinden sonra “iyi geceler” dilediler.
***
Aradan geçen günlerin önemi yoktu, kaç ay geçtiğini de saymadılar. Zamanı ikiye bölmüşlerdi âdeta; dünyalıların gündüz dediği saatler onlara karanlık geliyor, kötülüklerin kol gezdiği karanlıklar ise onların yaşadığını hissettiği dakikalardı. Birbirinin güneşi olmuşlar, ayrı bir dünya kurmuşlardı. Resmiyet ortadan kalkmış, senli benli konuşmalar başlamış, duyguları şiir olup akmıştı. “Yaz Seher Yeli, yüreğini kelimelere akıt” diyordu adam. Seher’in kelimeleri utanç çemberinin merkezinde yığılıp kalıyor, savurmaya çalıştıkça çemberin köşesiz kenarlarından yayın fırlattığı ok misali gibi geri dönüp merkeze çakılıyordu. Bir türlü özgür bırakamıyordu kendini… Onun ise aşk zehri bulaşmış kelimelerinin hedefi Seher’in kalbiydi. Alıp götürüyordu Düş diyarına.
“Ben de deneyeceğim.” derken içinden: “Erkeğin kadını hoşnut etmesi aslında hiç de zor değildir. Yeter ki ruhunu okşayacak noktayı keşfedebilsin. Tıpkı sevişirken vücudunun en hassas noktalarına onu ürpertecek yerlerine dokunmak gibidir bu his. Ve… Bir erkek yeter ki istesin. Mutlu edemeyeceği kadın yoktur ya da başka bir deyişle her kadın, isteyen bir erkek tarafından mutlu edilebilir hem de sonsuza dek…” diye geçirdi.
***
“Bir terslik var bebeğime bir şey oluyor! Lütfen hemen bakar mısınız?” dedi. Gözyaşları yanaklarından aşağıya süzülürken, eli ayağı titriyordu. Doktor sakin olmasını telkin ederken, birlikte bebeğin yanına gittiler. Küçük bir gözle muayene sonrası “herhangi bir terslik olmadığını, durumunun normal olduğunu…” söyleyip gitti. Yine de endişeliydi Seher; sabaha kadar başından ayrılmadı, gözlerini kırpmadan izledi. Tan yeri ağarmak üzereyken bebişi, annesinin parmağını sıkıca tutup, son kez gözlerini açarak gülümsedi, ruhu veda ederken…
Pencereyi açıp kendini aşağıya bırakmak istedi, kanatları yeni oluşan meleğini bağrına basarak… Aşağıya doğru kocasına bağırdı,
“Ali… Aliiii ”
Her şeyi yeniden, yenibaştan yaşıyordu sanki… Çığlıkları boğazına tıkıldı, gözlerinden sel gibi yaşlar akıyordu. Bilgisayarın alt köşesinde “Düşgezgini oturum açtı” yazdı.
“Seher Yel’im, orada mısın? İnternet bağlantısı koptu ve bir süre gelmedi. Meraktan çıldırdım, ne olur bir ses ver!” diyen bir ileti.
Seher’in çığlıkları parmaklarındaydı. Aynı hastane koridorundaki gibi feryat eden metinler yazmaya başladı ardı ardına.
“Gitti, bebeğim gittiii!”
“Gitti, bebeğim gittiii!”
“Gitti, bebeğim gittiii!”
Düşgezgini ne olduğunu anlayamamıştı,
***
Doktoru Nebahat Hanım’ı hatırladı birden, “Bak Seher hayatınla oynuyorsun, vücudunun biraz dinlenmesi lazım. Üst üste hamilelik seni zayıf düşürdü, dinle beni!” demişti.
“Ölümüm pahasına da olsa doğuracağım mutlaka; bu sefer evet, bu sefer her şey yolunda gidecek eminim!” dediği için Nebahat Hanım çaresiz yardımcı oldu.
Doğurdu bu sefer, yedi aylık da olsa doğurdu bir kese kâğıdının içine sığacak kadar küçük kızı. Prematüre doğan bebeği, simsiyah geldiği dünyada ilk nefesini ciğerlerine doldurduğunda çığlık çığlığa bağırıyordu. “Ne güzel bir duyguydu yarabbi!” diye düşündü.
***