Sarıkamış-Beyaz Hüzün kitabının yazarından Balkanlar tam 500 sene boyunca, dağıyla taşıyla, kurduyla kuşuyla, tozuyla toprağıyla bize yar olmuş diyarlardı. Bu nazlı diyarlar 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ile elimizden çıkmaya başlamış, fetih için başlayan gidiş, son yüzyılda büyük bir muhacerete dönüşmüştü.
ELVEDA BALKANLAR / Unutulan Vatan, Balkan Harbi´ni, Balkan Göçü´nü, Edirne´nin işgal edilişini ve kurtuluşunu tüm ayrıntılarıyla anlatmak amacıyla kaleme alınmıştır. Bu kitap Balkanlar´dan, anavatanlarından göç edenlerin ve Kuşçubaşı Eşref´in etrafında bir avuç isimsiz kahramanın Edirne´nin işgalden kurtarılması için verdiği insanüstü mücadelenin öyküsüdür. Bu kitap, bir zamanlar bizim olan diyarların unutulan, unutturulan öyküsüdür…
* * *
“Ey Balkanlar, bu ayrılık yürekten midir? Nasıl gideceğiz? Neyle gideceğiz? Biz gitsek, yüreğimiz burada kalacak. En önemlisi buralar bizsiz, buralar öksüz kalacak. Hey gidi Koca Osmanlı. Buralar sensiz kalacak. Aysız, yıldızsız kalacak. Kuransız, mescitsiz, camisiz kalacak. En önemlisi hey Koca Osmanlı, Balkanlar duasız kalacak! Bizler yetim, bu diyarlar da öksüz kalacak. Bir yanımız hep eksik olacak” Balkan Muhacirlerinden Yusuf
* * *
Enver Bey siz şimdi İstanbula dönün Biz de başımızı alıp gidelim. Ne olacak? Belki bir yerde beklenilmeyen bir savaş olur, erir gideriz; zaten Edirneyi kurtarmak için yola çıktığımız zaman ahdimiz bu değil miydi? Biz bu yola çıkarken, başımıza geleceklere peşin peşin razı olmuş insanlarız Ama bugün elimize geçen fırsatı kaçırırsak, tarih bize lanet eder. Bu fırsat, düşmanın kucağında ve bıçağında olan milletdaşlarımızın son ümididir. Tarihin tükürüğünü yüzümde duymak istemiyorum. Kuşçubaşı Eşref (Tanıtım bülteninden)
***
“Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda,
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda.”
Yahya Kemal Beyatlı
Bu kitap, her Rumeli türküsünde aklımıza gelen, bizim diyarlarda şehit düşen, gazi olan, muhacir olup Balkanlar’ı terk etmek zorunda kalanlara ithaf edilmiştir.
ÖNSÖZ
Yahya Kemal, Balkanlar için; “Türkler, bir deniz gibi Balkanlardan çekilmiş lâkin tuzunu bırakmış, bütün o topraklar Türklük kokuyor.” diyor.
Balkanlar tam 500 sene boyunca, dağıyla taşıyla, kurduyla kuşuyla, tozuyla toprağıyla bize yar olmuş diyarlardı. Bu nazlı diyarlar daha sonra 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ile elimizden çıkmaya başlamış, Balkanlar’a yerleşen Türkler son 125 yıl gibi uzun bir zaman diliminde büyük acılar, büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Fetih için başlayan gidiş, büyük bir muhacerete dönüşmüş bu geri çekiliş Balkan Harbi’nde kırk gün gibi kısa bir zamanda olup bitmiştir. Sistematik olarak yaptırılan sürgünlerle, korkutmayla ve vahşetle bir millet Balkanlar’da yok edilmek istenmiştir. Ama Türk’ün bıraktığı tuz tortuları halen Balkanlar’da köprüler, hanlar, hamamlar, camiler ve mezarlıklarla erimemiş ve erimeyecektir.
Kafilelerle Balkanlar’dan gelenlerin torunları hâlâ bir Rumeli türküsünde dedelerinin o acı göçlerini hatırlamaktadırlar.
Türk milleti zor bir coğrafyada hayatını devam ettirmektedir. Bugünkü hayat hakkını da ne kadar zor şartlar altında kazanabildiğini iyi bilmektedir. Bu vesile ile Balkan Savaşı’nı anlamadan Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarını anlamanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Özellikle, yarın Türkiye’ye yön verecek gençlerin bu olaylar dizisini iyi anlamaları ümidi ve düşüncesiyle kitabımı yazmaya gayret ettim. Takdir elbette sayın okuyucularındır.
Kitabın yazımı öncesindeki araştırmalarım sırasında bilmediğim birçok kahramanla tanıştım. Sizlerin de tanışmanız dileği ile iyi okumalar efendim.
Bu kitabın yazımı esnasında beni destekleyen ve sosyal hayatlarını kısıtlamak zorunda kalmamı anlayışla karşılayan aileme teşekkürü bir borç bilirim.
KASIM, 2007
Not: Kitaplar okuyucu ile birlikte olgunlaşır. Balkan Harbi ile ilgili katkıda bulunmak, hatıralarını nakletmek ve romanla ilgili eleştiride bulunmak isteyen kıymetli okuyucularım e-posta adresimden bana ulaşabilirler.
Elektronik postam: ibilginl7@mynet.com
“Dağlar dağlar Viran dağlar Yüzüm güler Kalbim ağlar”
Balkanlar, bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ, başka bir dağın dizine koyar dumanlı başını. Balkanlar’m geçitleri zordur, aşılmaz. Dereleri coşkulu, kayaları sert ve keskindir. Korku bu dağlarda bütün heybetiyle gezer. Bir zirveden diğer bir zirveye atlayarak daima büyür. İnsanların yüreğine zehirli yılan misali çöreklenir ve artarak insanı esir alır. Korku, burada her ıssız taşın altına, dikenli çam yapraklarına, derin uçurumlara siner.
Güneş nazlı bir şekilde Balkan Dağlarının göğsüne yaslanarak altın sarısı rengine bürünür. Gün, dağların ve nice korkunun üzerine buralarda hep telâşla doğar.
Gece, Balkanlar’da daha karanlıktır. Zulme isyan edercesine başını kaldırmış zirvelerin üzerine bir perde misali iner. Dağların eteklerine yayılır, derelere çöker. Korku, karanlıkla daha da büyür.
Çiçeklerin en yabanisi Balkanlar’da ayrı bir güzel açar. Her çiçeğin vahşi bir cezbesi, dağların sırtlarını kaplayan çimenlerin bir başka yeşili, gülün ayrı bir rengi ve kokusu, papatyaların ayrı bir sarısı ve beyazı vardır. Dağların bir kuşak boyunca çarpışıp yükselmesiyle oluşan o müthiş kırılganlık her yerde kendini kolayca belli eder. Bu kırılganlık insanlarda da gözle görülür.
1877 yılında, işte bu dağlarda başlayan kavga artık bir saldırıya dönüşmüş, Osmanlı’nm Plevne önlerinden çekilmesiyle artmış; 1912 yılma gelindiğinde bu dağlarda her Türk’ün endişesini mayalayarak büyümüş, o dağ silsilelerinde kin, bir kasırga olmuştur.
Köknarların âdeta gizlediği küçük bir köyün bacalarından yükselen dumanlar, gamsız bir şekilde geceye karışırken, sert esen rüzgârın uğultusu camları sarsıyor, tahta kapıları gıcırdatıyordu. Uzakta havlayan köpekler, çöken bu kasvetli havayı dağıtmak istercesine gecenin gizemini ısırıyordu. Köylüler kapılarına sürgü üstüne sürgü vurmuş, kepenkleri sıkıca kapatmış, yüreklerindeki heyecan ve endişe her dem giderek büyümüştü. Yastık altındaki altıpatlarlar, piştovlar yağlanmıştı. Duvarlarda asılı tüfeklerin bakımı yapılmış, iğneleri gözden geçirilmiş, fişekleri doldurulmuş ve hepsi her an kullanıma hazır hale getirilmişti.
Dışarıda bırakılan bazı eşyalar rüzgârla birlikte kâh taş avlulara, kâh ahşap evlerin duvarlarına çarpıyor, bu gürültüden dolayı köylülerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Bir süre soluksuz kalarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışan köylüler, neden sonra rüzgârın ve köpeklerin sesini duyunca yatışır gibi oluyorlardı. Ancak içlerinde yer eden endişe bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Çakan şimşekler köyün girişindeki taş köprünün kemerlerini teşhir ediyordu.
Türk köylüleri, Bulgar çetecilerini takip etmek üzere gönderilen Osmanlı askerlerinin geçişinden ne kadar güven duyuyorlarsa, Bulgar askerlerinin, bugünlerde sınıra doğru ilerleyip kendi köylerine varmalarından da o kadar korkuyorlardı. Onlar her şeye rağmen Osmanlı askerine güveniyorlardı.
Son zamanlarda, Bulgaristan’a yakın Türk köylerine, Bulgar askerlerinin ve çetelerinin saldırısı başlamış, özellikle Türklere yapılan zulümler gittikçe artmış, iki devletin savaşa tutuştuğu yönünde haberler dört bir yana hızla yayılmıştı. Köylüler bu haberleri ilk önce önemsememiş, Bulgarların nasıl olsa yenileceğini düşündükleri için endişe etmemişlerdi. Zamanla çetelerin artan baskınları karşısında büyük bir korku duymuşlar, çok sevdikleri ormana ne odun kesmeye ne de mantar toplamaya gidebilmişlerdi.
Sınırdaki ve sınıra yakın köylüler evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Duyulan nal sesleri, atılan bir el silah, acı acı yankılanan bir çığlık tedirgin olmalarına yetip artıyordu. Artık bıçak sırtında yaşayan köylüler bir şey yapamamanın şaşkınlığı ve sıkıntısı içindeydiler.
Köyün ileri gelenlerinden bazıları, yıllardır beraber yaşadıkları Bulgar komşularına mallarını ucuz, pahalı demeden satıyor ve köyü terk etmek için hazırlık yapıyorlardı. Türklerin tarlalarını ve evlerini çok ucuza alan Bulgarlar ise binbir şayia çıkararak Türkleri korkutuyor, mallarını daha da ucuza almanın hesabını yapıyorlardı. Halen Türk, Bulgar, Rum ve Ermeni halklarının birlikte yaşadığı köylerdeki papazlar ise Türk ahaliye gitmelerinin çok yanlış olacağını söylemelerine ve kalmaları için kendilerine güvence vermelerine karşın çok sayıda zulüm haberini işitenler kalıp kalmamak konusunda büyük kararsızlık yaşıyorlardı.
Bir yangının rüzgârla yayılması gibi Bulgar çetelerinin yaptığı zulümler de sınırdaki köylere bir bir sıçramaya başlamıştı. Bu sıçrayış bazen o kadar hızlı oluyordu ki bir gecede beş on köyün yakıldığı, talan edildiği haberleri duyuluyordu. Köylerdeki Türk ahali Bulgaristan’ın kendi cürümüne aldırmadan Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını hayretle karşılıyordu. Bugüne dek Balkan içlerine doğru giden Osmanlı askerlerinden haber alınamamıştı. Üstelik Bulgarların; Yunanlar, Karadağlılar ve Sırplarla birleştiği yönündeki haberler her yerde dalga dalga yayılıyordu.
Çetecilerin bıçakla ağaçlara astıkları bildirilerde “İstanbul’a kadar sizi kovalayacağız! İstanbul’u ele geçireceğiz!” şeklindeki tehditler okunuyordu. Köylüler ne yapacaklarını bilemiyor, bir süre daha beklemeyi düşünüyorlardı. Nasıl olsa Osmanlı askerlerinin zafer haberlerini yakında alacaklardı. Daha düne kadar, büyük bir devletin tebaası durumunda olan Bulgarlara koskoca Osmanlı yenilecek değildi ya! Daha düne kadar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ birer Osmanlı eyaleti değil miydi? Ancak son yıllarda dağdan yuvarlanan kayalar misali bu eyaletler bir bir Osmanlı’dan kopmuş, Osmanlı’yı yenme hülyaları görür hale gelmişti. Bu olacak bir iş miydi? Beyhude bir heves, ham hayal ürünü işlerdi işte.
Birkaç hafta sonra köy çeşmesinde geceleri atlarını sulayanlara, sıkı sıkıya örttükleri perdelerini aralayıp baktılar. Gelenlerin Osmanlı askeri olduğunu sanırken bazı kapıların çalındığını gördüler. Korkuları bir kat daha büyüdü; gelenler, sakın Bulgar askeri ya da çetecileri olmasmdı? Duydukları zulümlere yoksa köylerinde de mi şahit olacaklardı? Yoksa söylentiler doğru mu çıkıyordu? Sahi dışarıda neler olup bitiyordu? Aylar önce geçip giden Osmanlı taburlarından neden bir haber almamıyordu?
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken çakan şimşekler, sağa sola kaçışan bazı gölgeleri ortaya çıkarıyordu. Atlar şimşeklerden ürküyor, yerinde duramayıp şaha kalkıyor, sinirli sinirli toynakları ile yerleri eşeliyordu.
Köy çeşmesinin yakınındaki evin çatısından düşen bir kiremit içeride bulunanları endişelendirdi. Yusuf ve Belkıs, korkudan büyüyen gözleriyle birbirlerine baktılar. Genç adam yavaşça kalkarak duvarda asılı duran tüfeğini aldı. Odanın içinde yavaşça yürüdü. Giriş kapısının arkasında bekledi. Eli tetikteydi. Büyük bir heyecan içinde olduğu ikide bir oynayan bıyıklarından belli oluyordu. Karısına:
– Lambayı söndür, dedi ve ekledi: Sakın korkma! Bebek ağlamasın, dikkat et.
Belkıs bebeğini alıp koynuna bastırdı. Ortalığı koyu bir sessizlik kapladı. Yusuf pür dikkat kapının açılmasını bekledi. Rüzgârın ve yağmurun sesi sürüp giden sessizliği bozdu. Dışarıda bir kara kedi, yattığı saçak altından bir başka yere geçerken, karşılaştığı köpek yüzünden acı bir şekilde miyavladı. Bunun üzerine Belkıs bebeğine daha sıkı sarıldı. Yusuf ise terlemeye başlayan elleriyle tüfeğini yokladı. Bir iki kez yutkundu. Kapı açılmayınca silahını indirdi. Titreyen bir sesle karısına:
– Kedi olmalı, dedi.
-Ya o gürültü neydi öyle?
– Bilmiyorum.
– Dışarıda neler olup bitiyor, bilmiyoruz. Kişneyen atlar, nal sesleri?
– Herhalde gelenler bizim askerlerdir.
– İnşallah öyledir. Her şeyi sattığını köylü biliyor mu?
– Hayır. Sadece papaz biliyor.
Bu söz üzerine Belkıs derin bir nefes alıp verdi.
– Ona güvenilmeyeceğim en iyi sen biliyorsun.
– Başka kime satabilirdik ki? Papaz bana zengin bir Bulgar buldu. Sır kalacak. Ne bizimkiler ne de onlarınkiler bilecek. Zaten iki-üç gece sonra buradan gideceğiz. Savaşın başladığı haberi her yerde konuşuluyor.
-Ya evimiz? Tarlamız? Hayvanlarımız?
– Şu an hiçbirinin önemi yok. Can telâşına düştük. Belki sonra geri geliriz.
– O zaman, sattığın fiyata mallarını geri alabilir misin?
– Bilmiyorum. Sadece senin ve bebeğimizin can güvenliğinizi düşüyorum. Doğru dürüst bir haber alsaydık.
– Herkes bir şeyler söylüyor.
– Herkese inanmamak ama ihtiyatlı olmak lazım. Komşu köyde çeteciler bizimkilere yapmadıklarını bırakmamışlar.
– Ya sıra bizim köye de gelirse?
– Bilmiyorum. Ama kendi canımızı kurtarmak için buralardan gitmemiz gerektiğini iyi biliyorum…
– Bu yerlerden mi? Hani çeşme başında görüp seni sevdiğim köyümüzden, Boz Tepe’deki bereketli tarlalarımızdan, komşularımızdan ayrılmak bu kadar kolay mı?
Bu sözler üzerine Yusuf sustu. Yeleğinin cebinden tütün kesesini çıkardı. Karanlıkta parmaklarının arasına sıkıştırdığı kâğıdın üzerine bir püske tütün koyup iyice yaydırdı. Sonra kâğıdı hafif hafif yuvarladı. Diliyle kâğıdı ıslatıp cigarasmı ağzına götürdü. Tam çakmağı çakacaktı ki vazgeçti. Temkinli olmak biraz daha beklemek amacındaydı. Saçlarını eliyle taradı. Bir süre sustu. Sonra konuşmaya başladı:
– Belkıs’ım, buralar ölüm soluyan diyarlar oldu artık. Herkes böyle diyor; ölüm soluyan diyarlar… Hâlbuki buralar daha düne kadar bizim diyarlardı.
Alın terimizle toprağı ektik, ürünümüzü biçtik. İyi ürünler aldık. Köyde sevdik, seviştik. Hır gürümüz olmadı pek. Mutluyduk. Bu ormanlarda, bu dağlarda niceleriyle beraber yaşadık. Ne kurdu kıskandık ne de kuşu… Ancak ne olduysa oldu. Aramıza nifak tohumları ekildi. Sonra dediler ki “Her yerde hürriyet var. Serbestlik oldu. Herkesin dini kendine.” Sanki eskiden de öyle değil miydi? “Herkes özgür.” dediler. “Herkes kanun önünde eşit.” dediler. Hatırlasana, o gün köyün meydanında silah atmış, çiftetelli oynamıştık. Ben de seni orada gördüydüm. İşte o zaman sana vuruldum, sevdalandım…
Yusuf sustu, ağzına cigarasmı götürdü. Tütün kokusu alınca biraz olsun rahatlamıştı sanki. Hâlâ ayaktaydı. Elinde silahı olduğu halde başını duvara dayadı. Gözlerini yumdu. Kaldığı yerden yavaş yavaş anlatmaya devam etti:
– Sonra ne oldu? Dağlarda çeteciler türedi. Hükümet çetecilerin peşine asker yolladı. “Hürriyet var.” dendi. “Onlar bizim kardeşimiz.” dendi. “Herkes kanun önünde eşittir.” dendi. Çeteciler bu tutumdan dolayı daha da palazlandılar. Kuvvetlendiler. Biz hürriyet derken, birlik derken, onlar ise hep ayrılık dediler. “Osmanlı’dan ayrılıyoruz. Başka devlet kuruyoruz.” dediler. Hâlbuki her şeyi paylaşıyorduk, acıyı da tatlıyı da… Cenazemize gelirlerdi, biz de onlarınkine giderdik. Bayramlaşırdık… Ne olduysa bu Bulgarların nankörlüğü yüzünden oldu. Gözlerini kan bürüdü. Şimdi tek dertleri topraklarını daha da büyütmek.
– Sen de onlara toprak sattın.
Bu sözde sitem biraz da öfke vardı. Yusuf bunları sezince karısına:
– Bu sözlerinle bana sitem ediyorsun, dedi. Ben ne yaptıysam, senin için, bebeğimiz için yaptım. Malda mülkte gözüm yok. Bundan sonra aç kalalım ama hür yaşayalım!
– Ya bu topraklar? Haydi biz gidiyoruz. Ya başkaları da giderse?
– Gidecekler zaten.
– Bu toprakları kolay kolay nasıl bırakırız? Tırnağımızla kazdık, terimizle ıslattık, sevdamızla yeşerttik. Havasını soluduk, suyunu içtik. Bebeğimiz burada doğdu. Buraları gözden çıkartamayız ki…
– Muhtar gibi konuşuyorsun. Gözünü kan bürümüşlere neyle karşı koyacağız? Olanları bilmiyor gibisin. Ben korkak biri değilim. Vatan diye, bizim diye bellediğimiz diyarlar bir bir elimizden çıkabilir.
– Ya hükümet? Ya askerimiz? Ya Osmanlı askeri?
– Hükümeti bilmem. İstanbul’da ne yaparlar? Asker geldi ve gitti. Nerede savaştılar? Yendiler mi yenildiler mi bilmiyoruz. Sadece her yerde kol gezen bir korku ile aslı astarı olmayan söylentiler var.
– Peki, bu söylentiler doğru mu?
– Olabilir.
– Erken karar vermedik mi acaba?
– Komşu köylüler yalan söyleyecek değil ya!
– Ya bu Bulgarların bir oyunu ise? Hani topraklarımızı daha ucuza hatta bedavaya almak için…
Yusuf burada ne diyeceğini bilemedi. Sözü eveledi geveledi. Sonunda:
– Bilmiyorum, dedi. Bak Belkıs, seni gözümden bile sakınırım. Saçının bir teline zarar gelsin istemem. Kızımızın da… Ben ödlek değilim. Vatanın değerini çok iyi bilen biriyim. Neylersin ki belirsizlik var. Bilinmezlik var. Yoksa burada kalıp vuruşmak isterim. Ama bu yürekliliği üç beş kişi gösterirse olmaz. Onların önünde duramayız. Siviller, çapulcuların önünde duramaz.
Ben Türk pehlivanlarının güreşlerini dinleyerek büyüdüm buralarda. Büyük dedemden atalarımızın akmlannı dinledim.
Balkanlar’m her yanma kendi mayamızı atmışız. Buralar bize diyar olmuş, yar olmuş. Oysa şimdi? Sus! Sesini çıkarma. Bir atlı buraya yaklaşıyor. Nal seslerinden anlıyorum. Aman kızımız ağlamasın.
Yusuf ağzındaki cigarayı yere attı. Tetiğe dokunurken eli titremeye başladı. Karanlığa alışan gözleri kapının sürgülerine dikildi. Nal sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Atın kişnemesi duyuluyordu. Yağmurun şiddetini arttırdığı bu havada acaba bu atın sahibi kimdi? Köye niçin geliyordu? Ya da gelenin başı dertte miydi? Sorular ardı arkasına Yusufun kafasında dönendi. Ancak meraktan ve endişeden dolayı bu sorulara cevap bulamadı. Nal sesleri kesildi. Yağmurun sesinden başka bir şey duyulmadı. Yusuf karısına:
– Herhalde geçip gitti, dedi.
Belkıs ise karşılık vermedi. Sıkı sıkıya göğsüne bastırdığı bebeğinin ağlamaması için Allah’a dua ediyordu.
– Geçti gitti.
Kocası sözünü bitirmişti ki atın kişnemesi hemen kapının önünden duyuldu. Ses o kadar yakından geldi ki Yusuf neredeyse atın içeride kişnediğini sandı. Silahını kapıya doğrulttu. Kapıyı açan olmadı. Yusuf ne yapacağını bilmez bir haldeyken “pat” diye kapının önüne bir şey düştü.
– Bir şey attılar, dedi karısına yavaşça. Bir şey, ama ne?
Bir hırıltı duydu. Köpek miydi acaba? Bekledi. Hırıltılı ses kesildi.
– Ses kesildi, dedi. Herhalde köpekti.
Sonra bir “Ah” nidası duydu.
– Hay Allah neler oluyor? En iyisi dışarı çıkıp bakayım.
Karısı: