DÜŞMAN ÂŞIKLAR – Melanie Milburne
~ BİRİNCİ BÖLÜM ~
SABAHIN erken saatlerinde, Andreas’ın telefonu çaldı. Arayan küçük kız kardesi Miette idi.
“Babam öldü.”
Normal sartlar altında bu iki kelimenin bir duygu fırtınası yaratması gerekirdi. Ama Andreas için, babasıyla yollarının kesistiği nadir durumlarda mutlu aile tablosu çizmekten kurtulmak anlamına geliyordu. “Cenaze ne zaman?”
“Persembe,” dedi Miette. “Gelecek misin?”
Andreas, otel odasındaki büyük yatakta, yanında uyuyan kadına baktı. Çenesini sıvazlayıp, derin bir iç geçirdi. Ölmek için en münasebetsiz zamanı seçmek babası için olağan bir seydi. Bu hafta sonu, Washington DC’de, Portia Briscoe’ya evlenme teklif etmeyi planlamıstı. Bunu da yaptığında isini tamamlamıs olacaktı. Hatta yüzüğü bile almıs, cüzdanında tasıyordu. Simdi bu teklifi yapabilmek için baska bir fırsat beklemek zorundaydı. Ölüm tarihi bile olsa, nisanlılığının ya da evliliğinin babasıyla en ufak bir ilgisi olmasını istemiyordu.
“Andreas?” Miette’nin sesi onu daldığı düsüncelerden uyandırdı. “Gelebilirsen çok iyi olur. Babam için değil, benim için. Annemden sonra cenazelerden ne kadar nefret ettiğimi biliyorsun.”
Annesini ve onun nasıl acımasızca ihanete uğradığını düsününce, öfkeyle kasıldı. Onu öldürenin kanser değil, bu ihanet olduğundan emindi. Zor ve yorucu kimyasal tedavi seanslarıyla uğrasırken, kocasının baska bir kadınla birlikte olduğunu öğrenmek, ruhunu ve kalbini paramparça etmisti.
Sonra, neden olduğu zararı ikiye katlarcasına, Nell Baker ile herkesle düsüp kalkan, utanmaz kızı Sienna, utanmadan annesinin cenazesine gelmis ve töreni ucuz, basit bir pembe diziye dönüstürmüslerdi.
“Orada olacağım,” dedi.
Ama o küçük, öfkeli sürtük Sienna Baker gelmese daha iyi olacaktı.
.
Cenaze için Roma’ya vardığında, Sienna’nın ilk gördüğü insan Andreas Ferrante oldu. Aslında öncesinde bedeni onun varlığını hissetmis, sonra görmüstü. Ana giris kapısından adımını attığı an, sırtında bir ürperti olmus, kalbi deli gibi atmaya baslamıstı.
Onu yıllardır görmemis olmasına rağmen, orada olduğunu biliyordu.
Katedralin ön sıralarından birinde oturuyordu. Arkası dönük olsa da onun her zamanki gibi muhtesem olduğunu görebiliyordu. Damarlarında tasıdığı aristokrat kan, zenginlik, güç ve statü ile birlesmis, etrafında farklı, gizemli bir hava yaratmıstı. Yanında oturan siyah giysili adamlardan birkaç santim daha uzundu. Dalgalı, esmer saçları ne uzun ne kısaydı, ama kesiminin usta bir elden çıktığı belliydi.
Basını çevirip, yanında oturan genç kadına bir seyler söyledi. Sadece yandan görmek bile, Sienna’nın kalbinin yerinden hoplamasına yetmisti. Yıllardır onu aklından çıkartmaya çalısmıs, onu düsünmeye cesaret edememisti. Andreas onun geçmisinin, hem de çok utandığı geçmisinin bir parçasıydı. O zamanlar çok genç, aptal, saf, kendine güveni olmayan biriydi. Gerçeği çarpıtmanın nasıl sonuçlar doğurabileceğini düsünmemisti. Ama on yedi yasında biri bunu nasıl düsünebilirdi?
Birden, Andreas sanki kendisine bakıldığını hissetmis gibi basını çevirdi ve bakısları onun gözlerine kenetlendi. Ela gözlerle bulustuğunda sanki etrafta simsekler çaktı. Sonra o gözler, kısıldı, kısıldı ve karsısındaki böcekmis gibi bir ifade belirdi.
Sienna yüzüne kayıtsız bir gülümseme yerlestirmeye çalısarak, gümüs sarısı saçlarını geriye attı ve onun birkaç sıra arkasına oturdu.
Andreas’ın öfkesini hissetmisti.
Basit bir öfke de değil, hiddetle köpürdüğünü hissetmisti.
Yeniden ürperdi. Kanı dondu, dizlerinin bağı çözüldü. Ama bunların hiçbirini belli etmedi. Aksine serinkanlı bir tavır takındı. Keske sekiz sene önce de aynı seyi yapabilseydi.
Andreas’ın yanında oturan kadın son sevgilisiydi. En azından okuduğu gazeteler öyle yazıyordu. Portia Briscoe ile iliskisi, diğer sevgililerinden çok daha uzun sürmüstü. Öyle ki, Sienna nisan söylentilerinin doğru olup olmadığını merak etmeye baslamıstı.
Andreas Ferrante’nin âsık olacak bir adam olmadığını biliyordu. Her zaman onun ayrıcalığın ve basarının timsali, uslanmaz bir çapkın olduğunu düsünmüstü. Zamanı geldiğinde aristokrat kanına ve mirasına uyacak bir gelin seçecekti. Tıpkı kendisinden önce babasının ve büyük babasının yaptığı gibi… Ask bu tercihlerde söz konusu bile olmayacaktı.
Görünüste Portia Briscoe, sonraki neslin devamını sağlayacak Ferrante gelini olmak için mükemmel bir adaydı. Son derece özenli, klasik bir güzelliği vardı. Saçlarını ve makyajını yaptırmadan hiçbir yere gitmeyen kadınlardandı. Paçaları yıpranmıs, rengi solmus kot pantolon, eski bez ayakkabılar ve üzeri yemek lekeli tisörtle, aklına estiği an cenazeye gitmek, öyle bir kadının aklından bile geçmezdi.
Portia Briscoe sadece özel tasarımcıların giysilerini giyerdi. Hatta disleri ve porselen cildi sanki hiç lekelenme sorunu yasamamıs gibiydi. Sienna’nın aksine… Sienna iki yıl boyunca dis teli takmak zorunda kalmıstı. Hatta bu sabah bile çenesindeki sivilceyi gizlemek için epey uğrasmıstı.
Andreas Ferrante evleneceği kadınının bulunduğu yere ve konuma göre giyinen biri olmasını isteyecekti kuskusuz. Tabi yaptığı kötü tercihler ve düsüncesizce davranıslar yüzünden, geçmisinde tahmininden daha fazla utanç ve acı izler bırakan birini gelini olarak seçmezdi.
Evet, onun seçeceği gelin Portia gibi mükemmel biri olacaktı, Sienna gibi skandallar yaratan bir utanç kaynağı değil.
Törenin bitmesine yakın, Sienna kiliseden sessizce çıktı. Hiç hoslanmadığı bir adamın cenazesine gitmek zorunda hissetme nedenini hâlâ açıklayamıyordu. Ama gazetelerde onun kalp kriziyle öldüğünü okuyunca, aklına hemen annesi gelmisti.
Annesi Nell, Guido Ferrante’ye âsıktı.
Nell yıllarca Ferrante ailesi için çalısmıstı, ama Guido ona bir kez bile farklı gözle bakmamıstı. Nell, Guido Ferrante için sadece evinde çalısan bir hizmetkârdı. Evaline Ferrante’nin cenazesinde, annesinin neden olduğu skandalı da çok net hatırlıyordu. Gazeteciler, lese üsüsen akbabalar gibi, bu olayın üzerine atlamıslardı. Hayatının en utanç verici tecrübelerinden biriydi. Annesine iftira edildiğini, onun utançtan yerin dibine girdiğini görmek, Sienna’nın hâlâ belleğinde tasıdığı bir görüntüydü. Güçlü bir adamın merhametine sığınmayacağına o gün yemin etmisti. Kontrolü elinde tutan kisi kendisi olacaktı. Kendi kaderini kendisi çizecek, sırf kendisinden daha iyi sartlarda doğdukları ve paraları olduğu için baskalarının hayatını yönlendirmesine izin vermeyecekti.
Asla âsık olmayacaktı.
“Affedersiniz, Bayan Baker?” Ellili yaslarının ortalarında, iyi giyimli bir adam, ona yaklastı. “Sienna Louise Baker?”
Sienna omuzlarını diklestirdi. “Kim bilmek istiyor?”
Adam elini uzattı. “Kendimi tanıtmama izin verin. Adım, Lorenzo Di Salle, Guido Ferrante’nin avukatıyım.”
Sienna elini uzatıp, tokalastı. “Memnun oldum. Simdi izin verirseniz, gitmem gerek.”
Tam adım atacakken, avukatın sözleriyle durdu. “Guido Ferrante’nin vasiyetinin okunmasına siz de davetlisiniz.”
Sienna dönerek adama baktı. Ağzı bir karıs açık kalmıstı. “Anlayamadım!”
“Sinyor Ferrante’nin mallarının bir mirasçısı olarak, siz de…”
“Mirasçı mı? Ama neden?”
Sienna, adamın kendisine gülümseyerek baktığının farkında bile değildi. “Sinyor Ferrante size mirasından bir gayrimenkul bıraktı.”
“Ne gayrimenkulü?”
“Provence’daki Chalvy Satosu.”
Sienna’nın kalbi durur gibi oldu. “Bir yanlıslık olmalı. Orası Evaline Ferrante’ye ailesinden kalmıstı. Andreas’a veya Miette’ye kalması gerekmez mi?”
“Sinyor Ferrante, size kalmasında ısrar etti. Tabi bazı kosulların yerine getirilmesi sartıyla.”
Sienna’nın gözleri kısıldı. “Kosul mu?”
Lorenzo Di Salle gülümseyerek cevap verdi. “Vasiyet, yarın öğleden sonra saat üçte Ferrantelerin villasının kütüphanesinde okunacak. Sizi de orada görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.”
.
Andreas, kafese kapatılmıs kaplan gibi kütüphanede bir asağı bir yukarı dolanıp duruyordu. Yıllardır aile evine gelmemisti. On yedi yasındaki Sienna’yı çırılçıplak yatak odasında bulduğu o geceden beri… Küçük seytan, masum kurban rolü oynayıp, onu seks düskünü azgın bir adam gibi göstererek isin içinden sıyrılmıstı. Doğrusu rolünü çok iyi oynadığı da belliydi. Babasının onu vasiyetine dâhil etmesinin baska ne nedeni olabilirdi ki? Aralarında bir kan bağı ya da akrabalık yoktu. Sadece evlerinde çalısan hizmetkârın kızıydı. Para avcısı sürtüğün tekiydi. Para için bir kez evlenmisti, ama yaslı kocası ölüp, onu bes parasız bırakmıstı. Sonrasında hasta babasını kandırıp, sevgisini kazandığı belliydi. Andreas, annesinin Provence’daki evini Sienna’dan kurtarmak için her seyi yapabilirdi.
Ve her seyi derken, çok ciddiydi.
Kapı açıldı ve Sienna sanki kendi evindeymis gibi fütursuzca içeri girdi. En azından bugün üzerindeki giysi biraz daha uygundu. Kısa kot eteği günes yanığı uzun bacaklarını, beyaz bluzu da incecik belini ortaya çıkartmıstı. Yüzünde en ufak bir makyaj yoktu. Açık sarı saçlarını serbestçe omuzlarına bırakmıstı. Ve bu haliyle bile bir fotoğraf çekiminden geliyormus gibi görünüyordu.
Odadaki herkes nefesini tutmus bekliyordu. Andreas birçok kez buna tanık olmustu. Sienna’nın doğal güzelliği insanı anında etkisi altına alıyordu. Tepkisini saklamak için yıllarca çok uğrasmıstı, ama simdi bile Sienna’nın üzerindeki etkisini hissedebiliyordu, tıpkı dün kilisede hissettiği gibi. Onun kiliseye geldiğini görmeden anlamıs, hissetmisti. Saatine göz attıktan sonra küçümseyen bir ifadeyle ona baktı. “Geç kaldın.”
Sienna saçlarını tek omzunun üzerinde toplarken, sımarıkça bir cevap verdi. “Üçü iki geçiyor, küçük bey. Bu kadar elestirel olma.”
Avukat masanın üzerindeki kâğıtları toparladı. “Baslayabilir miyiz? Epey isimiz var. Önce Miette ile baslayalım.”
Vasiyet okunurken, Andreas ayakta durdu. Kız kardesinin tatminkâr bir miras almasına memnun olmustu. Gerçi buna ihtiyacı yoktu. Kocasıyla birlikte Londra’da çok basarılı bir yatırım sirketinin sahibiydi. Yine de mirastan hak ettiğini alması rahatlatıcıydı. Miette’ye Roma’daki aile evi ve iki küçük çocuğuna milyonlar değerinde bir servet kalmıstı. Miette de, Andreas gibi, hayatının son yıllarında babasına yakın olmamıstı. Bu durumda mirastan aldığı pay gerçekten tatmin ediciydi.
“Simdi Andreas ve Sienna’ya gelelim,” dedi Lorenzo Di Salle. “Vasiyetin bu kısmını özel olarak okursak daha iyi olur, diye düsünüyorum. Sadece siz ikiniz… Tabi diğerlerinin bir itirazı yoksa.”
Andreas gerildiğini hissetti. İsminin bu vahsi kediyle birlikte anılmasını istemiyordu. Bu sinirini bozuyordu. Hep böyle hissetmisti. Sienna dünyasını hiç istemediği sekilde alt üst ediyordu. Onun yüzünden aile evinden yıllarca uzak kalmıstı. O esikten adımını atmamıs, hatta ölümünden önceki o değerli birkaç haftayı bile annesiyle geçirmemisti. Sienna’nın ahlaksızca söylediği yalan yüzünden, son sekiz senedir babasıyla iliskisi bozulmustu. Andreas bütün bunlar için onu suçluyordu. Sienna, kazanmak için her hileye basvuran, kurnaz tilkinin tekiydi.
Andreas ondan ölesiye nefret ediyordu.
Avukat önündeki dosyayı açmadan önce, odadakilerin kütüphaneden çıkmasını bekledi. “Provence’daki Chalvy Satosu ikinize birden bırakıldı, ancak en az altı ay boyunca karı koca olarak birlikte yasamanız sartıyla.”
Andreas avukatın söylediklerini duymustu, ama onları algılaması birkaç saniye sürdü. Anladığı anda da büyük bir sok dalgasıyla sarsıldı. Dili tutulmustu. Duyduklarının hayal ürünü olup olmadığını anlamak istercesine, saskın gözlerle avukata baktı.
Sienna ve o… evlenecekti…
Hem de resmi olarak…
Ve altı ay boyunca birlikte yasayacaklardı.
Bu bir saka olmalıydı.
“Bu saka olmalı,” dedi aklından geçeni söze dökerek. Elini sıkıntıyla saçlarının arasında gezdirdi.
“Saka değil. Babanız vasiyetini ölmeden bir ay önce değistirdi. Bu konuda son derece kararlıydı. Belli bir zaman içinde birbirinizle evlenmeyi kabul etmezseniz, sato uzak bir akrabanıza kalacak.”
Avukatın hangi uzak akrabayı kastettiğini, Andreas biliyordu. İkinci dereceden kuzeninin kumara olan bağımlılığını düsündüğünde, annesinin aileden kalan evinin çarçabuk satılacağını da biliyordu. Babası mükemmel bir tuzak kurmustu. Her seyi düsünmüs, tüm kaçıs yollarını tıkamıstı. Andreas’a emirlerine uymaktan baska bir yol bırakmamıstı.
“Onunla evlenmeyeceğim,” dedi Sienna hısımla ayağa fırlayarak. Gri mavi gözleri nefret ve öfkeyle parlıyordu.
Andreas ona hor gören bir bakıs fırlatarak, “Tanrı askına, otur ve çeneni kapa,” dedi.
Sienna çenesini diklestirdi. Yüzünü eksiterek, “Seninle evlenmeye-
…..
* * *
UNUTULMAYAN ANILAR – Natasha Oakley
~ BİRİNCİ BÖLÜM ~
KRALİYET HÜKÜMLERİ
Hüküm 1: Hükümdar dürüst olmalıdır. Kraliyeti zor duruma sokacak aksi bir davranısta bulunması halinde tahttan men edilecektir.
Hüküm 2: Kraliyet mensupları hükümdarın onayı olmadan evlenemez. Bu sekilde gerçeklesen birlikteliklerde kraliyet onurundan ve imtiyazlarından men edilecektir.
Hüküm 3: İttifaklar arasında Niroli açısından sorun yaratacak hiçbir evliliğe izin verilmez.
Hüküm 4: Niroli hükümdarının bosanmıs birisiyle evlenmesine izin verilmez.
Hüküm 5: Kraliyet içinde kan bağı olan mensuplarının evliliği tamamen yasaklanmıstır.
Hüküm 6: Kraliyet mensubu çocukların eğitimi hakkındaki kararlar, genel bakımları ebeveynlerine ait olsa bile, tamamen hükümdara aittir.
Hüküm 7: Hükümdarın onayı dısında Kraliyet mensupları borçlanamaz.
Hüküm 8: Kraliyet mensupları hükümdarın izni olmadan miras veya bağıs kabul edemez.
Hüküm 9: Niroli hükümdarı hayatını Kraliyete adar. Dolayısıyla baska bir isi olamaz.
Hüküm 10: Kraliyet mensupları Niroli ’de veya hükümdar tarafından izin verilen bir baska yerde yasar.
Bununla birlikte hükümdar mutlaka Niroli ‘de yasar.
Majesteleri Niroli Prensesi Isabella konferans salonunun diğer ucunda yanıp sönen yesil ısığı görmüs, gözlendiğini fark etmisti.
Bundan da hiç hoslanmamıstı.
Belli belirsiz bir sekilde bedenini diklestirdi. Yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu. Bu tip takiplere alıskındı. Ne zaman kapıdan dısarıya adımını atsa fotoğraf makineleri hemen üzerine çevrilirdi. Ailesine ait on dördüncü yüzyılda yapılmıs satodaki güvenlik sistemi Domenic Vincini’nin kutsal mabedini koruyandan çok daha etkiliydi.
Her neyse…
Yanıp sönen yesil ısıktan rahatsız olmustu bu defa. Kol saatinin zarif bilekliğini çevirdi. Saatin üzerindeki pırlanta görünür olmustu bu hareketiyle. Dikkatini saate yönlendirdi.
Signore Vincini’yi daha ne kadar beklemesi gerekecekti acaba? Bes dakika? On? Buna hakkı var mıydı?
Belki de bunu düsünmek için çok geçti? Bu görüsmenin gerçeklesmesi için ısrar ederek pazarlık sansını daha basından yitirmis olabilir miydi? Acele edip kozunu ortaya koymustu, kuzeni Luca da böyle söylerdi herhalde.
Ama…
Bunu çok istiyordu. Baska bir sey düsünemiyordu artık. Ne çok çaba harcamıstı onun için. İki yıl boyunca Vincini Oteller Grubunu izlemisti. Dokuz aydır da pazarlıklar sürüyordu.
Bunlar olup biterken isin basında olan ve kararların hepsini veren- Signore Vincini’yle bir kez olsun karsılasmamıstı.
Bu adamı fazla zorlamaması gerektiği konusunda uyarılmıstı zaten… Kandıramayacağını da söylemislerdi ayrıca… Hatta sadece isin özüyle ilgilendiği, gerisinin umurunda olmadığı da kulağına gelen dedikodular arasındaydı. Yatırımlarını görmeye gitmiyormus son yıllarda. Buna karsın islerin nabzını bu kadar iyi tutuyor olmasına sasmıstı.
Niroli ‘de belki de çok abartıyorlardı bu adamı. Gerçi ileride birbirlerine yakın olmaları gerekecekti… Ama ya doğruysa?
Kahretsin.
Kaybetmek istemiyordu. Konferans salonunun diğer ucuna görmez gözlerle bakıyordu. Bu noktaya gelebilmek için çok uğrasmıstı. Eli bir kez daha saatine gitti. Bes dakika daha beklerdi ve sonra –
“Majesteleri?”
Isabella sesin geldiği yöne doğru döndü. Yirmi dakika önce kendisini salona alan genç ve yakısıklı adamı gördü.
“B-bir sey içmek ister misiniz, Majesteleri?”
“Hayır, tesekkür ederim.” Gülümsedi. Genç adamın yüzünün kızardığını görünce sasırdı. Giysilerini özenle seçmisti. Bir askıdan farksız göründüğünden emindi.
“S-Signore Vincini, sizin için…” hafifçe öksürdü genç adam. “Size eslik edebilir miyim? B-burada beklerken…”
Isabella’nın gözlerinden alevler çıkmaya baslamıstı. Bu Domenic Vincini nasıl bir adamdı böyle? Her seyi bildiğini zannediyordu anlasılan.
“Signore Vincini’nin belirsiz bir süre gecikeceğini size söylemem istendi. Üzgün olduğunu bilmenizi istedi ve – ”
“O halde ben de belirsiz süreyi beklerim,” dedi Isabella genç adamın sözünü keserek. Sanki sesi titremisti. İste buna alıskın değildi.
Signore Vincini buraya gelisi hakkında ne düsünürse düsünsün Niroli’yle Mont Avellana arasındaki can alıcı ve aynı zamanda karmasık iliskiyi anlamasını bekleyemezdi. Anlayamazdı.
Adada doğmamıs olanlar bu güvensizliğin ne kadar derin olduğunu tahmin bile edemezlerdi. Yüzyıllar boyunca devam etmis ve artık günlük hayatlarının bir parçası olmustu. Ve artık buna bir son vermenin zamanı gelmisti – Isabella buna inanıyordu.
Evrak çantasını alıp masaya koydu. Becerikli parmaklarıyla çantanın sifresini çözdü. “Belki de bu haberden sonra bir bardak su alsam fena olmaz.”
.
Domenic Vincini’nin ifadesi üvey kardesini görünce gerilmisti.
“Ne istiyorsun?”
“Seninle konusmaya geldim.”
“Mesgulüm,” dedikten sonra dikkatini yeniden masasında duran evraka çevirmisti.
“Hep mesgulsün zaten.” Silvana masada duran mektup açacağını eline alıp sivri ucuyla oynamaya basladı. Domenic ’in alanına girip varlığıyla taciz etmek ister gibiydi.
“Burada onun sonsuza kadar beklemeyeceğini bilmen gerekir. Seninle görüsmeden gitmeyeceği çok açık… Kaçınılmaz sonu biliyorsun sen de.”
‘Onun’ derken Majesteleri Niroli Prensesi Isabella demek istemisti. Domenic ’in bakısları, odadaki dâhili kameraları gösteren televizyon ekranına kaydı. “Randevu almadan gelmek onun kararıydı.”
“Randevu isteseydi vermeyecektin.”
Domenic koltuğuna yaslanıp üvey kardesine baktı. “Çünkü buna gerek yok,” dedi kendinden emin bir sekilde. “Eduardo söylenecek her seyi söyledi.”
“Seninle görüsmek istiyor.”
“Niroli prensesi bile olsa randevu alması gerekir.” Prenses Isabella, adını duyunca herkes kosarak yanına gitmesi gerektiğini düsünüyordu. Neyi kaçırıyordu acaba? Yüzünü ovusturdu.
“Normal insanlar gibi oturamaz mısın sen de?”
“Beni görmezden gelmeye çalısmasaydın dediğin belki olabilirdi. Bu sekilde dikkatini çekebiliyorum.” Silvana mektup açacağını masaya bıraktı. “On dakikanı alacağım sadece. Niroli’ de ise devam etmek istiyorsun, değil mi?”
“Belki.”
Silvana derin bir nefes aldı. “Sana dokuz bin iki yüz dönüm arazi teklif ediliyor, hem de deniz kenarında. Bu, bir düsünelim tarzında teklif değil, harika bir fırsat.”
“Bir seçenek –”
“Daha fazlası olduğunu sen de biliyordun. Kahretsin, bu senin de deliler gibi istediğin bir seydi. Yıllar önce. Senin hayalindi.”
Sardunya adasındaki o koy… Hatırlıyordu simdi.
“Aslına bakarsan bu ondan çok daha iyi… Niroli’ de. On iki yıl önce lüks otelleri konusmaya basladığımızda bu koyun mümkün olacağını düsünemezdik.” Üvey kardesi elini havada gezdirerek heyecanla konusmaya devam etti. “Luca Fierezza’nın kumarhaneleri istediğimiz müsteriyi getiriyor. Opera sezonunun çekiciliği gibi; Niroli’nin kraliyetle yönetiliyor olması farklı bir gizem katıyor ise. Senin ve Jolanda’nın birlikte konustuğunuz seydi bu.”
Birlikte. Birlikte yapmayı konusmuslardı. Mont Avellana’ da. “Değerlendiriyorum –”
“Elinden kayıp gitmesini seyrediyorsun sen – ve neden böyle yaptığını anlayamıyorum. Zamanında davranmazsan Prenses Isabella baskasıyla görüsmeye baslayacaktır.”
“Sonuçta onun malı.”
Silvana elinde olmadan çığlık attı. “Bu milyonlarca dolar tutarında bir teklif –”
“Masrafı da milyonlarca dolar tutarında,” derken Domenic çok sakin görünüyordu.
“Bunu görüsmelere baslarken de biliyordun.”
Domenic ’in gözleri kısıldı. Bu doğruydu. Biliyordu gerçekten ama bu defa konu Niroli’ydi. Bu arazinin durumu çok kisisel ve karmasıktı sonuçta. Gerçi Domenic de hangi tarafta olduklarından pek emin değildi. “Peki, ama ne değisti? Mont Avellana’daki kendi arazimiz üzerinde çalısmalara basladın. Orasından daha zorlu olduğunu –”
Domenic masasının üzerinde öne doğru abandı. Doğduğu ada gözlerinin önündeydi simdi. Canı yanıyordu. Halen daha… Uzanıp dolma kalemini aldı. Uzun parmaklarıyla kapağını açmaya basladı.
Silvana dudaklarını ısırmaya baslamıstı. “Üzgünüm.”
“Sorun değil.” Kendi sesi bile kulaklarına yabancı gelmisti. Sorun değil? Bunu nasıl söyleyebilirdi? Anıları halen daha çok tazeydi. Çatıdaki alevleri görebiliyordu nerdeyse. Hele o çığlıklar. Ağzı kurudu, boğazı yanıyordu. Sanki duman sarmıstı her yanını yine.
Dumanı koklayabiliyordu – unutmak imkânsızdı… Havada, giysilerinde, saçında…
Zorlukla yutkundu. Dört yıl sonra yasadıklarıyla bas edebilmesi gerektiğine inanıyordu. Kontrolünü kaybetmemesi için bir yol bulması gerekiyordu ve…
“Öyle söylememeliydim. Üzgünüm. Düsüncesizlik yaptım.”
An’a odaklan. Zaman ona olaylara dikkatini vermesini öğretmisti. Duyguları canını yakmaktan baska ise yaramıyordu. Gerçeği göz ardı edemezdi; Mont Avellana’nın beyaz kumsalı Avrupa’nın kalburüstü kesiminin kesinlikle basını döndürecekti.
Domenic kalemini özenle masaya bıraktı. “Satoyu elden geçirmediğim için bana kızgın mısın?”
“Tabii ki hayır,” dedi Silvana telasla. Odanın içinde dolasmaya baslamıstı. “Buna sen karar vermelisin. Ne hissediyorsan öyle yap…”
Domenic kardesini izliyordu. Kendi kararı olacaktı. İyi ama neden satoyla ilgili duygularını anlamlandıramıyordu?
“Mont Avellana ’da alt yapı yok ve –”
“Biliyorum. Hiç bir sey doğru gitmiyor.” Silvana masaya doğru yürüdü. Domenic’i alnından öptü.
Ama… Domenic bu kelimeyi bekliyordu. Diğer taraftan konusmayı bitirdiğini anlayacak kadar da kız kardesini tanıyordu.
“Sana katılıyorum. Tamamen.” Elini Domenic ’in omuzuna koydu. “Mont Avellana galiba bize uygun değil.”
Domenic bekliyordu. Dünyadaki herkes ona neler kaybettiğini söyleyebilmek için kıvranıyordu simdi. Ama Silvana çok farklıydı. Doğrudan gelip düsündüklerini söylemisti – hayatı paramparça olurken de böyle yanındaydı… Belki de sadece orada olduğu için yanındaydı…
“Piyasa sartlarına uygun davrandığın için Jolanda’nın sana kızacak hali yok. İyi de neden imzalamadın? Neler oluyor, Dom? Bu isin haftalar önce tamamlanması gerekirdi.”
Domenic elindeki kalemle oynuyordu. “Neden” kısmını cevaplamak pek de kolay değildi. Sorunların terapi yoluyla halledilebileceğine inansa sadece bir tam gün terapistiyle bu “neden” üzerinde çalısmaları gerekirdi.
“Ve neden Prenses Isabella’yı konferans salonunda yirmi bes dakikadır bekletiyorsun?”
“Sonunda Eduardo ile konusacak,” derken Domenic ’in sesi buz gibiydi.
“Kabul etmezse?”
Domenic omuzlarını umursamaz bir sekilde silkeledi. “Böyle zorlanmaktan hoslanmıyorum.”
Silvana, masanın önündeki koltuğa oturdu. “Olan biten farklı… Niroli ’ye giderken uğradı –”
“Sana öyle mi söyledi?” diye sordu.
“Bir sey söylemesi gerekmiyor. Belstenstein’daki düğüne Kral Giorgio’yu temsilen katıldığını herkes biliyor. Uçuk pembe harika bir tasarım kıyafet giydiğini de… Harika görünüyordu.”
Domenic ayağa kalkıp pencereden çatı bahçesini seyretmeye basladı. Jolanda olsa çok kızardı. Buna izin vermemeliydi.
“Belki ufak bir azınlık da olsa Roma’nın Belstenstein’la Niroli arasında olmadığını biliyordur.”
…..
1 yorum
Teşekkürler