On yedi yaşındaki Mia, bir genç kızın isteyebileceği her şeye sahiptir: sevgi dolu bir aile, ona âşık bir erkek arkadaş, müzik ve olasılıklarla dolu parlak bir gelecek…
… bir saniyede her şey değişir…
Bir sabah ailesiyle yolculuğa çıkan Mia’nın hayatı bir anda altüst olur. Kendini, kaza geçirdikleri arabanın enkazından yaralı bedeninin çıkarılışını izlerken bulan genç kız, parçaları yavaş yavaş birleştirince neler kaybettiğinin ve geride bıraktıklarının farkına varacaktır. Hayat ve ölüm, mutlu bir geçmiş ve bilinmezliklerle dolu bir gelecek arasındaki ince çizgide yürüyen Mia, bir günde hayatının en önemli seçimini yapmak zorunda kalacaktır.
Eğer Yaşarsam, aşkın gücünün, ailenin gerçek anlamının ve yaptığımız seçimlerin dokunaklı hikâyesi…
“Fazlasıyla dokunaklı.”
-Publisher Weekly-
“Okuyucuyu aynı anda hem hüzünledirip hem de umutlandıracak, dokunaklı ve düşündürücü bir roman.” -Romantic Times-
“Yürek burkan, muhteşem bir hikâye.”
-NPR’s The Roundtable-
“Acımasız ve güzel. Bu düşündürücü hikâye, kitabı bitirdikten sonra uzun süre aklınızdan çıkmayacak.”
-School Library Journal-
“Gençlerin yanı sıra yetişkinler de Forman’ın bu muhteşem romanına bayılacak.”
-VOYA-
“Hüzünlü, mükemmel yazılmış bir hikâye. Sizi kesinlikle ağlatacak.”
-San Jose Mercury News-
“Harika bir roman.”
-Los Angeles Times-
“Etkileyici bir roman” Forman, unutulmaz karakterler yaratıp kalbimize dokunan ve gözlerimizi dolduran sürükleyici kitaplar yazmakta usta.”
-Buffalo News-
“Mükemmel yazılmış.”
-Entertainment Weekly-
“Eğer Yaşarsam, aşk ve trajediyle dolu.”
-Sacramento Bee-
07:09
Herkes kar yüzünden olduğunu düşünüyordu. Aslında bu, bir bakıma doğru sayılırdı.
Bu sabah uyandığımda ön bahçedeki çimenliğin ince beyaz bir battaniye gibi kaplandığını gördüm. İki santim kalınlığında bile değildi ama Oregon’un bu bölgesinde kar, hafif serpiş tirşe bile kasabadaki tek kar küreme makinesi yolları açmakla meşgulken hayat dururdu. Gökyüzünden sulu kar halinde damlalar düşüyordu.
Okulları tatil etmeye yetecek kadar yağıyordu. Tatil olduğunu annemin radyosundan duyan küçük kardeşim Teddy, savaş kazanan yerliler gibi zafer çığlıkları atmaya başladı. “Kar tatili!” diye bağırdı. “Baba, haydi çıkıp kardan adam yapalım.”
Babam gülümseyip piposunu doldurdu. 1950’li yıllarda Father Knows Best’in’ (Babam En İyisini Bilir) popüler olduğu dönemdeki gibi pipo içiyordu. Ayrıca papyon takıyordu. Tüm bunların, kendi tarzı mı yoksa alaycılık mı olduğuna emin otamıyordum. Babam ya eskiden punk’çı olduğunu fakat artık ortaokulda İngilizce öğretmenliği yaptığını göstermek istiyordu ya da öğretmen olduktan sonra eskiye dönüş yaptığını. Ama pipo kokusunu seviyordum. Tatlı ve dumanlı; bana kış mevsimini ve odun sobalarını hatırlatıyordu.
“Deneyebilirsin,” dedi babam Teddy’ye. “Ama kar doğru düzgün tutmadı. Belki de kardan amip yapmayı düşünmelisin.”
Babamın mutlu olduğu her halinden belliydi. Sonuçta yerdeki iki santim kalınlığındaki kar, benim gittiğim lisenin ve babamın çalıştığı ortaokulun da tatil edildiği anlamına geliyordu ki bu babam için de beklenmedik bir sürpriz olmuştu. Bir seyahat acentesinde çalışan annem ise radyoyu kapatıp ikinci fincan kahvesini doldurdu. “Madem bugün hepiniz okulu asıyorsunuz, ben de işe gitmem. Hiç doğru bir fikir değil.” İş yerini arayıp gelmeyeceğini haber verdi ve konuşması bittiğinde bize dönüp, Kahvaltı hazırlayayım mı?” diye sordu.
Babamla aynı anda kahkaha attık. Annemin kahvaltı anlayışı genellikle mısır gevreği ya da tost ve kahveden oluşurdu. Ailenin aşçısı babamdı. Annem bizim gülüşümüzü duymamış gibi yaparak rafta duran hazır karışım paketine uzandı. “Lütfen. Bunu yapmak ne kadar zor olabilir ki? Kim pancake istiyor?”
“Ben! Ben!” diye bağırdı Teddy. “îçine çikolata parçacıkları da koyabilir miyiz?”
“Neden olmasın,” diye cevap verdi annem.
“Oley” diye çığlık attı Teddy, kollarını havada sallayarak. “Sabah sabah ne kadar enerjiksin,” diye takılıp anneme döndüm. “Belki de Teddy’nin bu kadar çok kahve içmesine izin vermemelisin.”
“Ona kafeinsiz kahve vermeye başladım,” dedi annem. “Zaten doğuştan hareketli.”
“Bana da kafeinsiz kahve içirme de.”
“Bu, çocuk istismarı olurdu,” dedi babam.
Annem bana üzerinden dumanlar çıkan bir kupa kahve ile gazete uzattı.
“Burada senin genç adamın güzel bir resmi var.” “Gerçekten mi? Resmi mi var?”
“Evet. Yazdan beri doğru düzgün göremedik,” dedi annem, kaşlarını kaldırmış göz ucuyla imalı bir şekilde bana bakıyor, yüz ifâdemden ruhumu okumaya çalışıyordu.
“Biliyorum,” dedim ve farkında olmadan derin bir iç çektim. Adam’ın Shooting Star adında bir müzik grubu vardı ve son dönemde çok popüler olmuşlardı.
“Ah, şöhret, gençliği boşa harcamaktır,” dedi babam gülümseyerek Onun da Adam için heyecanlandığını, hatta onunla gurur duyduğunu biliyordum.
Gazetenin sayfalarım hızla çevirip magazin kısmına geldim, Shooting Star’la ilgili küçük bir resim ve kısacık bir haber vardı. Resimde grubun dört üyesi bir aradaydı ama onun hemen yanında ünlü grup Bikini hakkında uzun bir haberle birlikte grubun solisti punk-rock divasi Brooke Vega’nın oldukça büyük ebatta bir resmi de yer alıyordu. Haberde yerel grup Shooting Star’ın, Bikini’nin ulusal turnesinin Portland ayağında ön grup olarak sahneye çıkacağı yazıyordu, önceki gece Shooting Star’ın Seatde’da bir kulüpte çıktığından ve bilederin yok sattığındansa bahsetmiyordu.
“Bu akşam dışarı çıkacak mısın?” diye sordu babam, “öyle planlamıştım. Tabii eğer kar yüzünden kasabadaki her yer kapanmazsa.”
“Oldukça şiddetli bir kar fırtınası yaklaşıyor,” dedi babam, yere düşen tek kar tanesini göstererek.
“Aynı zamanda Profesör Christie’nin üniversiteden ayarladığı bir piyanisde buluşup prova yapacaktım. Profesör Chrisrie üniversiteden emekli olmuş bir müzik öğretmeniydi ve sürekli benimle çalacak bir kurban arayışı içindeydi. “Sürekli pratik yapmalısın ki Juilliard’lı züppelere bu iş nasıl yapılırmış gösterebilesin,” derdi bana.
Henüz Juilliard’a kabul edilmemiştim ama sınavım iyi geçmişti. Bach süiti ve Shostakovich’i daha önce hiç çalmadığım kadar güzel çalmıştım, parmaklarım teller üzerinde uçarcasına gidip gelmişti. Çalmayı bitirdiğimde, nefes nefese kamıştım ve bacaklarım titriyordu. Bir jüri üyesi hafifçe alkışlamıştı ki bunun çok sık olmadığım düşünmüştüm. Aynı jüri, ben sahneden inerken, uzun zamandan beri okulda bu kadar yetenekli “Oregon’Iu bir kasaba kızını” görmediklerini söylemişti. Profesör Christie kesin kabul edildiğimi söylüyordu. Bunun doğru olduğundan emin değildim. Doğru olmasını istediğimden de tam olarak emin değildim. Tıpkı Shooting Star’ın önlenemez yükselişi gibi, Juilliard’a kabul edilişim de -tabii eğer olursa- belli zorlukları beraberinde getirecekti ya da daha doğrusu son aylarda zaten var olan sorunları artıracaktı.
“Ben biraz daha kahve alacağım, isteyen var mı?” diye sordu annem eski model filtreli makineyi bana doğru uzatarak.
Hepimizin tercihi olan zengin aromalı, siyah, yağlı Fransız kahvesinin kokusunu içime çektim. Sadece kokusu bile beni canlandırmaya yetiyordu. “Ben yatağa dönmeyi düşünüyorum,” dedim. “Çellom okulda kaldı, pratik de yapamayacağım.”
“Yirmi dört saat boyunca pratik yapmayacak mısın? Lütfen kalbim sakin ol,” dedi annem. Yıllar geçtikçe klasik müzikten az da olsa tat almaya başlamıştı -bu ‘kötü kokulu peynire alışmak gibiydi’- benim uzun provalarımı pek istekli bir şekilde dinlemezdi.
O sırada yukarıdan bir gümbürtü duyduk. Teddy eskiden babama dit olan bateriyi çalıyordu. Babamın, plakçı dükkânında çalışıp sadece kendi kasabasında tanınan ve başka hiçbir yerde adı bilinmeyen bir grupta çaldığı zamandan kalmaydı.
Babam, Teddy nin yaptığı gürültüyü hoş görerek keyifli bir şekilde gülümseyince, içimde aşina olduğum o sanayi hissettim. Bunun aptalca olduğunu biliyordum ama rock müziği tercih etmediğim için hayal kırıklığı yaşayıp yaşamadığını merak ediyordum. Denemiştim ama sonra üçüncü sınıftayken müzik dersinde çelloyu seçmiştim; nedense kendime yakın bulmuştum. Sanki çaldığımda bana sırlarını verecekmiş gibi gelmişti, o yüzden büyük bir istekle çalmaya başlamıştım. Neredeyse on yıl oldu ve hiç vazgeçmedim.
“Bu gürültüde nasıl uyuyacaksın!” diye bağırdı annem, Teddy nin gürültüsünü bastırmaya çalışarak.
“Karlar erimeye başladı bile,” dedi babam ve piposunu tüttürdü. Arka kapıdan dışarı baktım. Güneş bulutların arasından yüzünü göstermişti, karların eridiğini görebiliyordum. Kapıyı kapatıp masaya geri döndüm.
“Kasaba durumu biraz abarttı,’’ dedim.
“Belki de. Ama okul tatilini iptal edemezler. Söz ağızdan çıku bir kere ve çoktan iş yerimi arayıp bir günlük izin istedim,” dedi annem.
“Bu beklenmedik fırsatı değerlendirip bir yerlere gidebiliriz,” dedi babam. “Arabaya adayıp Henry ve Willow’u ziyaret edebiliriz.” Henry ve Willow, annem ile babamın eski arkadaşlarıydı; çocukları olunca artık birer yetişkin gibi davranmaya karar vermişlerdi. Büyük bir çiftlik evinde yaşıyorlardı. Henry ahırdan bozma ofisinde kendi işiyle uğraşıyor, Willow da yakındaki bir hastanede çalışıyordu. Bir kızları vardı. Zaten annem ve babamın onlara gitmek istemelerinin asıl sebebi bebeği görmekti. Teddy sekiz yaşına basmıştı, bense on yediydim; bu da artık bizim süt kokmadığımız ve bebeksi kokumuzla ebeveynlerimizi mest etme yaşını çoktan geride bıraktığımız anlamına geliyordu.
“Dönüşte de Book Barn’a uğrarız,” dedi annem, beni ayartmak istercesine. Book Barn, çok büyük ve ikinci el kitapların bulunduğu bir kitapçı dükkânıydı. Özellikle arka kısmında, yirmi beş sent gibi bir fiyata, muhtemelen sadece benim aldığım klasik müzik plakları satılıyordu.
Onları yatağımın alanda saklıyordum. Klasik müzik plaldan biriktirmek, genellikle övgüyle söz edilip herkese duyurulacak ilginç bir koleksiyon değildi.
Onları Adam’a gösterdiğimde çıkmaya başlayalı beş ay olmuştu. Kahkahayla güleceğini sanmıştım. Bol pantolon, siyah Convrne, punk-rock tara yıpranmış tişört giyen ve ilginç dövmeleri olan havalı biriydi. Kesinlikle benim gibi biriyle birlikte olacak bir eıkek değildi. İlk olarak iki yıl önce okulun müzik stüdyosunda beni izlediğini gördüğümde benimle dalga geçtiğini düşünüp ondan kaçmıştım. Ama halime gülmemişti. Daha sonra öğrendim ki onun da yatağının alanda punk-rock tarzı bir yığın plaklığı varmış.
“Belki sonra da erken bir akşam yemeği için büyükanne ile büyükbabaya uğrarız,” dedi babam, ardından telefona uzandı ve numarayı çevirirken, “Pordand’a gitmek için yeterince zamanın olacak,” diye ekledi.
“Ben varım,” dedim. Bunu, Book Barn beni cezbettiği için ya da Adam’ın turda olması ve en yakın arkadaşım Kim in de yıllıkları hazırlamakla meşgul olması yüzünden söylememiştim. Çellom okulda kaldığından, evde kalıp televizyon izlemeyi veya uyumayı da tercih edebilirdim. Ama ailemle olmak istiyordum. Kendinizden bahsederken insanlara bunu da söylemezdiniz ama Adam bu konuda da beni anlıyordu. “Teddy,” diye seslendi babam. Hadi giyin. Macera dolu bir gün bizi bekliyor.
Bunun üzerine Teddy solosunu çembaloyla bitirip bir dakika sonra giyinmiş halde mutfağın kapısında belirdi. Sanki merdivenlerden inerken giyinmişti. “Yazın okullar tatil olur…” diye şarkı söylüyordu.
“Alice Cooper mı?” diye sordu babam. “Bizim bazı standartlarımız var. Hiç değilse Ramones söyle?”
“Okullar sonsuza dek tatil…” Teddy babamın itirazlarına rağmen şarkıyı söylemeye devam etti.
“Her zaman iyimser,” dedim.
Annem bir kahkaha atıp hafif yanmış pancake’leri masaya koydu. “Hadi, yiyin bakalım.”
08:17
Teddy doğduğunda büyükannemin bize verdiği eski, Buick marka arabamıza bindik. Annemle babam benim kullanmamı önerdiler ama istemedim. Babam direksiyona geçti. Artık araba kullanmayı seviyordu. Oysaki yıllarca ehliyet almamakta direnmiş, her yere bisikletiyle gidebileceğinde ısrar etmişti. Grupta, çaldığı yıllarda, konsere bile bisikletiyle gidiyordu. Arkadaşları ona gözlerini deviriyorlardı. Annemse daha fazlasını yapmıştı. Babamın kafasını ütülemiş, tatlı…