Tarih

Erik Jan Zürcher – İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma

BULGARİSTAN, YUNANİSTAN VE TÜRKİYE ÜÇGENİNDE ULUS İNŞASI VE NÜFUS DEĞİŞİMİ

FİKRET ADANIR

1990’LARDA GÜNEYDOĞU Avrupa’da yaşanan şiddetli çatışmalarla bağlantılı olarak, hem medyada hem de akademik çevrelerde Balkanlar’daki olayların milliyetçiliğin özgül bir türünü gösterip göstermediği sorusu ortaya atılmıştır. Pek çok gözlemci, sivil nüfusun yaşadığı yerlerden kitlesel bir şekilde sürülmesini, bu bölgedeki ulusal gelişmenin temel karakteristiği olarak görmektedir. Bunlardan Traian Stoianovich, olayları Osmanlı imparatorluk geleneği içine yerleştirmektedir:
Bu tür etnik revizyonlar yeni değildi … Balkanlar’da 15. yüzyıldan beri, esasen Osmanlı nüfus politikalarının ve bu politikalara geç kalmış tepkinin bir ürünü olarak sürekli kendini göstermiştir.1
Böylelikle, Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar, ya Osmanlı yöneticilerinin her zamanki uygulamalarını basit biçimde taklit eden, ya da geçmişte onlara yapılan haksızlığın intikamını alan gruplar olarak görünmektedirler.
Profesör Stoianovich’e karşı polemik yapmak niyetinde değilim. Bununla birlikte modernlik öncesi imparatorlukların nüfus politikaları ile modern ulus-devletlerin politikaları arasında niteliksel bir fark olduğuna inanıyorum. Şüphesiz, Osmanlı İmparatorluğu bölgeler arasında nüfus hareketleriyle demografik yapıyı değiştirmek ve tebaa üzerinde siyasî kontrolü sağlamak için zorunlu iskân yöntemine başvurmuştu. Ancak, amaçları arasında –en azından 19. yüzyılın son çeyreğine kadar– etnik homojenlik yaratmak yoktu.2
Söz konusu bölgede böyle bir hedef, ilk olarak 18. yüzyılın sonlarından itibaren Çarlık Rusyası tarafından Kırım ve Kafkasya’da uygulanan ve 19. yüzyılda özellikle yeni Balkan devletleri, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın izlediği politikalarda kendini göstermiştir.3 Bu bölgelerden Müslümanların kitlesel bir şekilde sürülmesi, o dönemde ahlakî infiale yol açmadı, çünkü dönemin en saygın Batılı devlet adamları bile, Türkleri uygarlığa bir kara leke olarak nitelemekte ve Avrupa’dan kovmak için uygun zamanın geldiğini açıkça ilan etmekte tereddüt etmediler.4
Osmanlı tarafında ise 1877-1878’de Rusya’yla yapılan savaştaki yenilgiyi takip eden gelişmeler, jeopolitiğe ve nüfusa ilişkin yeni bir anlayışla birlikte ruh halinde dramatik bir değişime yol açtı. II. Abdülhamit Anadolu’daki etnik ve dinsel dengenin değiştirilmesi gerektiğini düşündü. Bunun sonucunda, yüz binlerce muhacir için, Doğu Trakya, Boğazlar ve Kilikya gibi stratejik önem taşıyan bölgelere öncelik veren titiz bir iskân planı hazırlandı.5 Bu muhacirlerin büyük bir kısmı etnik olarak Türk değildi, Balkanlar’dan Boşnak ve Pomaklar, Kafkasya’dan Çerkezler gibi İslâmlaşmış yerli gruplardan oluşuyordu. Dolayısıyla, bu grupların siyasî olarak Osmanlı toplumuyla bütünleştirilmesi için, ideolojik temel olarak ancak İslâm işe yarayabilirdi.6 Geriye dönüp bakıldığında, 1877 yılını takip eden on yıl, Anadolu’nun İslâmlaştırılmasını ve/veya Türkleştirilmesini amaçlayan politikaların başlangıç dönemi olarak görünmektedir.7 Gerçekten, Osmanlı arşivlerinde yapılan yeni çalışmalar, Osmanlı idaresinin –mesela Bosna-Hersek’ten gelen– Müslüman göçünü etkin bir şekilde teşvik ederken, aynı zamanda yeni çevrelerinde mutsuz olan göçmenlerin, asıl memleketlerine dönmeleri konusunda cesaretlerini kırdığını göstermektedir.8
Jön Türklerin, önceleri çoketnili imparatorluğu korumak yönündeki çabaları, 20. yüzyılın ilk yıllarında etnik milliyetçiliğin yükselişini önleyemedi. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları bu açıdan bir dönüm noktası olmuştur. “Avrupa Türkiyesi”nin kaybına yol açan askerî yenilgiden sonra İttihat ve Terakki, Müslümanların, özellikle Ege’deki muhacirlerin öfkesini, gayri Müslimlere karşı yöneltmeye başladı.9 Sonuç olarak, 1914 yılının ilk yarısında 50.000’den fazla Rum, bölgeyi terk etmeye zorlanmış, yakındaki adalara gitmişti.10 Makedonya’daki Bulgar ve Yunan nüfus da benzer bir yazgıyla karşı karşıya kalmıştı. 1913 yazında yaklaşık 50.000 Bulgar’ın, hayatlarını kurtarmak için Bulgaristan’a ve yaklaşık aynı sayıda Yunanlı’nın, Bulgar ordusu tarafından işgal edilen Batı Trakya’dan Yunanistan’a kaçtığı tahmin edilmektedir.11
Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan İstanbul Antlaşması, ortak sınır boyunca belirli bir bölgede yaşayan nüfusun karşılıklı mübadelesini öngören bir hüküm içeriyordu – tarihte emsal oluşturacak bir maddeydi bu. Bu bölgede iki taraftan mübadeleye tâbi olması öngörülen nüfus –kabaca 50.000 kişi– zaten kaçmıştı, bundan dolayı antlaşmanın şartları, sadece mülk meselelerinin düzenlenmesi anlamına geliyordu.12 Haziran 1914’de, Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında, Makedonya’daki Müslümanlar ile İzmir ve Doğu Trakya’da yaşayan Rum Ortodoksların mübadelesini öngören benzer bir antlaşma imzalandı.13 Fakat, bu antlaşma uygulanamadan Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ege’deki Rumlar, bu sefer bölgenin iç kısımlarına göç ettirildi.14 Daha kapsamlı ve radikal önlemler doğudaki vilayetlerde yaşayan Ermenilere karşı alındı. 1915’ten itibaren bir ayrım gözetilmeksizin gerçekleştirilen Ermeni tehciri sırasında katliamlar yaşandı, bu süreçte Anadolu Ermeni nüfusunun nerdeyse tamamı yok edildi.15
Savaştan sonra, Balkanlar’ın iç sorunlarına tek çözüm olarak nüfus mübadelesi fikrini yeniden ortaya atan, Venizelos oldu. Yunanistan ile Bulgaristan arasında 1919’da imzalanan Neuilly Antlaşması, Kuzey Yunanistan’dan 200.000 Slav’ın Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında yaşayan 170.000 Yunanlı’yla mübadelesini öngörüyordu. İki taraf da bu antlaşmanın gönüllülük esasına dayandığını vurguladıysa da, mübadele temelde zorunlu göç anlamına geliyordu.16 Benzer bir düzenleme, Sevr Antlaşması’ndan sonra Anadolu’da Rum nüfusun yoğun olduğu bölge, yani İzmir ve hinterlandı için gündeme getirilmiştir. Zira, savaş sonrasında, tehcir edilen birçok Rum bu bölgedeki topraklarına geri getirilmişti, ayrıca, bölgeden iç kesimlere bir Müslüman göçü de başlamıştı.17 Anadolu’da ilerleyen Yunan ordusuna karşı direniş gittikçe sertleştiğinden, Yunan başbakanı Ankara hükümetine yeni bir nüfus mübadelesi teklifi götürmeyi uygun buldu: Bu sefer, Yunan işgali altındaki bölgede kalan Müslümanlar ile Kapadokya ve Pontus bölgesindeki Rumların mübadelesi öngörülüyordu.18
1922’de Yunan ordusunun “Küçük Asya felaketi” olarak bilinen yenilgisi, hemen ardından daha radikal bir çözüm getirdi. Lozan Antlaşması’na (1923) eklenen özel bir protokol –ki bu, Versailles sisteminin ilk revizyonudur– Yunanistan ile Türkiye arasında karşılıklı ve zorunlu nüfus mübadelesini öngörüyordu.19 Fakat, yine, mübadeleye tâbi nüfusun önemli kısmı daha önce kaçmış veya kovulmuştu, bundan dolayı antlaşma, bir kez daha, olup bitenin post factum onaylanması anlamına geliyordu.20
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Kitlelerin yerlerinden edilmesinin, Güneydoğu Avrupa’da ulus-devlet oluşumunun temel bir özelliği olduğu ileri sürülebilir, oysa Adamantios Korais, Rhigas Velestinlis ve Vasil Levski gibi ilk dönem Balkan milliyetçiliğinin liderleri, millî egemenlik temeli üzerine bir Yunan veya Bulgar devleti kurmak isterken, hiçbir zaman monarşiyle yönetilen, etnik olarak homojen toplumlar tasavvur etmemişlerdi. Bu liderlerin hedefleri, yerli Müslümanları bile tam vatandaş olarak bütünleştirmesi beklenen çoketnili cumhuriyetler kurmaktı.21 Ancak, 19. yüzyıl boyunca Balkan milliyetçiliğinde temel bir değişim yaşandığı anlaşılıyor. Bu geçişin, ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleştiğinin saptanması tarihsel araştırmalara bağlıdır. Yine de, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çoketnili Osmanlı İmparatorluğu’nun bile, Balkan ulus-devletlerinin uyguladıklarından pek de farklı olmayan, yani etnik veya dinsel homojenliği sağlamayı amaçlayan bir nüfus politikası izlediği açıktır. Diğer bir deyişle, ulus-devlet fikri, tek başına, kaçınılmaz bir şekilde “etnik temizlik” anlamına gelmez. 19. yüzyılın başlarından itibaren Batı düşüncesinin özgül bir geleneği olan siyasî romantizmden kaynaklanan yeni ulusçuluk nosyonları, bu bağlamda daha açıklayıcı görünmektedir. Bu geleneğin ürünü olan Filhelen ve Slavofil akımlar, Balkanlar’da ulus-devletin gelişmesinde diğer faktörlerden çok daha etkili olmuştur. Söz konusu akımlarda, belirli bir coğrafyada yaşayan nüfus ya da halk yerine, ortak soy bağına dayanan topluluğa, Voltta ağırlık verilir. Ortak soy kolay kanıtlanamadığından, ortak dil veya din, ulusal birliğin objektif ölçütü olarak düşünülmeye başlandı ve kültürel asimilasyona direnen unsurları dışlamak önemli bir mesele olarak görüldü.22 Nihaî olarak bu, asimile edilemeyen grupların ülke topraklarından silinmesi anlamına geldi veya Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye üçgeni durumunda olduğu gibi, uluslararası düzeyde tasvip edilen zorunlu nüfus mübadeleleri, aynı “çözümün” modern bir türü olarak kendini gösterdi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Georges Pachymeres – Bizanslı Gözüyle Türkler

Editor

Sabri Kaliç – Tarihimizdeki Garip Olaylar

Editor

Karen Armstrong – Tanrı’nın Tarihi

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası