Roman (Yerli)

Evlerden Biri

evlerden biri 5edc74ded7234Evlerden Biri, Orhan Kemal’in sık sık ele aldığı aile yaşamına en iyi ışık tutan romanlarından biri. Ev içlerinde kapalı kalan hayatların aslında nasıl da fırtınalarla dolu olduğunun en iyi belgelerinden biri olan Evlerden Biri, ortak yalanlarımızla kurduğumuz ailenin aslında nasıl da bir hapishane olduğunu anlatıyor. Her zaman insana inancını koruyan Orhan Kemal, bize gerçeklerin üstüne kurmadığımız hayatların nasıl da kolayca çözülüp gideceğini hatırlatıyor.

***

1

Yakındaki tütün fabrikasının sabah saat yedi borusu kalın kalın öterken uyandı. Kirli camlar ardında kül rengi bir sabah başlamıştı. Sevmezdi böyle sabahları. Vızır vızır gelip geçen taşıtlar çamurlu sular sıçratırlardı üstüne. Bugün de böyle bir gün olacaktı besbelli.

Yorganı tepesine çekip yeni baştan uyumayı denedi. Sağa döndü, sola döndü, yüzükoyun, sırtüstü… Anlıyordu uyuyamayacağını. Yorganı atıp kalktı. Kalkınca da karşı sedirde uyuyan iki yaş küçüğünü gördü. Mışıl mışıl uyuyordu, “öküz gibi.”

Fabrikanın borusu hâlâ kalın kalın ötüyordu.

“Öküz gibi” uyuyordu, evet. Ne fabrika borusu, ne top, hatta ne de zelzele. Kafa işlemiyordu ki aptalda. Ekmek elden, su gölden. Bu yıl değilse gelecek yıl hukuku da bitirecekti.

Birden kardeşinin yorganı dikkatine çarptı. Yeni, yepyeni bir yüz kaplanmıştı. Sarıya çalan filiz yeşili üzerine tozpembe, beyaz çiçekleriyle, yepyeni, evet. Kendi yorganı? Yer yer yamalı, mavisi soluk, eski, kirli. Anlıyordu, gayet iyi anlıyordu. Ana, baba, abla, kardeş… Bir zamanlar, hani şu babasının kuş uçmaz, kervan geçmez küçük istasyonlarda müdürlük yaptığı yıllar… O zaman evin bütün umudu kendisindeydi. Okuyacak, liseyi, üniversiteyi bitirecek, avukat olacak, babasını kuş uçmaz, kervan geçmez istasyonların uzayıp giden sıkıntısından kurtaracak, ailesini bir büyük, bir canlı, bir kocaman şehrin zarif bir avukat yazıhanesi çevresinde toplayacaktı…

İçini çekti.

Babası o zamanlar şimdiki gibi haftalarca dargın durmaz, annesi, ablası çevresinde dolanır, şimdi kardeşi Erdal’a yaptıklarınca, mendili, çorabı, elbisesinin ütüsü çamurlu ayakkabılarına varana kadar her şeyiyle inceden inceye ilgilenirlerdi.

Kardeşine tekrar baktı.

Bir tutamı alnından sarkmış uzun siyah saçları, derisi gergin yüzü… Uyuyordu, biçimli burnunun kanatları usul usul oynayarak uyuyordu. Niçin uyumasın? Hukuku bitirmek üzereydi. Ana, baba, abla ekmeğini, aşını düşünüyorlardı. Yarın işe savcı stajyerliğiyle başlayıp sonunda avukatlığa vuracaktı. Kendisi gibi, bir şirkette zavallı bir daktilo değildi, olmayacaktı da!

Yatağına oturdu, başını avuçları içine aldı.

Avukat olacaktı kardeşi, evet. Avukat! Şu koca göbekli uzak akraba gibi. Nefret ederdi böyle koca göbeklilerden. Avukat, doktor, mühendis, mimar… Aklan damar damar kanlı, patlak gözleriyle sertçe bakarlardı. Ne istendiğini sertçe sorarlar, karşılarındakinin sözlerini dinlemez, laflarını yarıda keserlerdi. O avukat, babasının amca oğlu mu ne… Yıllarca önce bir gün, babasının bakanlık emrine alındığında gitmişlerdi. Ortaokul sona yeni geçmişti o sıra. Ne diye takmıştı babası onu ardına sanki? Gitmişlerdi. Çat kapı… Kocaman bir konağın kapısı, çarşı içinde. Neden sonra açılan kapıda küçük bir kız, ne istediklerini sormuştu. “Ne istediklerini!…” En çok buna kızmıştı. Az kılsın, “Allah rızası için bir lokma ekmek,” diyecekti, dememişti. Keşke deseydi. Sonra da… içerden kalın, öfkeli, küçük insanları insafsızca kovmaktan hoşlanan bir ses, onun sesi, koca göbekli amca oğlunun: “Kimdir o? Ne var? Ne istiyorlar?”

Hırslı hırslı içini çekti.

Yusyuvarlak, top gibi. Bereli, kalın siyah kaşlı… Belki de yüz elli kiloluk biriydi babasının amca oğlu. İşi anlayınca yüzü büsbütün asılmıştı. İnsan buyur eder, çay, kahve… Hak getire. Sırtındaki yarım sabahlığın cebinden çıkardığı kocaman bir mendile gürültüyle sümkürdükten sonra, “Efendim?” demişti. “Efendim? Ne istiyorsunuz? Sabah sabah ne diye rahatsız ettiniz beni? Sütüm, tereyağım, yumurtam, kızarmış ekmek dilimlerim beni bekliyor. Amca oğlu mamca oğlu, bana ne? Yıllar vıl» Mekteb-i Hukuk’ta dirsek çürütürken, bana ne yardımınız dokunuyordu da şimdi beni rahatsız ediyorsunuz? Ben bu mevkiye gelinceye kadar az mı zahmet çektim? Çalıştım, kazandım. Sen de çalışıp benim gibi avukat olsaydın…”

Bunları söylememiş, söylemek istercesine bakmıştı. Ama dalına basılırsa gözünü kırpmadan söyleyebilirdi. Çünkü karşısındaki adam, suratına bağrılıverileceklerdendi. Ellerini önünde uyuşuk uyuşuk kavuşturmuş, boynunu bükmüş, “Vekâlet emrine alındım da…” demişti.

Babasıydı bu. Ortanın sonuna geçtiği o yıl işte, amca oğlunun karşısında o biçim bir sünepelikle durduğu sıra nefret etmişti bu babadan. Küçük, küçücük, zavallı bir babaydı. Suratına karşı bağrılıp çağrılabilir, üzerleri evrak yığınlarıyla dolu ağır ceviz masalar önünden rahatlıkla kovulabilirdi. Tekme yemiş köpek gibi.

Kovmamıştı amca oğlu, isteksizlikle odasını işaret etmişti “Geçin oturun?”

Babasının ardında ufacık, geçmişlerdi odasına avukatın. Tavanında küçük tozlu bir ampulün sarı sarı yandığı, kitap, gazete tomarları içinde, maroken koltuk kanepeli bir oda, bir avukat yazıhanesi. Kapıya yakın ufacık bir tahta masa başında avurdu avurduna geçmiş zavallı bir kâtip. Korkuyla bakmış, masası başında saygıyla kalkıp oturmuştu verine. Bu kâtibi de sevmemişti. Hafif sakallı yüzünün çökük avutları yeşile çalıyordu. Babasının çamurundan; sövülüp sayılmaya yatkın, ayak işlerinde kullanılmaya elverişli bir yaratık. Babası gibi… Babasından da beter Allah rızası için çalıştırılacaklardan. Omuzlarında dünyanın işini taşısalar gene de değerleri bilinmeyeceklerden.

Önündeki deftere bitmez tükenmez yazılar yazıyordu. Başını kaldırıp bakmıyor, dalga geçtiği sanılacak diye soluğunu bile alırken belli etmemeye çalışıyordu. Gülesi tutmuştu birden. Acınmaktan çok gülünmeliydi. Zavallılığın da sınırı vardı. Böylesine ‘beh’ dense ödü kopacak bir insan…

Az sonra amca oğlu, yazıhanenin avluya bakan kapısında görününce, fırlayıvermişti kâtibi masasından. Korku içindeydi. Bir şeyler söylemek istemişti. Avukatsa, yüz elli kilosuyla onu da, söylemek istediklerini de ezip geçmiş, masasına kurulmuştu. “Dernek Bakanlık emrine alındın!”

Babası, ellerini önünde kavuşturmuş… Hemen hemen hiç böyle görmeye alışmadığı, kuş uçmaz, kervan geçmez istasyonlardaki hamallara kabaca bağırıp çağıran babası, belli belirsiz, zavallı, uyuşuk bir sesle başını sallamıştı kıçının ucuyla oturduğu koltukta.

“Maalesef evet.”

Koca göbekli, kalın siyah kaşlı avukat başlamıştı: “Maalesef evet”miş. Neden maalesef oluyor? Kim bilir amirlerine ne gibi bir ukalalık yaptın ki…”

“Ben mi? Bendeniz mi?”

Avukatın kıllı, kocaman eli havaya kalkmıştı.

“Bana kendini anlatmaya kalkma. Siz küçük memurlar…”

Söylemiş, söylemiş, bütün küçük memurları tanır ya da bütün küçük memurlara hıncı varmış gibi söylemiş, içini dökmüş, sonra nefretle bakmıştı kâtibine.

“Aç bakalım, bir dosya aç!”

Kardeşine yeniden baktı. “Onun gibi olacaksın değil mi? O koca göbekli gibi? Ol. Cehennemin dibine kadar yolun var. Ananı, babanı, ablanı çevrene topla. Bana gelincc, ben o koca göbeklinin sıska kâtibi olmayacağım. Beni anan, baban, ablan gibi çevrene alamayacaksın, sana beni yanına kâtip almak zevkini verdirmeyeceğim!”

Kirli, kısa donu, karmakarışık saçları, hafifçe uzamış sakalıyla yataktan kalktı. Duvarda asılı küçük el aynasına gitti. Aldı, yüzüne baktı, beğenmedi. Hiçbir zaman beğenmemişti bu yüzü. Ayvaya benziyordu. Elmacık kemikleri fırlak, avurtları çökük bir yüz. Çeneye doğru sivriliyordu. Böyle ayva suratlı, ortanın sonundan ayrılmış bir şirket kâtibi, koca göbekli avukatın sıska kâtibi kadar sünepe olmasa bile, gene de beğenilmezdi. Ne diye beğeneceklerdi? Ha koca göbekli avukatın zavallı kâtibi, ha şirkette daktilo.

Aynayı yerine tam asacaktı, bitişik avludaki komşu kızını gördü pencereden. Her şey silindi. Kız yüz yıkamaya çıkmıştı. Bal rengi kısacık geceliği, çıplak bacakları… Perde açıktı, bakıverse görürdü. Darmadağın saçlarıyla yıkanmamış ayva suratını mı gösterecekti? Perde ardına gizlendi. Kardeşi gibi yakışıklı olsa ne diye gizlensin?

2

Üst pencerenin beyaz perdesi ardından gözetlendiğini bilmiyor değildi kız. Az önce de darmadağın saçlı bir baş seçer gibi olmuştu pencerede. Sonra kaçıvermişti. Hangisiydi? Şirketteki daktilo mu? Hukuktaki mi? Hangisi olursa olsun, ama şirketteki daha işine gelirdi. Daktilo! Kendi neydi? Trikolarda… Tam da birbirlerine göre. Yakışıklılık karın doyurmuyordu. Sonra Avrupa’ya gideceğini söylemişti ablası küçüğün. Küçük ona göre değildi, büyüktü en iyisi.

Avlunun öbür başındaki musluğa gitti, çabucak yıkadı elini yüzünü, beyaz havlusuyla uzun uzun kurulandı. Mahsustan. Uzasındı. Penceredekinin kim olduğunu öğrenmeliydi. Çoğu günler bugünkü gibi saçları darmadağın bir baş belirip yitiverirdi. İki kardeşin o odada yattıklarını biliyordu. Bu herhalde büyüktü. Küçük olsa kaçmazdı. Niye kaçmazdı? Bilmiyordu ama, kaçmazmış gibi geliyordu. Öylesine rahat, bir parça da alaycıydı. Çekinmeden bakıyordu gözlerinin içine.

Elinde havlu, ağır ağır gelirken pencereye tekrar baktı.

“Merhaba yavrum!”

Ürktü; suçüstü yakalanmışçasına. Babalarıydı çocukların. Gözlüklü, avurtları çökük, saçları kırçıl. Aşağıdaki odanın penceresine abanmış, yiyecekmiş gibi bakıyordu. Ne zaman evde olsa, ille de sabahları, hep böyle abanır, yiyecekmiş gibi bakardı. Bozmadı.

“Merhaba amca.”

“Nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim ”

Klindc olmayarak başı kalktı, üst penceredeki karaltıyı tekrar görür gibi oldu ama hangisiydi?

“Seni gece rüyamda gördüm.”

Uzun siyah kirpikli kara gözleri ışıl ışıldı ihtiyarın.

“Yaa, öyle mi amca?”

“Gelin olmuştun, teller, pullar içinde…”

Bu kara gözler, uzun siyah kirpikler büyük oğlununkine ne kadar benziyordu!

“… Bir de güzel olmuştun ki!”

“Sahi?”

“Sahi tabii. Bilmiyor musun güzel olduğunu?”

Büyük oğulu düşünerek ihriyan dinliyordu ama pek bir şey anladığı yoktu. Birden annesinin hırçın sesini duydu.

“Nurseeen!”

Gene suçüstü yakalanmışçasına, “Efendim anne?” dedi.

“Nerdesin?”

“Elimi yüzümü yıkadım.”

“Ne bitmez el yüz yıkamakmış bu?”

“Geliyorum.”

Bal rengi eteklerinin altındaki çıplak, bembeyaz bacaklarıyla koşarak uzaklaştı. Emekli şimendiferci pencereye iyice abanmıştı gene. Kız avlunun karşısındaki odalarından içeri girinceye kadar öylece baktı. Yiyecek gibi. Bu kız, ah bu kızın bal rengi etekleri, tombul beyaz bacakları. Gece düşünde görmüştü onu gerçekten de. Teller, pullar içinde. Bir oğlanla evleniyormuş. Oğlan sonraları büyük oğlu olmuştu, daha sonra da kendisi. Otuz beş yıl önce karısıyla evlendiği gün gibi, ama kolundaki karısı değil, bu komşu kızı Nursen. Gerdek odasına doğru ağır ağır giderlerken…

Hırsla çekildi pencereden.

Şu karıdan, şu otuz beş yıllık kart karıdan düşte bile rahat yoktu. Gerdek odasına tam giderlerken önlerine çıkıvermişti. Ağlıyordu. “Utanmaz adam, azgın herif. Saçından, başından da mı utanmıyorsun? Boyunla beraber çocukların var, Allah kahretsin seni!”

Ter içinde uyandığı sıra fosforlu çalar saat gecenin ikisini gösteriyordu.

Elleri arkasında, küçük odanın kırmızısı, moru, yeşili, sarısı solmuş, yer yer yenilmiş eski kilimin üzerinde köşeden köşeye gidip gelmeye başladı. Canı sıkıldığı zamanlar yaptığı gibi. Neydi bu karıdan, çocuklardan çektiği? Yıllar yılı Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez istasyonlarında onlar için ömür tükettiği yetmiyor muydu? Büyümüşlerdi çocuklar işte. Kız bir mağazada kasiyer, oğlan şirkette daktilo, küçükse yarın öbür gün hukuku bitirecek, “… yedi günlerini yetirdim, bıyıklarını bitirdim. Elleri ekmek tuttu. Düşsünler yakamdan, azat etsinler, emekliye ayırsınlar. Ulan devlet ayırdı emekliye bunlar ayırmıyor. Bundan böyle bir bu kadar daha yaşayacak değilim. Ne kan, ne evlat. Defolsunlar başımdan, defolsunlar efendim, defolsunlar işte! Bu ev benim evim. Ben bu evi devletin verdiği ikramiyeyle aldım. Satmayacağım, satmayacağım işte. Parasını ite köpeğe yedirmeyeceğim…”

Durdu, elleri arkasında, sesli sesli:

“Gitsinler tabii, defolsunlar, istemiyorum. Bakılmaya filan ihtiyacım yok benim. Düşünmesinler beni. Romatizmalarımdan, şekerimden onlara ne? Hem nerede şeker? Hani kaldı mı? Kalp kaldı mı? Kalsa bile onlardan bana ne? Yalnız olsam, kafamı dinlerim. Hepsinden nefret ediyorum. Gitsinler, beni evimde yalnız bırakıp gitsinler, defolsunlar…”

3

Babasına kahvaltının hazır olduğunu haber vermek için aşağı inen, iki oğlanın büyüğü Ayşe, babasının kapısı önünde durdu. Usulcacık yanaştı, kapı çatlağından içeriye baktı. İhtiyar gene odanın ortasında dikilmiş, karşısında biri varmış gibi kendi kendine, sinirli sinirli konuşuyordu. Şekerinin yüksek olmadığı çoğu günler gibi. Şekeri, kalbi, baş ağrısı rahat bıraktı mı böyle olurdu çokluk. Üzerine varılmazdı, varılamazdı. Bağırır çağırır, kıyametleri koparırdı.

Ayşe siyah iş önlüğü içinde merdivenleri tekrardan çıktı, mutfağa geldi, annesinin yanına. Annesi çaydanlığı indiriyordu ocaktan.

“Annee!”

Kınalı saçlarının dipleri ağarmış anne bakmadan sordu

“Ne var??”

“Babam gene kendi kendine konuşuyor!”

“Sofra hazır demedin mi?”

“Odasına girmedim ki.”

“Nerden gördün kendi kendine konuştuğunu?”

“Kapının çatlağından.”

“Ben seni adamı kapı çatlağından gözetle diye mi gönderdim?”

“Ne yapim, girmeye korktum.”

“Niye?”

“Bağırır çağırır gene..”

“Telin mi dökülür bağırırsa? Git çağır haydi!”

Çağrılırsa kızacağını, çağrılmazsa laf edeceğini biliyordu. Emekliye ayrılalı bir şeyler olmuştu adama. İlle de şu son haftalar… Vara bağırıyor, yoğa bağırıyor, kovuyordu topunu birden. “Gidin efendim, gidin başımdan. Defolun. Yedi gününüzü yetirdim, bıyığınızı bitirdim. Alın ananızı gidin, beni bırakın evimde. Yetmiyor mu bunca yıl sizin kör boğazınız için Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez istasyoncuklarında ömür tükettiğim?”

Çay bardaklarını, peynir tabağını, ekmeği filan tepsiye koydu.

Hiç böyle değildi yıllar yılı. Kızdı mı bağırır çağırırdı ama, evden kovduğunu hatırlamıyordu. Şu son günlerde çıkmıştı bu evden kovma icadı. Acıyordu. Acımasa toplar çocuklarını, basar giderdi. Aç mezarı yoktu ya. Kız çalışıyordu, büyük oğlan çalışıyordu, ikisinin maaşıyla gül gibi geçinebilirlerdi, ama acıyordu. Şekeri vardı, kalbi vardı, gözleri iyi görmüyordu. Bakılmaya, yıkanıp arınmaya ihtiyacı vardı. Demek babası gibi, yaşlandıkça kötü huyları azıtacaktı. Kaynanasının vaktiyle anlattığına göre, kaynatasının babası, yani kocasının dedesi tıpkı böyleymiş. Vara bağırır, yoğa bağırırmış. Karısını, çocuklarını filan kovarmış evden. Ama onun -Allah vermeye- başka huyları da varmış: Kız çocuklarına sataşmaya kalkarmış. Sübyancı. Birinde komşular bu yüzden sopaları çekmiş, az kalsın öldüreceklermiş!

Tepsiyi sofadaki yemek masasına götürüp bıraktı, geri döndü. Ekmek bıçağını, şeker kutusunu unutmuştu.

Bereket versin kocasının sübyancılığı yoktu. Kim bilir, belki de sonraları teperdi. Demek dedesinin dırdırcılığını almış, sübyancılığını almamıştı. Şimdiye kadar görmemişti komşusunun karısına, kızına sarktığını.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Fedakar Arkadaşlar

Editor

Bir Değirmendir Bu Dünya

Editor

Muzaffer İzgü – Dayak Birincisi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası