Afrika’dakinden başka türlü kokuyordu Rusya’daki ölüm. Afrika’da da ölüler ağır İngiliz ateşi altında cepheler arasında çoğu kez uzun süre gömülmeden kalmıştı, ama güneş çabuk tutmuştu elini. Geceleri esen rüzgâr, o iç bayıltıcı, leş gibi ve ağır kokuyu da birlikte taşımıştı hep.
İçleri gaz dolan ölüler sessiz, tüm umutlarını yitirmiş ve her biri kendi başının çaresine bakmak için sanki bir kez daha savaşırcasına, yabancı yıldızların ışığında doğrulmuştu -ama daha ertesi günü büzülmeye, sonsuz bir yorgunlukla sanki içine girmek istercesine toprağa yapışmaya başlamıştı- ve sonradan, yanlarına gidip alma olanağı doğduğunda, bazıları tümüyle hafiflemiş ve kurumuştu bile.
Haftalar sonra rastgele bulunan ölülerden ise geriye, birdenbire çok büyük gelirmiş gibi görünen üniformaların içinde takırdayan iskeletlerden başka hemen hiçbir şey kalmamıştı. Kum, güneş ve esintilerin kucağında kupkuru bir ölümdü bu.
Rusya’dakine gelince, oradaki ölüm, vıcık vıcıktı ve leş gibi kokuyordu. Yağmur günlerden beri yağıyordu. Kar erimekteydi. Daha bir ay önce, kalınlığı bir metreden fazlaydı. Başlangıçta, görende yalnız kömürleşmiş damlardan kuruluymuş izlenimini uyandıran, bırakan yıkık köy, sessizce ve her gece daha incelen kar örtüsünden bir parça daha yükselmişti.
Önce pencerelerin pervazları görünmüştü. Birkaç gece sonra bunu, kapıların üst kısmındaki girintiler izlemişti. En sonunda da pis kokulu karın derinliklerine uzanan merdivenlerin basamakları ortaya çıkmıştı. Kar, hiç durmaksızın eriyor, eriyordu ve bu erimeyle birlikte ölüler gün ışığına çıkıyordu. Eski ölülerdi bunlar. Kasımda, aralıkta ve ocakta olmak üzere birkaç kez çarpışılmıştı köy için.
Ve şimdi, nisan ayında, yine çarpışılıyordu. Köy alınmış, bırakılmış, bırakıldıktan sonra yine alınmıştı. Gelen kar fırtınaları birkaç saat içinde çoğu kez ölüleri, sıhhiyecilerin bulamayacakları derinliklere gömmüştü. Sonra her yeni gün, bir hastabakıcının kanlı bir yatağa yeni bir çarşaf sermesi gibi, savaş alanını yeni bir kar tabakasıyla örtmüştü.
Önce ocak ayının ölüleri ortaya çıktı. En üstte bulunan bu ölüler, nisan başlarında, kar gevşemeye başladıktan hemen sonra göründü. Gövdeleri kaskatı kesilmiş, yüzleri gri balmumu rengini almıştı. Bunları tahta parçalarını gömer gibi gömdüler.
Köyün arkasında, kar örtüsünün fazla kalın olmadığı bir tepecikte karı küreleyip, donmuş toprağı kazdılar. Çetin bir işti yaptıkları. Aralık ayının ölüleriyle birlikte, ocak ayındaki ölülere ait silahlar bulundu. Tüfekler, el bombaları, bazen de çelik miğferler, gövdelerden daha derine gömülmüştü.
Bu ölülerde, üniformaların altındaki künyeleri kesip almak, daha kolaydı. Kar suyu, kumaşı yumuşatmıştı. Açık ağızlardaki kar suyu, bu askerlerin boğularak öldüğü izlenimini yaratıyordu. Birkaçının bazı uzuvları gevşemeye yüz tutmuştu.
Taşındıklarında gövde henüz katılığını yitirmemiş oluyordu, ama ucundaki el ile bir kol, aşağı doğru sallanıyor ve gövde yürürken hareket edermiş gibi savruluyordu. Korkunç bir umursamazlıkla, hayasızlığa dek varan bir umursamazlıkla işaret vermekteydi sanki bu el.
Güneşe yatırıldıklarında, tümünün de ilk eriyen yerleri, gözleri oluyordu. Göz çukurlarındaki buzlar eriyor ve ağır ağır damlalar halinde aşağı dökülüyor, ölüye sanki ağlarmış gibi bir görünüm veriyordu.