ONCA YILLIK sessizlikten sonra, bir zamanlar bizim olan ve artık hiç kimsenin olmayan o ülkeden, size uğraşlarımı, oturma ve gezme şansına sahip olduğumu söylediğiniz bu “harika” dünyayı ayrıntılı bir şekilde nakletmem için sıkıştırıyorsunuz beni. Size, uğraşsız bir insan olduğumu ve bu dünyanın hiç de harika olmadığını söyleyebilirim.
Ancak bu kadar kısa ve özlü bir cevap, bütün kesinliğine karşın, ne merakınızı yatıştırabilir ne de bana sorduğunuz muhtelif sorulara karşılık olabilir. Neredeyse sitemi andıran bir sorunuz beni bilhassa şaşırttı. Bir gün kendi dilimize dönme niyetinde olup olmadığımı, ya da, elimde olmayan ve asla elime geçmeyecek bir kolaylıkla kullandığımı zannettiğiniz diğer dile sadık kalmayı dileyip dilemediğimi öğrenmek istiyorsunuz.
Bu ödünç alınmış ağızla; bütün o düşünülmüş ve tekrar düşünülmüş, nâmevcutlaşacak kadar ustaca inceltilmiş, nüansın zulmü altında beli bükülmüş, her şeyi ifade etmiş olduğundan ifadesiz kalmış, kesinliğiyle ürkütücü, yorgunluk ve edep yüklü, kabalık derecesinde ketum sözcüklerle ilişkilerimin hikâyesini size ayrıntılarıyla anlatmak, bir kâbus metnine girişmek olur.
Bir İskit’in bu sözcüklere alışmasını, açık anlamlarını kavramasını, onları titizlik ve dürüstlükle kullanmasını nasıl beklersiniz? Bitkin zarafeti başımı döndürmeyen tek bir sözcük bile yok: Onlarda artık ne toprak, ne kan, ne de can izi var. Kadavra katılığı ve ağırbaşlılığında bir sözdizimi bu sözcükleri sıkıştırıyor ve Tanrı’nın bile çıkartamayacağı bir yer saptıyor onlara.
Bana göre fazla asil, fazla seçkin olan bu yanına yanaşılmaz dilde az da olsa düzgün bir cümle yazmak için, ne biçim bir sözlük, sigara, kahve tüketimi gerekir! Maalesef iş olup bittikten sonra ve artık yüz çevirmem için çok geç olduğunda farkına vardım bunun; yoksa tazelik ve çürümüşlük kokusunu, güneş ve tezek karışımını, nostaljik çirkinliğini ve muhteşem hırpaniliğini bazen hasretle aradığım bizim dili bırakmış olmazdım.
Artık istesem de dönemem; benimsemem gereken dil, bizzat bedeli olarak çektiğim zahmetlerden ötürü tutuyor beni ve boyun eğdiriyor. Demeye getirdiğiniz gibi bir “dönek” miyim? Bir Tibet metninde, “Vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece, ” denir. Ben o kadar uzağa gitmeyeceğim: Çocukluğumun manzarası için dünyanın bütün manzaralarını verirdim.
Ayrıca eklemem gerekir ki, çocukluğumu bir cennete dönüştürüyorsam, bunun tek sorumlusu hafızamın sakatlıkları ve gözbağcılığıdır. Kökenimiz hepimizin peşinde; benimkinin bende uyandırdığı hisler, tercümesini ille de olumsuz terimlerde; kendini cezalandırmanın, üstlenilmiş ve açığa vurulmuş aşağılanmanın, felâkete rıza göstermenin dilinde buluyor.
Böyle bir vatanseverlik psikiyatrinin alanına mı girer? Kabul ediyorum, fakat başka bir türünü de düşünemiyorum ve alınyazılarımız göz önünde tutulursa -niçin sizden saklayayım?- bana tek makulü gibi görünüyor.