İdeolojiSiyaset

Ellen Meiksins Wood – Sınıftan Kaçış Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm

YENİ “HAKİKİ” SOSYALİZM

Marx ve Engels 1840’larda girdikleri en etkileyici polemiklerden bazılarını, “hakiki” sosyalizm olarak tanımlanan bir entelektüel akıma karşı yöneltmişlerdi. “ ‘Hakiki’ sosyalistler,” diye yazıyorlardı Alman İdeolojisi’nde, “sorunun, belirli bir sınıfa ve belirli bir zamana özgü gereksinmeler değil, “en akla yatkın” toplumsal düzen olduğu… yanılsamasına safça inanıyorlar…. [Bunlar] gerçek tarihsel temeli terk edip ideoloji temeline dönüş yapmışlardır…. Artık gerçek insanlarla değil de “İnsan”la ilgilenmeye başlayan hakiki sosyalizm, bütün devrimci coşkusunu yitirmiştir; onun yerine, evrensel insanlık sevgisini ortaya atmaktadır.”1 “Bu hakiki sosyalistler, filozoflarla birlikte, bütün gerçek bölünmelerin kavramsal bölünmelerden ileri geldiğine inanıyorlarsa, onların nasıl olup da toplumdan söz ettiklerini anlamak zordur. Onlar, kavramların dünyayı kurma ya da yıkma gücüne olan felsefi inanca dayanarak, herhangi bir bireyin, kavramları şöyle ya da böyle “ortadan kaldırarak yaşamdaki bölünmeyi ortadan kaldırdığı”nı da aynı şekilde hayal edebilirler.”2 Komünist Manifesto’da “hakiki” sosyalizm şöyle özetleniyor: Sosyalizm, “bir sınıfın başka bir sınıfa karşı mücadelesini ifade etmez hale geldiği” için “… [“hakiki” sosyalistler] hakiki gereksinmeleri değil, hakikat’in gereklerini; proletaryanın çıkarlarını değil, insan doğası’nın, genelde insan’ın, yani hiçbir sınıfa ait olmayan, hiçbir gerçekliği bulunmayan, yalnızca felsefî fantazinin sisleri arasında var olan insan’ın çıkarlarını temsil ettiklerinin … farkına vardılar.”

1980’li yıllarda, sanki “hakiki” sosyalizmin yeniden canlanışına tanık oluyoruz. Marksist “ekonomizm”i ve “sınıf indirgemeciliği”ni reddetmekle övünen yeni “hakiki” sosyalizm (YHS), sınıfı ve sınıf mücadelesini sosyalist projeden neredeyse tamamen koparmıştır. Bu akımın en belirgin özelliği, ideolojiyi ve politikayı her türlü toplumsal temelden, özellikle de her türlü sınıfsal dayanaktan kopararak özerkleştirmesidir. YHS, Marksizme atfettiği bir varsayım olan, ekonomik koşulların otomatik olarak siyasal güçleri doğurduğu ve proletaryanın, sınıfsal durumu nedeniyle, kaçınılmaz olarak sosyalizm mücadelesini omuzlamak zorunda kalacağı yolundaki varsayıma karşı, ekonomi ile politika arasında zorunlu bir tekabüliyet (correspondence, bire bir ilişki, örtüşme anlamında, çev.) bulunmadığı için, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının hiçbir ayrıcalıklı konuma sahip olamayacağı görüşünü ortaya atıyor. Kaba maddeci sınıfsal çıkarlarla değil, “evrensel insan değerleri”nin akılcı çekiciliğiyle ve sosyalist düzenin akla yatkınlığıyla hareket eden sosyalist bir hareket, ekonomik sınıfsal koşullardan görece (yoksa mutlak olarak mı?) özerk ideolojik ve siyasal araçlarla kurulabilir. Bu kuramsal araçlar, pratikte, işçi sınıfını sosyalist projenin merkezinden uzaklaştırmakta ve sınıfsal karşıtlıkların (antagonizmaların) yerine, ideoloji ya da “söylem”e ilişkin ayrılıkları koymaktadır.
YHS, çeşitli siyasal duruşları kapsıyor ve çeşitli entelektüel tarzlarda anlatımını buluyor. Bu akımın yandaşları arasında siyaset ve iktisat kuramcıları, ideoloji ve kültür çözümlemecileri ile tarihçiler sayılabilir; bunların ilgileri ve üslupları çok geniş bir alana yayılmaktadır, sözgelimi Ernesto Laclau, Barry Hindess, Paul Hirst ve Gareth Stedman Jones. YHS’nin İngilizce yayınlanan önemli kuramsal organlarından biri, İngiliz Avrokomünizmi’nin kuramsal dergisi olan Marxism Today’dir; ama YHS, kuramsal ve siyasal bakımlardan, Kıta Avrupa’sında ve İngiltere’de Avrokomünizm’in gelişmesiyle çok yakından bağlantılı olmasına karşın, Komünistlerden İşçi Partililere değin uzanan oldukça geniş bir sosyalist yelpazeyi bağrında toplamış ve Atlantik’in her iki yakasında da yandaş bulmuştur.

YHS, “yeni revizyonizm” olarak adlandırılan akımla büyük ölçüde özdeşleştirilebilir;3 ama bazı ayrımların yapılması gerekir, en azından Marksist geleneğin bir parçası olma iddiasını taşımakla birlikte, bu gelenekten esaslı şekilde kopmuş olan ve aslında, bu geleneğin temel önermelerini reddeden son derece incelikli teorik formülasyonlarla siyasal görüşlerini besleyen “yeni revizyonistler”i ayırt etmek için zorunludur bu. Genelde “yeni revizyonizm”, birtakım siyasal ilkeleri paylaşan bir “düşünce yelpazesi”dir. Bu ilkeler arasında en dikkat çekici olanı, sınıf politikasının önceliğinin reddedilmesi ve onun yerine, özellikle “yeni toplumsal hareketler”ce yürütülen “demokratik mücadeleler”e ağırlık verilmesidir. YHS’ye göre, bu siyasal ilkeler, toplumsal gerçekliğin ya da en azından, bu gerçekliği açıklamak için kullanılacak kuramsal aygıtın baştan başa yeniden değerlendirilmesini gerektirir. Yeniden yorumlama yönündeki bu kuramsal çabaya en çok katkıda bulunmuş olanların, yeni revizyonist yelpazenin genellikle en sağında yer aldıklarını ve yoldaşlarından birçoklarının aşırı bulacakları konumlar seçtiklerini söylemek belki de doğru olacaktır. Hatta, bu sağa kaymanın boyutu ile kuramsal ayrıntının ve karmaşıklığın derecesi arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu bile ileri sürülebilir; sergilenen böbürlenme ve muğlaklık da cabası. Her durumda, bu incelemenin ana hedefi, bu yelpazenin hem kuramsal yeniden inşaya kendini adayan hem de akımın siyasal sağ kanadında yer alan kesimidir.
Bu hareketin çeşitlilik göstermesine ve aynı ilkeleri bütün yandaşlarının aynı açıklıkla ifade etmemelerine ya da bunlara aynı ölçüde bağlanmamalarına karşın, bu eğilimin mantığını göstermek için, birkaç temel önermeden oluşan bir tür maksimum yapı kurabiliriz sanıyorum:

1) İşçi sınıfı, Marx’ın umduğu gibi, devrimci bir hareket yaratmamıştır. Yani, bu sınıfın ekonomik durumu, bu duruma tekabül edeceği düşünülen siyasi bir güce yol açmamıştır.
2) Bu, genelde ekonomi ile politika arasında zorunlu bir tekabüliyetin bulunmadığı gerçeğini yansıtıyor. Sınıf ile politika arasındaki her ilişki rastlantısaldır. Başka bir deyişle, ideoloji ve politika, ekonomik (sınıfsal) ilişkilerden (görece mi? mutlak olarak mı?) özerktir; ve a posteriori olarak siyasal terimlere tercüme edilebilecek “ekonomik” sınıf çıkarları diye bir şey yoktur.
3) Daha özele inilirse, bu önermeler, işçi sınıfı ile sosyalizm arasında hiçbir zorunlu ya da ayrıcalıklı ilişkinin bulunmadığı ve aslında, işçi sınıfının sosyalizmde hiçbir “temel çıkar”ının olmadığı anlamına geliyor.
4) Bu nedenle, sosyalist bir hareketin oluşumu, ilke olarak, sınıftan bağımsızdır ve ekonomik (sınıfsal) koşullardan az çok özerk olan bir sosyalist politika inşa edilebilir. Bunun özellikle iki anlamı vardır:
5) Sınıfsal bağlantıları ya da aralarındaki karşıtlıklar ne olursa olsun, tamamen ideolojik ve siyasal bağlarla birbirine bağlanabilen ve harekete geçirilebilen çeşitli “halk” unsurlarından kurulmuş bir siyasal güç, ideolojik ve siyasal düzlemlerde oluşturulup örgütlenebilir.
6) Sosyalizme uygun düşen hedefler, sınıfsal çıkarlar açısından tanımlanan dar maddi amaçlar değil, sınıfı aşan evrensel insan erekleridir. Özerk ideolojik ve siyasal düzlemlerde, bu hedefler, sınıfsal maddi durumlar hesaba katılmaksızın insanlara yöneltilebilirdi.
7) Özellikle de sosyalizm mücadelesi, eşitsizliğin ve baskının birçok biçimine karşı çeşitli direnişleri bir araya getiren “demokratik” mücadelelerin oluşturduğu bir çoğulluk olarak kavranabilir. Aslına bakılırsa, belki sosyalizm kavramının yerine “radikal demokrasi” fikrinin geçirilmesi bile mümkün olabilir. Sosyalizm, liberal demokrasinin az çok doğal bir uzantısıdır; ya da en azından, ileri kapitalist toplumlarda, sınırlı biçimde de olsa var olduğu şekliyle “demokrasi”, ilkesel olarak “belirlenmemiş”tir ve sosyalist demokrasiye uzanabilir. (Esas olarak, Birleşik Devletler’de YHS’nin, Samuel Bowles ve Herbert Gintis gibi yazarların inceden inceye geliştirdikleri bu önermedeki biçimiyle var olduğunu belirtmeye değer.)

Sosyalist projenin sınıfsızlaştırılması, sosyalist hedeflerin yeniden tanımlanarak artık sınıf olgusunun ortadan kaldırılmasıyla özdeşleştirilemeyecek hale getirilmesini ifade etmekle kalmaz, toplumsal ve tarihsel süreçlerin materyalist çözümlemesinin reddedilmesini de ifade eder. Tüm bu argümanın mantığı, açıktır ki, toplumsal yaşamın kuruluşunda maddi üretime en fazla ikinci dereceden bir rol verilmesini gerektirir. Belirli bir sınıfla olan bağları koparılan sosyalist proje, kimliği, birleşme ilkeleri, amaçları ve kolektif eylem kapasitesi birtakım özgül toplumsal ilişkilerden ya da çıkarlardan kaynaklanmayıp bizzat politika ve ideoloji tarafından oluşturulan toplumsal kolektivitelerde –“halk ittifakları”nda– yeni bir yere oturtulmaktadır. Bu nedenle YHS, maddi yaşamın özgül koşulları üzerinde yükselmeyen tarihsel güçlerin; stratejik güç ve eylem kapasitesi yönündeki iddiasını maddi yaşamın toplumsal örgütlenmesine dayandırmayan ortaklaşa etmenlerin bulunduğunu varsaymaktadır. Daha açık ifade edersek, stratejik gücün elde edilmesi ve ortaklaşa eylem yeteneği, toplumsal dönüşümü sağlayacak etmenlerin tanınmasında temel ölçütler olarak görülmüyor.
İdeolojiyi ve politikayı özerkleştirmeye yönelik kuramsal eğilim, en uç şekliyle, dili ya da “söylem”i toplumsal yaşamın egemen ilkesi haline getirme ve bazı “post-Marksist” akımların post-yapısalcılıkla yakınlaşması, ideolojinin ve bilincin her türlü toplumsal ve tarihsel temelden kesin olarak koparılması yönelimiyle ilişkilidir. Toplumsal gerçekliğin dil içinde bu şekilde eritilmesinin içerdiği yanlışları, bu yaklaşımın kısırlığı ve nihayet nihilizmi, Perry Anderson tarafından güçlü bir biçimde ortaya konmuştur.4 Bizim bakış açımızdan önemli olan şey, bu yaklaşımın toplumsal ve siyasal güçlerin söylemde oluşturulduğunu, toplumsal ilişkilere pek az dayandığını varsayan bir siyasal stratejiye nasıl bağlandığıdır.

O halde, anlaşıldığı kadarıyla, YHS projesinin tipik öznesi, hayli genişçe tasarlanmış gevşek bir ortaklaşımdır; özerk bir ideolojiden, kökenleri belirsiz bir ideolojiden kaynaklanması dışında ayırt edilebilir hiçbir kimliği olmayan bir halk ittifakıdır. Yine de, YHS’nin öznesinin belirlenmiş hiçbir kimliği bulunmadığı tam anlamıyla doğru olmayabilir. Öyle görünüyor ki, yeni “hakiki” sosyalistler, “sağduyulu” insanlar olarak nitelenebilen ve ortak zemini salt maddi çıkar değil de akıl ve vicdan olan kişilerin sosyalizmin doğal unsurları oldukları yolundaki görüşü paylaşıyorlar. Özellikle de aydınlar, çok önemli bir rol oynamaya yatkındırlar. Bazı durumlarda, aydınların önceliği, açık biçimde ortaya konmaktadır; ama böyle bir açıklığın olmadığı durumlarda bile, YHS projesinin, sosyalist projede aydınlara zorunlu olarak baskın bir rol atfettiği öne sürülebilir; çünkü bu akım, “toplumsal etkiler”in ideoloji ya da söylem aracılığıyla kurulması gibi büyük bir görevi aydınların yerine getireceğine güveniyor. Bu durumda, “halk”ın çoğunluğunu oluşturan bölük pörçük kitle, söylemin taşıyıcısı olan entelektüel önderlerinden aldığı şeyler dışında, ortaklaşa bir kimlikten yoksun olmaya devam edecektir.
Öyleyse, modelimize son bir ilkeyi daha ekleyebiliriz:
8) Kimi insanlar, sosyalizmin evrenselci ve rasyonel söylemine başkalarından daha duyarlıdırlar; dar maddi –ya da Bentham’ın deyişiyle, “netameli”– çıkarlardan farklı olan evrensel insan değerlerine bağlanmaya başkalarından daha yatkındırlar; işte bu insanlar, sosyalist hareketin doğal tabanını oluştururlar. (Bu önermede, bir yanda rasyonel, insancıl erekler ile, öte yanda maddi çıkarlar arasında kurulan karşıtlığı, daha doğrusu antagonizmayı kaydetmek önemlidir.)
Bütün YHS’lerin, en azından ortak bir önermesi vardır: İşçi sınıfı, sosyalizm mücadelesinde hiçbir ayrıcalıklı konuma sahip değildir; çünkü bu sınıfın içinde bulunduğu durum, sosyalist politikanın başka herhangi bir sınıfa göre daha doğal ya da daha kolay ortaya çıkmasını sağlamaz. Ama bazıları daha da ileri gideceklerdir: İşçi sınıfının –ya da “geleneksel” işçi sınıfının– sosyalist bir politika üretme potansiyeli, aslında, öteki toplumsal gruplardan daha zayıftır. İşçi sınıfının devrimci olması gibi bir zorunluluk olmadığı gibi, bu sınıfın temel karakteri, devrim karşıtı, “reformist”, “ekonomist” olmasına elverişlidir.

Gelgelelim, bu noktada, argümanda bir çelişki olabilir. Politikanın ve ideolojinin sınıf karşısındaki özerkliği temel ilke olduğu halde, şimdi, en azından işçi sınıfı örneğinde, ekonomik sınıfsal durumun, –Marx’ın beklediği şekilde olmasa da– ideoloji ve politikayı belirlediği anlaşılıyor. Bu argümanın kendi kendisini yok etmesini önleyebilecek tek şey, ekonomik koşulların, başka olguların bu koşullardan ne ölçüde özerk olduğunu belirlediği yolundaki fikirdir; ya da –çok tutulan bir Althusser’ci formülü uyarlarsak– son kertede ekonomik koşullar belirleyicidir, ama ancak hangi “durum”un belirleyici ya da egemen olduğunu belirlemesi anlamında bu geçerlidir ve bazı ekonomik koşullar bizzat ekonominin egemen olacağını belirlerken, başka bazı ekonomik koşullar ise politikanın ya da ideolojinin “görece” özerk ve egemen olacağını belirler. Daha geleneksel terimlerle ifade edersek, argüman şudur: Birtakım sınıfsal koşullar, insanların maddi gereksinmelere mahkûm olacaklarını belirlediği halde, bazı koşullar da daha çok entelektüel ve ahlaksal özgürlüğe, daha çok yeteneğe olanak sağlar, yani “sağduyulu” olma ve bu nedenle de sosyalist söylemden daha çok etkilenme olanağı yaratır.

Böylece, insanlar, maddi koşullar karşısındaki özerklik dereceleri ve dolayısıyla rasyonel, evrenselci amaçlara yanıt verme yetenekleri ne denli büyükse sosyalizme o denli yatkın olurlar. Öyleyse, işçi sınıfının sosyalist politika için daha az uygun olmasına yol açan şey, sadece bu sınıfın maddi sınıfsal çıkarlarının “ekonomist” ya da “reformist” bir politika üretme eğilimi değil, daha çok, bu sınıfın maddi çıkarlar tarafından yönlendirildiği gerçeğidir. Bu nedenle, sosyalist kuram, klasik bir tutucu ilkeye dayanılarak yeniden kurulmuştur; söz konusu ilkenin kaynağı, siyasal düşüncenin uzun tarihi içinde geriye doğru gidilerek Platon’un antidemokratik felsefesinde bulunabilir. Ama bu Platoncu Marksizmi daha sonra ele alacağız.

Öyleyse, yeni “hakiki” sosyalizm budur. Bu akımın, hiç de yeni olmayan pek çok şey içerdiğini söylemeye bile gerek yok. Bu akım, büyük ölçüde, bayağı ve bayat sağ kanat sosyal demokrat çarelerin başka bir şekilde tekrarlanmasından ibarettir. Kapitalist demokrasinin sosyalizme varması için yalnızca “genişletilmesi”nin gerekli olduğu ya da sosyalizmin, hangi sınıftan olursa olsun bütün sağduyulu insanlara seslenebilecek daha yüksek bir yaşam idealini temsil ettiği yolundaki fikir, sözgelimi Ramsay MacDonald’a, hatta aynı nedenle, John Stuart Mill’e tıpatıp uyardı. YHS’de yeni olan şey, bu akımın yandaşlarının ya Marksizm geleneği içinde ya da onun devamı olan bir geleneğin (post-Marksizmin) içinde çalışma yaptıkları konusunda ısrar etmeleridir. Marksist gelenekten en köklü şekilde kopup YHS yelpazesinin sağ ucuna en belirgin şekilde yerleşmiş olanlar bile –örneğin Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe– dayandıkları başlıca unsurlardan birinin Marksizm olduğunu, sadece “Marksist kuramın boş savlarını ve geçerlilik alanını daralttıklarını…”5 öne sürmeye devam ediyorlar. Bu iddialar, YHS’nin en ayırıcı özelliklerinden bazılarını, özellikle de inceden inceye işlenmiş kuramsal kisveler peşinde koşmayan geleneksel sosyal demokrasinin çok daha açık ve allanıp pullanmamış oportünizmiyle keskin bir zıtlık gösteren, karışık, gösterişli ve –vurgulamak gerekir ki– kaçamaklı kuramsal kıvırtmaları açıklıyor.

Bu eğilimin niçin geliştiği, meyvelerini niçin şimdi vermeye başladığı ve İngilizce konuşan dünyada niçin böylesine sağlam şekilde tutunduğu, yanıt bekleyen apaçık sorulardır. Çok geniş bir anlamda ifade edilirse, bu eğilim, geçen on küsur yıl içinde solu etkilemiş ve hiç kuşkusuz, dünyanın birçok yöresinde sosyalistlere bağlanan umutların birçok kez suya düşmesinin sonucu olan daha geniş bir eğilimin parçasıdır. Ama Ralph Miliband’ın “yeni revizyonizm”le ilgili yorumunda belirttiği gibi, bu olgunun, “başka ülkelerde, en belirgin olarak da, bir “yeni revizyonizm” oluşturmayıp, dinsel ve laik nitelikteki antikomünist histeriye ve belirsizciliğe topyekûn dönüş halini aldığı Fransa’da, çok daha etkin ve yıkıcı biçimlere büründüğünü”6 vurgulamak gerekir. İngiltere’deki YHS, elbette bu kadar derinlere dalmamıştır; bu açıdan bakılınca, YHS’nin Marksist gelenekten tamamen kopmayı reddetmesi, bu reddediş ne denli yanıltıcı olursa olsun, bazı sosyalist değerlere olan bağlılığın devam ettiğini ifade eden olumlu bir tutum olarak yorumlanabilir. Ama yine de, yaşamsal öneme sahip sosyalist tutumlar büyük ölçüde terk edilmiştir ve bunun açıklanması gereklidir.

YHS akımının dolaysız kuramsal önermeleri, Althusser’cilikteki kökenleri, 1968’de belirleyici bir dönemeçten geçen kuramsal siyasal bir oluşuma kadar uzanmakla birlikte, bu akımın geliştiği dönem, kabaca 1976-1985 arasına rastlar. Kuramsal arkaplanı araştırırken göreceğimiz gibi, Althusser’ci kuramın ifade ettiği, 1960’ların radikalizmine aşılanan Maoizmden, Avrokomünizme uzanan ve onun daha da sağına yönelen tipik bir rota çizilmiştir. Althusser’den Poulantzas’a, ondan da Laclau’ya uzanan çizgi, YHS’nin kuramsal ve siyasal rotasını aşağı yukarı çizmektedir; 1970’lerin ortaları ise bu rotada kritik bir kopma noktasını belirlemektedir. İngiltere’de, Hindess ve Hirst, tipik bir yol izlemişlerdir; bu kişiler için, 1975-76 yılları, önemli bir dönüm noktasıdır, çünkü iki yıl gibi kısa bir süre içinde, Maocu-Althusserciliğin son kalıntılarından Althusser sonrası sağ kanat Labourizmin başlangıcına kadar

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ben Fine, Alfredo Saad-Filho – Marx’ın Kapitali

Editor

John Locke – Hoşgörü Üstüne Bir Mektup

Editor

Harper Lee – Bülbülü Öldürmek

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası