” 12 Eylül karanlığında mizah mümkün mü? Cezmi Ancil daha önce yayınlanan ” Binbaşının Düdüğü” adlı kitabı ile bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştı. ” Eylül’ü 5 Geçe ” de, mizahın nasıl bir direniş aracı olabileceğini gösteren trajikomik öykülerden oluşuyor “.
Henüz Eylülü Beş geçiyor. Sokaklarda ölüm ve korku insan avcılığında. Suç ve suçluluk, masumiyetini Eylülün koynunda bırakmış, arsızca süngülerin gölgesinde korkuya teslim olmuştu. Cemselerin soğuk motorlarının gürültüsü şehirleri kuşattığı bir öğle vaktiydi. İşçiler, memurlar öğlen paydosunun son yolculuğunda işlerine geri dönerlerken, Cemal takip edilme endişesini yüzündeki gerilime yükleyerek kendi evindeki randevuya yetişmek İçin adımlarını hızlandırdı.
Cemal’in kaygısı yakalanmaktan çok eve takip götürmüş olmaktı. Mahallede herkesçe tanınan Cemal siyasi polisin ve şimdi de asken cuntanın takibinde olan biriydi
Cemal’in randevuyu kendi evinde vermesi aslında; “aranan bir kişi kendi evine gitmez” psikozundan olsa gerekti. Mahallenin evlerin mimari yapısı da operasyonlara karşı güven verici olduğunu düşünüyordu Mahallenin kerpiç kondularının mimarlıkla ne kadar ilgisi varsa Cemal’in kendi evine randevu vermesi de o kadar ilintiliydi aslında. Toprak damların alçak, birbirlerine çok bitişik ve labirent sokakları andırması, en önemlisi de bütün mahallenin çocukluktan, kuşaklardan beri birlikte yaşıyor olması, tek bir aile gibi tanışıyor olması Cemal’in en büyük rehaveti…
Cemal hızlı adımlarla orta mahalleyi geçip Kortik mahallesine doğru yöneldiğinde yanından geçtiği yaşlı kadının; “viş viş. hude hude” dediğini duydu.
Her zamankinden farklı bir sessizliğin ürkütüculüğü Makbule’nin sokağın başına gelip de aşağı doğru göz gezdirmesiyle esrarlı bir havaya dönüşmüştü.
Pire Nene’nin evinin yanına geldiğinde yüzüne garip bir hüzün çöktü. Pire Nene çok küçük taşlarla ördüğü bahçe duvarının şimdi beton duvarla örülü olması karşısında, duygu bağının önünde engeldi adeta. Cemal içgüdüsel olarak parmağın d a ki gümüş eski yüzüğe bakıp elini göğsüne doğru götürdü.
Pire Nene yıllar önce parmağındaki yüzüğü Cemal’e hediye etmiş ve uğur getirsin diye ona yeşil bir bez parçası hediye etmişti. Cemal onu sürekli muska gibi boynunda taşırdı. Pire Nene Hz. Hüseyin adına dualar eder. ağıtlar yakardı.
Eve vardığında, Süleyman divan üzerinden kalkıp arka odaya geçtiler. Makbule de dışarıda beklemede kaldı.
“Operasyooonn!”
Makbule’nin sesi yankılandı alçak toprak tavanlı odada. Cemal ve Süleyman hızla dışarı fırladılar. Sıralı evlerin daracık sokağını geçip en arkalara doğru hızla koşmaya başladılar.
İlk sokağın sonuna vardıklarında bir an geriye baktı Cemal Polisler bağırıp küfrederek ateş etmeye başladılar. Sokağa çıkan insanların bağrışmaları silah seslerine katıldığında, tepelerinde dönen helikopteri fark ettiler. Helikopter mahalle üzerinde daireler çizerek onları takip ediyordu. Mahallenin üst kısmında bulunan ve yağmur sularını yönlendiren açık kanala yetişip, bir üst mahalleye ve oradan da şehrin dışına çıkma düşüncesiyle hızla kanal yanında hizalanan son evlere ulaşmaya çalıştılar.
Büyük bir operasyon olduğu ve çok önceden hazırlık yapıldığı damlara yerleşmiş olan polislerin bir anda açığa çıkıp ateş etmelerinden ve helikopterden anlaşılıyordu.
Cemal yanında Süleyman’ı göremeyince onun yakalandığını ya da başka yöne kaçtığını düşündü.
Çitlerle örülü bir evin bahçesini zıplayarak atlayan Cemal evin kapısına vardığında ise damlardan ve etraftan ateşler devam ediyordu. Eve girip arka kapıdan fırlayıp kanala girmeyi ilk hedef gören Cemal, evde bulunan iki yaşlı kadını hızla ön kapıdan dışarı çıkarıp arka kapıyı açtığında karşısına iki asker duruyordu.
Operasyona askerlerin çevre güvenliği alarak katılmış olmaları Cemalin kanala ulaşmasını imkânsız kılmıştı. Polis çemberini biraz kırmış olan Cemal, asker çemberine takılınca evde kalmak zorunda hissetti kendini. Damlarda ayak sesleri, bağrışmalar devam ederken. Cemal insani güdülerle saklanacak yer bakındı bir an. Polislerin kapıya dayanıp küfürlerle bağırıp küfretmeleriyle iyice telaşlanan Cemal’in gözüne baca takıldı. Bacadan yukarı çıkmayı düşündü ve kafasını içine uzatıp yukarı baklı. Toprak damın ocağının içi ateşten dolayı simsiyahtı. “Üzerimdeki krem renkli takım elbiseye ne yakışır ama’ dercesine yüzüne garip bir gülümseme hakim oldu. Tüm kuşatılmışlığa rağmen, bacadan dama çıkıp, damdakileri ekarte etme düşüncesiyle Cemal bacanın içine girdi vakit kaybetmeksizin. Ama bacanın yukarı doğru daraldığını gören Cemal tam ortasına gelmişti ki, bacanın üzerinde iki polisi gördü. Polisler damdaki loğ’u bacanın ucuna getirip; “in lan aşağı, yoksa loğ’u aşağı atarız’ tehdidinden irkilen Cemal, gayri ihtiyari “manyak mısınız lan siz, loğ aşağı atıl» mı” dedi. Polislerden biri silahını aşağıya doğrulturken, bir diğeri loğu bacanın ucuna getirdi. “Eeee, tamam lan, çekin loğ’u” diyen Cemal kendi kendine söylenerek daracık bacadan aşağı süzülürken bacadaki kurumlar da yukarıya uçuşmaya başladı. Yukarda siyah tozlardan rahatsız olan polislerden biti; “boğdun lan bizi… Adama bak yav, çatışmadan korkmayan adam loğ’a teslim oldu” diyerek kurumlardan kaçışırken üstüne ve yüzüne yapışan tozlan silkmeye çalıştı.
Bilim adamları, uzun süre aç ve yalnız bıraktıkları bir iareyi; bir ucunda peynir, diğer ucunda da dişi fare olan iki yolun ortasına koymuşlar. Yani yaşam ve üreme dürtüsü… tabi böylesi bir ortamda Cemal’in iki seçenekten birinden yoksun olması da göz önüne alınırsa ki öyle bir lüks tercih yapma hakkı olmasa da, Farenin peynirli yolu tercih ederek yaşam içgüdüsünün daha ağır basması gibi Cemal de karşısında peynir olmasa da yaşam içgüdüsüyle bacadan aşağı indi.
Bacadan aşağı inen Cemal evin içinde bir şeyler yapma düşüncesiyle odanın içinde dolaşmaya başladı. Gözü duvara asılı büyük bakır kazana ilişti, “Ne işe yarar ki!” dercesine yüzünü ekşitti. Mahalleli kadınların bu kazanlarda, ateş üzerinde çamaşır kaynattığını, aşure kaynattıklarını hatırladı. Ölü suyu kaynatıldığını da anımsaması Cemal’i irkiltti ve hemen kapının arkasına gitti korunma içgüdüsüyle. Elini cebine attı panikle ve cebinden bir miktar para çıkardı. Pencereye göz atıp hızla yerdeki kilimin altına soktu parayı. Canını sakındığı polislerden parayı korumak istiyor. En azından kendine ait bir şeylerin, yani bir yanının ele geçmemesini ister gibi yüzüne hafif bir mutluluk hakim oldu.
Oyuncağı elinden alınmış, oyunbozanlık yapılmış bir çocuk gibi olmayan demokrasinin de elinden alınmış, iradesinin teslim alınmış olmasına küfretti. Demokrasimi istiyorum… Ama kaçıyorum şimdi, üstelik kıstırılmış… Demokrasi isterken bir de bireysel Özgürlük istiyorum şimdi, hangisi daha ağır basar acaba. “Faşizmin olduğu bir yerde bireysel özgürlük mü olur lan” diyerek yüzünü buruşturdu. Bir sokak ötedeki eve gidememek, belki de bir daha hiç. ya da yıllar sonra gidecek olmak ne korkunç! Üstelik kendi mahallende esirlik… Asker polis evleri tutmuş… Kimin evine kimi bırakmıyorlar.,.
Elazığlı iki kadın bir gün misafirliğe giderlerken yolda patis aramasına takılmışlar. Polislerin arama yapmasına tepki gösteren kadınlardan biri; “Anaaa, bırakmiler ki diyezem (teyzem) gile gidek!” demiş. Şimdi de Cemal iki adım ötedeki evine gidememekten çok askeri yönetim şartlarında ve aranır durumdayken kendi evine gitmesinin önemini yolda karşılaştığı yaslı kadının, “viş viş, hude hude” demesindeki iteri görüşlülüğünü anlamış olmasının ezikliğiyle kendi kendine sitem etmesinin anlamsızlığı Karşısında sırtını duvara yaslayıp öylece kalakaldı.
Duvara yaslanan Cemal içeri giren polisleri tepkisiz karşıladı. Polisler üzerine çullanıp dövmeye başladılar, içeri polis doldu bir an. Herkesin adeta dayak atma borcu varmış gibi tekme, tokat, dipçik vururlarken duvardaki kazan yere düştü. Polislerden biri kazana bir tekme savurup odanın köşesine attı. Kazan polislerden birine çarpıp yan yattı. Polislerden biri hemen Cemalin üzerine kapanıp, “tamam tamam bizim artık” diyerek dayak faslına son verdi. Polisler sevinç çığlıkları atıp dışarı çıktılar. İki kişi de Cemal’i ayaklarından tutup sürükleyerek dışarı çıkardılar. Damdaki polisler de sevinç çığlıkları atarak havaya ateş ettiler. Cemal yaka paça, kol bacak sürüklenerek kendi evlerinin önünde bekleyen sıralı arabaların yanma getirdiklerinde mahalleli toplanmış, sessiz ama korku dolu bakışlarla onları izliyorlardı. Kimi kadınlar Kürtçe ağıtlar yaktılar. Dizlerine vurup kendi etrafında dönen kadınlardan başka, “yazık oldu” dercesine bakanlar da tepkisiz gözlerle Cemal’e baktılar. Polisler sessi z tepkiye silahlarını havaya kaldırıp bağrışmalara cevap verdiler.
Polis minibüsüne atılan Cemal son kez eve doğru baktı. Anasını babasını aradı çocukça bir duyguyla, göremedi…
“Elveda Pire Nene, toprağın bol olsun. Ziyaret{Sultan Hıdır) bezini ve yüzüğünü yanımdan hiç ayırmayacam. Hiç… Yezitlere biat etmeyin deyişini, ağıtlarını unutmayacam. Elveda ilk aşkım, çocukluğum… Kirvelik geleneğine feda edilen aşkla, işkencede hayat bulacak olan sevdam, hoşçakal. Elveda istop oynadığım mahalle çocukluğum… Elveda yoldaşlar!”
Cemal yüzündeki kanlarla sokaklardan gözünü ayırınca minibüste kendisiyle birlikte Süleyman ile Makbule’yi de aldıklarını gördü. Hiç konuşmadan bakındılar. Konvoy hızla mahalleyi terk ettikten sonra Nurettin amca alçakça bir duvara çıkıp ölü varmışçasına nara okurken Cemal ve Makbule’nin babası zikre düştü. Polis araçlarının ardaca bıraktığı tozlara zikir sırasında kendini yerden yere atmanın çıkardığı tozlar karıştı. Sünni ve Alevi iki komşunun mistik ortaklığında birleşen haklı tepki meşru bir tarih bilincinin açığa çıkmasıdır. Dahası, bu duygusal ortaklık tarihsel sürecin cuntada şekillenen yönetim biçimine dinin kutsallığını da kuşanıp tepkisini meşruIaştırmış halidir. Kimi tepkilerin dini motiflerle dile getirilmesi haklı ve meşru olmakla birlikte, kitabi ve entelektüel olmaktan çok. Yunus Emre’nin “kitaptan değil, topraktan öğrenme” tarihsel ligi d ir. Tarihsel süreçlerde yine toplumsal ayaklanma ve isyanlarda halk kahramanlarının çıkması da hem yiğitlik, hem mistik, hem de diyalektiktir.
Askeri ve polis araçları gecekondu mahallesini geçip ana caddeye girdi. Öğlen saatleri olmasına rağmen caddede sayılı insanlar önlerine bakarak yürümekle anlaşmışçasına yürüyorlardı. Belirli yerlerde askerler nokta duruşu yapıyor. Konvoy şehir kulübünün yanından şehir dışında bulunan 1800 Evlere doğru yöneldi.
1800 Evler Elazığ Malatya yolu üzerinde, trafik bölge müdürlüğü adı altında çok ünlü bir işkencehane. 1800 Evler işkence hanenin bulunduğu mahallenin ismi. Özellikle Keban barajı vesilesiyle istimlâk edilen köylerden göç edenler için kurulmuş bir mahalle. Aralarında bir ilişki intibası yaratmamak için yol boyunca hiç konuşmadılar. Etrafına bile bakınırken “kime baktın” sorusuyla karşılaşmamak için de etraflarına bakınmaktan sakındı klan yüzlerindeki gerilimi, Makbule’nin; “beni niye aldınız, ben bunları tanımıyorum” şikayeti aslında Cemal ve Süleyman’a bir mesajdı. Makbule Cemal’in sahte kimlik taşıdığını biliyordu çünkü. Cemalin bir delinin kimliğini taşıdığını bilen Makbule’nin mesajı polisleri kızdırmış olacak ki; “sus kız” diyerek vurmaya başladılar. “Eve gidecem, eve gidecem” diyen Cemal tepinmeye başlayınca polisler Cemal’e yüklenmeye başladılar. “Vicdansızlar niye o deliyi dövüyorsunuz, yazıktır, sizde insanlık yok mu” diyen Makbule polislere karşı koydu.
Önde oturan kıvırcık saçlı, pos bıyıklı polis arkaya dönerek; “bu abin Cemal değil mi” diyerek Makbule’nin yarattığı intihadan etkilendiğini belli etti. “Nerden abim olacak bu deli. Abim burda değil” diyen Makbule, “abimin nerde olduğunu da yıllardır bilmiyoruz zaten” diyerek sözlerini tamamladı. “1800 Evlerde görürüz” diyen kıvırcık polis, “sen de kes sesini’ diyerek, kendince deli hareketleri yapan Cemal’i uyardı.
Konvoy hızla patika yola sapıp, tel örgülerin önünde nöbet bekleyen askerin açtığı demir parmaklıklı kapıdan içeri girdi. Araçlar yan yana park yapıp hızla üçünü içeri aldılar. Askerler ise merakla onları izliyordu,
Süleyman ve Makbule ayrı ayrı odalara alındılar.
işkencehane iki katlı, uzunca bir binaydı, üst katında askerler kalıyordu. Alt katta ise; sorgulananlar ve gözaltındakiler. Mahkemeye sevk edilinceye kadar da askerlerin gözetiminde bodrum katındaki hücrelerde tutuluyorlardı.
Sorgu katında sadece polislerin inisiyatifi olacak ki. ara kapıdan olanları izleyen nöbetçi askere; “kapat lan kapıyı’ diyen kıvırcık polis, koridorda bir sandalye üzerinde bekletilen Cemalin yanına gidio; “uğraştırma bizi. biz burada deliyi akıllı, akıllıyı ise deli yaparız” diyerek Cemal’in saçların çekti Ben eve gide cem” diyen Cemal bir tekme savurdu oturduğu yerden. Kıvırcık polis Cemal’in boğazına sarılmıştı ki. elinde bir resimle yaklaşan polisin elinden fotoğrafı alıp, bir Cemale, bir fotoğrafa bakarlarken yanlarına aynı operasyonda bulunan uzun. genç polis geldi. “Bıyıkları kesip, saçları uzatarak deli numarası yapma oğlum boşuna, bu sensin” diyerek Cemali oturduğu yerden kaldırıp yandaki odaya soktular.
Makbule’nin yarattığı kuşku etkisini göstermiş olacak ki, odaya doluşan polisler fotoğrafa bakınıp durdular. “Keriiimm” diye bağırarak dışarı çıkan ve sorumlu olduğu belli olan kıvırcık polis, “şimdi anlarız” diyerek diğer polislerle birlikte odadan çıktılar.
Kırlaşmış kıvırcık saçtı, altın dişli, yaşlı bekçi Kerim, Cemal’in gözlerini bağlarken, gazlı bezden gözleri yanan Cemal, elleriyle bezi çekiştirince, Kerim yumrukla kafasına vurup küfürler savurarak odadan çıkarıp yandaki uzunca sorgu odasına atarak; “soyun” dedi.
“Soyun” emri Cemal üzerinde buz etkisi yaptı, işkencehanelerin ilk ve asıl sloganı, asil hizmeti: Soyun!
Elbisesiz kalmaktan öte bir anlamı olduğunu insanlık tarihinden bu yana, sınıflar savaşı tarihinde mevcut devlet çarkını elinde bulunduran sömürgeci güçlerin, hak arayan sınıflar üzerindeki hâkimiyetlerinin ideolojik, psikolojik ait yapısını oluşturan en önemli ayaklarından biridir. Üretimden gelen ideolojik, sınıfsal donanımlarından sıyrılıp, sıradan, basit, özgür düşüncelerinden yalıtılmış insanlar yaratmanın sloganı; soyun!
Kasım ayının soğuk etkisi ile işkencehane de buz gibi bir hava hakimdi.
“Diren”, Teslim olma”, “Ser ver sır verme”, “Dayan” gibi derslerin ilkokulu olan işkencehane ile ilk yüzleşme dersi olan ve soyunmakla başlayan sınav başlamış oluyordu. Cemal deli kimliğine sadık kalarak soyunmada deli tepkileri gösterse de, Bekçi Kerimin yılların işkence yardımcılığının da zoraki yardımıyla çırılçıplak yapılıp bir sandalyeye oturtuldu. Kerim kapıyı açıp kapayarak dışarı çıktığı imajıyla Cemalin tepkisini ölçerken Cemal kendi hayalarını tutarak ısınma telaşındaydı. Deli olması üşümesi önünde engel olmayacağına göre, akıllılar gibi oda üşüyebilir, hatta korkabilirdi de… Yüzünde gizleyemediği ifade, korkuyla birlikte, ‘ne olacağı” kuskusuydu aslında
işkencehane zemini daha önceki kurbanları için dökülen su ile ıslatılmıştı. Sol yanda, duvar hizasında ‘askı’ denilen aletten sarkan kemer, ince sicimlerin görüntüsü, yıkılmış bulunan bir barakadan arta kalanlar gibi ürkütücü bir havayı, karşısında bulunan elektrik aletinin buz gibi sıcaklığı tamamlıyordu.
İşkencehanede insana ait olmayan ne varsa mevcut nerdeyse, yani insan ürünü ama insan elinde acı çektirme aletine dönüşen aletler.. Elektrik, sopa, tahta, ip, su, araba lastiği, su hortumu, pencere, kapı, beton, kalem, ışık. karanlık, hava… Hatta insan.
Dışardan garip sesler, bağırtılar arasında işkencehane bir anda polislerle doldu. Cemal başını çevirmeden elleri Bacakları arasında duruyordu.
“Bu mu… Dayanamaz” diyen Kıvırcık polis, sanki Cemal’i yakalayan polislerden biri değil de, sorgu, işkence yapacak olan ayrı bir polismiş gibi Cemalin kafasına bir tokat atarken, üç ay sürecek olan işkencelerin baş mimarlarından olacak olan Kıvırcık ile uzun ve takım elbiseli polis Cemal’in etrafında dönüp kurbanlık koyun alır gibi sağını solunu incelediler.
“Adın ne?”
Adı Rıza olan takım elbiseli işkencecinin eğilerek aniden sorduğu soruya hazırlıklı olmuşçasına.’Çelo” dedi Cemal.
Uzun İsmail; “uğraştırma lan bizi. biz adamın kıçından şırıngayla kan alırız’ diyerek Cemal’in karnına bir tekme attı. Araya …