BİRİNCİ BÖLÜM
I
Bir yıl önce 22 Mart akşamı, çok ilginç sayılabilecek bir olay yaşadım. Oturduğum yer, çok kötü ve rutubetli olduğu için, yeni bir ev arıyordum. Aslında daha önce çıkmam gerekiyordu bu evden, çünkü sağlığım iyice bozulmaya başlamıştı. Ama bugün yarın derken, bu zamana kadar bekledim. İstediğim ev aslında güneş alan, küçük ve ucuz bir yerdi, tek odalı da olabilirdi. Ama sonra düşündüğümde, çok dar bir evde, düşünebilmek de zorlaşıyor. Ben yazılarımı yazarken evde sürekli dolaşıp tasarlarım, bu tasarlama dönemi, bana yazmaktan daha keyifli gelir.
O sabah keyifsiz uyanmıştım. Akşamüzeri rahatsızlığım daha da artmıştı. Hava kararmak üzereyken Voznezenski Caddesi’nden geçiyordum. Sen-Petersburg’da mart güneşini çok severim. Soğuk ve açık bir havada her yeri pırıl pırıl aydınlatır. Kıştan kalan o boğucu, kirli, gri görüntüleri yok eder. İnsanın ruhunu aydınlatır.
Biraz sonra güneş etkisini kaybetti. Üşümeye başladım, soğuktan vücudum iğnelenir gibi oldu. Karanlık arttıkça mağazaların, sokakların ışıkları yandı.
Miller pastanesinin karşısındaki kaldırımda durup oraya bakma ihtiyacı duydum. İçeride, son zamanlarda sık sık gördüğüm ihtiyar adamla köpeği vardı. İçimi, nedenini anlayamadığım bir sıkıntı kapladı.
Dinle hiç ilgim yoktur, uydurma şeylere de inanmam; ama bazen herkeste olduğu gibi, benim de başımdan ilginç, açıklaması zor birkaç olay geçti. Hastayken duygular yanıltıcı olabilir ama o adamı gördüğümde, nedense, hayatımı etkileyecek bir şeylerin olacağını anlamıştım.
Adam sırtını kamburlaştırmış, hasta gibi ağır ağır, bacaklarını bükmeden, bastonuyla kaldırıma yavaşça vurarak pastaneye doğru gidiyordu. Onu Miller’de birkaç kez görmüştüm. Bugüne kadar hayatımda gördüğüm en ilginç insandı. Boyu uzun, yüzü seksen yaşında olduğunu belli eder şekilde kırışık, sırtı yaşlılıktan kamburlaşmış, eski, yırtık paltolu, başında bir iki tel saç olan, delik deşik şapkalı, birçok insanın dikkatini çeken bir ihtiyardı. Yaşlı bir insanı, yardıma en çok ihtiyacı olan bir zamanda böyle yalnız ve düşkün görmek çok garipti. Adamın halinde, yakınlarının yardımını kabul etmemiş, huysuz bir yan vardı. Uzun zamandır hiç yemek yemiyor gibiydi, derisi kemiklerine yapışmıştı. Gözlerinin çevresinde mor halkalar vardı. Çevresiyle hiç ilgilenmez, sanki ayrı bir dünyada yaşardı. Miller’in pastanesinde saatlerce oturup gözlerini bir noktaya dikip, hiçbir şey görmeden bakardı.
Kaldırımda durup ona bakarken, neden Miller’e geldiğini, ne beklediğini düşündüm. Hastalığımdan kaynaklanan sabırsızlıkla biraz da öfkelendim. “Aklında neler var acaba, böyle dalmış durumda bakarken neler düşünüyor kim bilir? Yanındaki köpek de onun gibi, yaşlılıktan dökülüyor. Ne işleri var onların burada?”
Sahibi gibi, köpeğin de çok zavallı bir hali vardı. Sanki o da günlerdir bir şey yememişti. Başı yerde, bir şey arar gibi ihtiyarın peşinden gidiyordu. Diğer köpeklerden çok farklı olduğu hemen anlaşılıyordu. İhtiyarla aralarında garip bir bağ vardı. İhtiyarla, aynı yaşta gibiydi; tüyleri dökük, kulakları sarkmış köpek, sahibinin yanından hiç ayrılmıyordu. Yürürlerken, “Yaşlıyız Tanrım, öyle yaşlıyız ki!” demek ister gibiydiler.
Onların, Hoffman Masalları kitabında, Gavarni’nin çizdiği ihtiyarla köpeğinin resminden çıkıp, aramıza karıştığını düşündüm.
Pastanenin sahibi Miller, sık sık gelen bu davetsiz konuktan rahatsız olmaya başlamıştı. Aslında kimseyi rahatsız edecek bir şey yapmıyordu. Yalnızca sandalyesini sobaya en yakın yere koyuyor, sonra da saatlerce gözünü bir noktaya dikip dalıyordu. Hiçbir şey de istemiyordu. Bu sırada köpeği de ihtiyarın ayaklarının dibinde, başını patilerinin arasına koyarak uyuyordu. Eğer yerine başka biri oturmuşsa, ne yapacağını şaşırmış gibi bir süre öylece durur; sonra salonun diğer köşesindeki pencereye gidip, orada bir sandalye bularak yavaşça oturur, şapkasıyla bastonunu yere bırakırdı. Hiçbir şeyle ilgilenmeden, sırtını sandalyeye dayamış otururken, eminim ne bir şey duyuyor ne de görüyordu. Köpek de saatler boyu kıpırdamadan öylece yatardı. Üç-dört saat doyasıya oturduktan sonra ihtiyar sonunda doğrulur, şapkasını alarak oradan çıkardı. Köpeği de onunla birlikte çıkar, kuyruğunu bacaklarının arasına alarak yürürdü. İkisi de sanki başka âlemlerde yaşıyorlardı da, yalnızca bu saatlerde ortaya çıkarak görevlerini yerine getiriyor, sonra yine kendi dünyalarına dönüyorlardı. Bir süre sonra pastanedeki diğer insanlar da onları fark etmiş ve onu gördüklerinde memnuniyetsizliklerini belli etmeye başlamışlardı. İhtiyar, çevresiyle ilgilenmediğinden, insanların tepkilerini de göremiyordu. Voznezenski’de ne kadar iş sahibi ve saygıdeğer Alman varsa Miller’in pastanesinde toplanırdı. Bu pastanede, aile havasının korunmasına önem verilirdi. Miller çoğunlukla müşterileriyle tek tek ilgilenir, masalarına oturup sohbet ederdi. Bazen onlarla birlikte punç içerdi. Zaman zaman Miller’in eşi ve çocukları da katılırdı onlara. Hep birlikte güzel bir akşam geçirirlerdi.
Pastanenin diğer bölümünden bazı akşamlar akortsuz bir piyanonun sesi duyulurdu. Piyanoyu Miller’in sarı saçlı, ufak tefek görünümlü büyük kızı çalardı. Herkes gazetelerini okumaya dalmışken, piyanodan Almanların çok sevdiği ‘Augustin’ şarkısı duyulurdu.
Hasta hasta gezip evde oturmadığıma kızarken pastaneye girdim. İhtiyar ve köpeği de yerlerindeydiler. Onları görebileceğim bir yere oturdum. Buraya yalnızca onları izlemek için geldiğimi düşündüm ve kendimi üzmek için bahaneler yarattığımı fark ederek yine sinirlendim. Ama halsizliğim de arttığından, sıcak salondan çıkmayı göze alamadım.
Bir gazete aldım ve okumaya çalıştım. Dikkatimi dağıtacak bir gürültü olmadığı halde okuyamadım. Almanlar çok az konuşuyorlardı, daha çok birbirlerine, okumakta oldukları gazete haberlerini fısıltıyla anlatıyor, sonra yeniden okumaya başlıyorlardı.
Farkında olmadan uyumuşum, birden titreyerek kendime geldim. Rahatsızlığım o kadar çok artmıştı ki, artık orada daha fazla oturmamalıydım. Tam kalkacakken salonda bir gerginlik olduğunu hissettim. İhtiyar adam bazen gözlerini birine dikip bakarken sizi görmediğini bilirdiniz, ama o kadar rahatsız olurdunuz ki, yer değiştirmek zorunda kalırdınız. O gün de ihtiyar farkında olmadan gözlerini, çok özenli giyinmiş, kırmızı yüzlü, şişman sayılabilecek tüccar bir Alman’a dikmişti. Öğrendiğime göre Alman, Miller’in bir akrabasıydı ama buradaki müşterileri ve bu ihtiyarı tanımıyordu. Elindeki gazeteyi okuyup punçunu yudumlarken birden başını kaldırıp, ihtiyarın ona baktığını gördü. Önce ne olduğuna bir anlam veremedi. O da diğer soylu Almanlar gibi çok hassas, alıngan ve duyguluydu. Üstüne dikilmiş bu bakışlardan tedirgin oldu ve alındı. Yerinde hafif kıpırdanarak yön değiştirdi ve adama bakmamaya çalıştı. Ama dayanamadı, bir iki dakika sonra tekrar gazetenin altından baktı: Dik bakışlar yine üzerindeydi. Adam İvaniç bir şey söylemedi. Ama bu bakışların hâlâ üzerinde olmasına artık dayanamadı, bunu kendisine ve gurur duyduğu Riga şehrine yapılmış bir hakaret saydı.
İhtiyara haddini bildirmek için elindeki gazeteyi sinirle bıraktı, içkisinden bir yudum aldı ve o da sert bakışlarını karşısındaki adama dikti. Aralarında uzun bir çekişme yaşanır gibiydi. Herkes onlara bakmaya başladı. Hangisinin daha önce bakmaktan vazgeçeceği merak ediliyordu. Sahne oldukça gülünçtü. Çok bozulmuş olan Adam İvaniç’in çabası boşa gitti. İhtiyar aynı kayıtsızlıkla, öfkeden köpürmüş Bay Şultz’un suratına bakmaya devam ediyordu. İhtiyar orada geçen bu olaydan tamamen habersizdi oysa. Alman, artık dayanamadı, tehdit eden, sert ve tiz bir sesle,
— Neden bana öyle dikkatle bakıyorsunuz, diye bağırdı. Karşısındakini anlamıyormuş, hatta hiç duymamış gibi sessizliğini sürdürdü. Adam İvaniç, bu sefer Rusça sordu:
— Size soruyorum, niçin bana öyle dikkatli bakıyorsunuz? Ben sarayda bile tanınırım ama sizi tanımazlar, dedi bozuk bir Alman şivesiyle.
İhtiyar durumunu hiç bozmadı. Tartışmayı gören Miller, araya girerek ihtiyarla konuşmaya çalıştı:
— Bay Şultz kendisine dikkatle bakmamanızı rica ediyor! dedi.
İhtiyar, elinde olmadan Miller’e baktı; o ana kadar hareketsiz yüzünde bir endişe, huzursuz bir heyecan belirdi. Telaşlandı, şapkasını almak için inleyerek eğildi, aceleyle, bastonunu da birlikte kaptı. Sonra yabancı bir yerden kovulan fakirin zavallı, utangaç gülümsemesiyle salondan çıkmaya çalıştı. Bitkin ihtiyarın sessiz, ezik aceleciliğinde öylesine acıklı, insanın içini burkan bir zavallılık vardı ki Adam İvaniç’den başlayarak pastanede bulunanların hepsi yanıldıklarını anladılar. İhtiyarın, birisine hakaret etmek şöyle dursun, oradan her an kovulabileceğini anladığı açıkça belliydi.
Miller iyiliksever, yufka yürekli bir adamdı. İhtiyarın omzuna hafifçe vurarak,
— Hayır lütfen oturun, dedi. Ama bay Şultz ona dikkatli bakmamanızı rica etti. Onu sarayda tanıyorlar.
Zavallı ihtiyar gene anlamadı, daha da hızlı hareket etmeye başladı. Şapkasının içinden düşen eski, delik deşik, lacivert mendilini almak için eğildi, sonra köpeğine seslendi. Başını patilerinin arasına almış köpek yerde hareketsiz yatıyordu; çok derin bir uykuya dalmış gibiydi.
Adam titrek, ihtiyar bir sesle,
— Azorka! diye mırıldandı. Azorka! Azorka!
Azorka hiç hareket etmedi. İhtiyar acı dolu sesiyle,
— Azorka, Azorka! diye tekrarladı, köpeği bastonuyla hafifçe dürttü. Fakat hayvan hâlâ aynı şekilde yatıyordu.
İhtiyar, elinden bastonunu düşürdü. Eğildi, diz çöküp Azorka’nın kafasını iki eliyle kaldırdı. Zavallı Azorka ölmüştü! Sahibinin ayaklarının dibinde, belki ihtiyarlıktan, belki de açlıktan sessizce gidivermişti. İhtiyar bir an şaşkınlıkla, Azorka’nın öldüğüne inanamamış gibi ona baktı; sonra emektar dostunun üzerine eğilerek solgun yüzünü cansız başına dayadı. Bir sessizlik oldu. Hepimiz duygulandık. Zavallı adam kalktı. Yüzünde bir damla kan kalmamıştı, sıtma nöbetine tutulmuş gibi titriyordu.
İhtiyarı teselli etmek isteyen yufka yürekli Miller koyu Alman şivesiyle:
— En iyisi onu samanla dolduralım. Fedor Karloviç Krieger bu işi çok iyi yapar, merak etmeyin.
Yerden kaldırdığı bastonu ihtiyara uzatarak:
— Fedor Karloviç Krieger hayvan doldurmakta ustadır; diye tekrarlayıp duruyordu.
Her Krieger alçakgönüllülükle,
— Evet, evet, bu işi çok güzel becerebilirim, siz merak etmeyin! dedi.
Her Krieger uzun, zayıf, erdemli bir Alman’dı. Gür kırmızı saçları, gagaya benzeyen burnunda gözlüğü vardı. Fikrini pek beğenen Miller coşarak,
— Fedor Karloviç Krieger hayvan doldurmakta çok ustadır; diye ekledi.
Her Krieger coşkun bir cömertlikle:
— Bu iş için sizden para da almayacağım.
Kendini bütün bu olanlar yüzünden suçlayan Adam İvaniç Şultz:
— Hayır, efendim, bu işin karşılığını ben vereceğim!
İhtiyar galiba söylenenlerin hiçbirini dinlemiyor, bütün vücudu ile titremeye devam ediyordu. Esrarengiz müşterinin gitmeye hazırlandığını gören Miller onu durdurdu:
— Durun! Size bir kadeh nefis konyak ikram edeyim!
Konyak getirdiler. İhtiyar, farkında olmayarak kadehini aldı, elleri titriyordu, içemeden yarısı döküldü. Kadehi tepsiye bıraktı. Sonra garip, duruma hiç uymayan bir gülümsemeyle hızlı, düzensiz adımlarla pastaneden çıktı; Azorka’yı da olduğu yerde bıraktı.
Almanlar birbirlerine şaşkınlıkla baktılar:
— Aman Tanrım, bu nasıl bir hikâye böyle, diye söylendiler.
İhtiyarın peşinden koştum. Pastaneden birkaç adım ötede, sağdaki sokakta, inşaat halindeki binalarla dolu, dar, karanlık bir çıkmaz vardı. İhtiyarın bu sokağa saptığını tahmin ettim. Çıkmazın sağındaki ikinci evin çevresi iskeleyle sarılmıştı. İskelenin altına, yayaların geçebilmesi için kalas döşenmişti. İhtiyarı kalasın bir ucuna oturmuş buldum.
— Hadi artık, kendinize gelin, lütfen üzülmeyin, sizi evinize götüreyim. Nerede oturuyorsunuz?
İhtiyar cevap vermiyordu. Neye karar vereceğimi bilemiyordum. Yoldan tek bir insan geçmiyordu. Aniden elimi tuttu, boğulur gibi bir sesle,
— Boğuluyorum, dedi; boğuluyorum!
Zavallıyı kaldırmaya çalıştım:
— Hadi evinize gidelim, diye bağırdım. Biraz yatar dinlenirsiniz, şimdi bir araba bulurum… Doktor da çağırırım… Bildiğim bir doktor var.
Kalkmaya çalışırken düştü. Yattığı yerden bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
— Vasilyevski Ostrov’da. Altıncı Sokak… Altıncı Sokak… diyerek sustu.
— O zaman yanlış gelmişiz, bekleyin ben şimdi bir araba çağıracağım.
Adam hiç hareket etmedi, elinin cansız düştüğünü görünce öldüğünü anladım.
Heyecandan hastalığımı tamamen unuttum. Çevredekilerin yardımıyla, ihtiyarın evini bulduk ama Vasilyevski Ostrov’da değil, olduğu yerin iki adım ötesinde, Klüger’in evinde oturduğunu öğrendik. Çatı katında, yalnızca büyük ve basık bir salonu, küçük antresi olan bir dairede kalıyordu. Salonda pencere sayılabilecek üç küçük oyuk vardı. Eşya olarak da yalnızca masa, sandalye ve çok eski bir kanepe… Bu eşyalar da ev sahibine aitmiş. Çok fakir olduğu anlaşılıyordu. İhtiyarın yaşadığı yeri görünce, Miller’e sıcak ve aydınlık bir yerde oturmak için geldiğini anladım. Masada günler öncesinden kalmış kuru bir ekmek ve boş bir sürahi duruyordu. Hiç parası yoktu.
Kimsesi yok ama arada sırada birileri gelip yardım ediyordur, diye düşündüm. Bulduğumuz nüfus cüzdanından adının Yeremia Smith olduğunu, gençliğinde makinistlik yaptığını öğrendik. Yetmiş sekiz yaşındaydı. Masada bir coğrafya kitabı, bir de Rusça İncil vardı. İncil’in sayfa kenarları kurşunkalemle çizilmişti, tırnak işaretleri görünüyordu. Binada oturanlardan ve ev sahibinden ihtiyarla ilgili bilgi alamadım. Hiç kimse onun kim olduğunu, ne yaptığını bilmiyordu. Yalnızca ev sahibi, her ay kirayı alırken görüyordu. Son aylarda borçlandığı için de hiç görmemiş zaten. Evden çıkarmak üzere olduğunu söyledi. Sonunda adamın bir yakınını bulamadıkları için daha fazla bekletmeden toprağa verildi.
Bir gün Vasilyevski Ostrov’da Altıncı Sokağa gitmiştim. Oraya geldiğim zaman gülmekten kendimi alamadım: Altıncı Sokak’ta sıradan birkaç evden başka ne bulacaktım? İhtiyarın ölmeden önce neden buradan söz ettiğini anlayamadığım için, daha çok meraklandım.
Adamın dairesi çok güzel değildi ama yine de ben onu kiralamaya karar verdim. Aylığı altı rubleye anlaştık. Yerleştiğim o ilk günlerde alçak tavanlara başımı çarpmamak için bir hayli zorlanmam gerekti. Kapıcıyla da zaman zaman bana uğraması, bazı şeylere yardım etmesi için anlaştık, adamsız yapamazdım çünkü. Bir yandan, belki günün birinde ihtiyara bakanlardan bir kimse yoklamaya gelir diye ümitleniyordum. Ama öleli beş gün olduğu halde gelen giden olmadı.
X
Smith’in ölümünden dört beş gün sonra evine taşındım. O gün akşama kadar fena halde canım sıkılıyordu. Hava berbat soğuktu, yağmurla karışık sulu kar yağıyordu. Ancak akşamüstü, o da bir an için güneş göründü. Yolunu şaşırmış bir güneş ışığı besbelli merak sebebiyle odama bir bakış attı. Oraya taşındığıma pişmanlık duymaya başladım artık. Oda büyük olmasına rağmen, tavanı basık, duvarları isli ve havasızdı. Birkaç parça eşya bulunduğu halde içinde sevimsiz bir boşluk vardı. Girer girmez kalan sağlığımı da bu evde kaybedeceğimi düşündüm. Düşündüğüm gibi de çıktı.
Sabah, kâğıtlarımı düzene sokmakla geçti. Çantam olmadığı için bunları bir yastık yüzünün içine doldurup getirdim. Hepsi buruş kırış olmuş, birbirine geçmişti. Masa başına oturup çalışmaya başladım. O sıralar büyük romanımla uğraşıyordum. Fakat aklım başka yerde olduğu için kalem ikide bir elimden düşüyordu.
Kalemi bırakıp pencerenin önüne geçtim. Hava gittikçe kararıyor, içim hüzünle doluyordu. Çeşit çeşit acı düşüncelerle boğuluyordum. Bir duygu bana, sonunda Sen-Petersburg’un kurbanı olacağımı söylüyordu. Bahara giriyorduk. “Bir mucizeyle, bu kabuktan sıyrılsam, kendimi doğanın kucağına atabilsem; ciğerlerime özlediğim çayırların, ormanların temiz havasını doldursam canlanırdım!” diye düşündüm. Hatırımdadır, şöyle bir şey geçmişti aklımdan: “Bir sihir, mucizevi bir kuvvet; son yıllarda geçirdiklerimi unutturabilse de, dinç bir kafayla, yeni bir güçle her şeye yeniden başlasam…”
Evet, o sıralar böyle hayaller kuruyor, yeniden dirilme umudu taşıyordum. Bazen de kendi kendime, “Bari büsbütün aklımı oynatsam da tımarhaneye girsem, belki tedaviden sonra beynim yeniden doğru dürüst çalışmaya başlardı,” diyordum. Yaşamak arzusu, hayata inancım vardı. Fakat bunu da unutmadım, hemen arkasından, “Peki, tımarhaneden sonra ne yapardım? Yeniden romanlar mı yazacaktım?” diye düşünüyordum.
Böylece oturup hayal kuruyor, tasalanıyordum. Zaman akıp gitmişti. Neredeyse gece olacaktı. Oysa bu akşam Nataşa ile buluşacaktık. Daha bir gün önce mutlaka gelmem gerektiğini bildiren bir mektup almıştım. Acele acele yerimden kalkıp hazırlanmaya başladım. Dışarıda, yağmur çamur da olsa o evden bir an önce dışarı çıkmaya can atıyordum.
Karanlık bastıkça odam daha geniş görünüyor, neredeyse büyüyordu. Aklıma, birdenbire, orada her gece, her köşede Smith’i göreceğim geldi. Pastanede Adam İvaniç’e hareketsiz baktığı gibi bana da bakacağını, ayaklarının dibinde oradaki gibi Azorka’sının yatacağını görür gibi oldum. Tam o sırada oldukça garip bir olayla karşılaştım.
Gerçi her şeyi açıkça konuşmalı: Sinirlerimin bozuk olduğundan mı, yeni evimi yadırgadığımdan mı yoksa kısa bir süre önce yaşadığım bir üzüntüden mi ne, karanlık basar basmaz, yavaştan, gizemli korku adını verdiğim bir ruh hali, benliğimi sarıyordu.
Bu; benim de kestiremediğim, akla sığmayan, normal hayatta var olmadığı halde yüzde yüz olabilecek, hatta belki şu anda bile aklın sıraladığı bütün kanıtlara rağmen, alay olsun diye, karşıma kaçınılmaz, korkunç, iğrenç, şiddet dolu bir nesne halinde dikilecek şeyi düşünüyor; acı, dehşet verici bir korku duyuyordum. Bu korku, genellikle, aklın söylediklerini dinlemez, gittikçe artardı. Ondan sonra zihnim daha keskin bir açıklıkla işlemeye başlardı; bununla beraber bu duygulara karşı koyma yeteneğini bütünüyle yitirirdi akıl. Bu halden doğan aklın faydasızlığı bir çelişki doğurur, acı bir bekleyiş ürküntümü artırırdı. Ölülerden korkan insanların duydukları sıkıntı böyle olsa gerek. Fakat benimkinde tehlikenin ne olduğunun gizli kalması bu azabı daha da şiddetlendirirdi.
Bugün gibi aklımdadır: Sırtımı kapıya dönmüş, masadan şapkamı almıştım. Birdenbire aklıma, dönüp geriye bakarsam yüzde yüz Smith’i göreceğim geldi. İlkin kapıyı yavaşça açıp odanın eşiğinde durarak odayı gözden geçirecek, sonra sessizce başını eğdikten sonra girip karşıma dikilecekti. Donuk gözlerini bana dikerek dişsiz ağzında uzun süren bir gülümsemeyle ansızın suratıma bakacaktı. Sessiz kahkahalarla bütün vücudu uzun zaman titreyecekti. Ansızın Smith’in hayali gözümün önünde gayet açık, canlı bir şekilde belirdi. İçimde bütün bunlar gerçekten olacakmış gibi, hatta olmuş da sırtım kapıya dönük olduğu için göremiyormuşum gibi bir inanç doğdu. Kapının sanki gerçekten açıldığını duydum; hızla o yana döndüm. Gördüklerimi anlatayım: Kapı gerçekten bir an önce hayalimde canlandırdığım gibi, yavaş yavaş, sessizce açılıyordu. Çığlığımı tutamadım. Kapı adeta kendiliğinden aralandı, fakat uzun zaman kimse görünmedi. Sonra birdenbire eşikte oldukça garip bir yaratık seçtim. Karanlıkta hayal meyal fark ettiğim bir çift göz ısrarla, sabit bir bakışla beni inceliyordu. Tüylerim diken diken oldu. Korkudan çıldıracak hale geldim. Tam o anda gelenin bir çocuk, bir kız çocuğu olduğunu fark ettim. Karşıma Smith’in kendisi çıksaydı, odamda o saatte böyle bir çocukla bu garip ve ani karşılaşmam kadar korku duymazdım.
Kapının, sanki kızın odaya girmeye korkmuyormuş gibi ağır ağır ve sessizce açıldığını söylemiştim. Beni fark edince eşikte şaşkınlıktan taş kesilmiş halde durmuş, beni seyrediyordu. Sonunda yavaş yavaş yürüyerek iki adım ilerledi, gene sessizliği bozmadan karşımda durdu. Yakına gelince on iki-on üç yaşlarında, ufak tefek, ağır bir hastalıktan kalkmış gibi cılız, soluk benizli bir kızcağız olduğunu gördüm. Bu haliyle iri kara gözlerinin parıltısı büsbütün dikkat çekiyordu. Akşam serinliğinde tir tir titreyerek sol eliyle göğsünü örten yırtık atkıyı bastırıyordu. Üstü başı dökülüyordu, gür siyah saçlarının tarak yüzü görmediği belliydi. Bir iki dakika karşılıklı birbirimizi süzmeye devam ettik.
Sonunda kız, göğsü ya da boğazı ağrıyormuş gibi güçlükle duyulan kısık bir sesle,
— Dedem nerede, diye sordu.
Bu soru, gizemli korkumu bir anda dağıttı. Nihayet Smith’i arayan biri çıkmış, beklenmedik bir anda izi ele geçmişti. Soruya hazırlıklı olmadığım için boş bulundum:
— Deden mi, diye sordum. Öldü o, dedim, o anda pişman oldum.
Küçük kız bir an durumunu değiştirmedi, sonra ansızın şiddetli bir sinir buhranına tutulacakmış gibi titremeye başladı. Düşmesin diye tuttum. Birkaç dakika sonra düzeldi; sarsıldığını belli etmemek için üstün bir gayret sarf ettiği belliydi.
— Bağışla, kızım, dedim. Bunu böyle doğrudan doğruya söylediğim için beni bağışla yavrum! Belki de yanılıyorum, belki ölen o değil… Zavallı çocuğum! Kimi arıyorsun sen, buradaki ihtiyarı mı?
Bana kaygıyla bakarak, zorlukla,
— Evet… diye fısıldadı.
— Soyadı Smith miydi?
— Evet.
— Öyleyse o… Ölen o… Ama sen kendini bu kadar üzme yavrum. Neden daha önce gelmedin? Nereden geliyorsun? Dün gömdüler; ansızın ölmüş… Demek torunu oluyorsun?
— Azorka da mı öldü, diye sordu.
— Evet, Azorka da öldü.
Sorusu garibime gitti: Sanki Azorka’nın ihtiyarla birlikte öldüğüne emin gibiydi. Yanıtımı alınca dışarı çıkarak kapıyı sessizce örttü. Onu durdurmak için peşinden koştum. Boş bulunarak odadan çıkmasına fırsat verdiğim için kendi kendime kızıyordum. Öyle sessizce gitmişti ki dış kapıyı açıp kapamasını bile fark edemedim. Henüz aşağıya inmemiştir diye düşünerek antrede durup dinledim. Her taraf sessizdi. Yalnız alt katlardan birinde bir kapı açılıp kapandı, sonra her yan yeniden sessizliğe gömüldü.
Aceleyle aşağıya inmeye başladım. Merdiven, oturduğum beşinci kattan dördüncü kata kadar kıvrımlıydı, ondan sonra düz iniyordu. Küçük apartmanlara özgü kirli, kapkara, her zaman loş bir merdivendi bu. O sırada her zamankinden daha da karanlıktı. El yordamıyla dördüncü kata inince durdum, sahanlıkta birisi benden gizleniyormuş gibi geldi. Ellerimle yoklamaya başladım, küçük kız köşeye büzülmüş, yüzünü duvara yaslayarak için için ağlıyordu.
— Bana bak kızım, diye başladım, neden bu kadar korktun? Hoş kabahat benim ya, seni ürküttüm. Biliyor musun, deden ölürken senden bahsetti, son sözlerinde sen vardın. Hem kitapları da bende kaldı; belki senin kitapların… Adın ne senin? Nerede oturuyorsun? Deden, Altıncı Sokak…
Sözümü tamamlayamadım. Kız korkulu bir çığlık attı; sanki oturduğu yeri bilmemden ürkmüş gibiydi. Zayıf, kemikli eliyle beni iterek merdiveni koşa koşa indi. Peşinden gittim, ama az sonra ayak sesleri duyulmuyordu. Sokağa fırladığım zaman kızı göremedim. Voznesenski Caddesi’ne kadar koştuktan sonra bu kovalamacanın boşuna olduğunu anladım. Sanki yer yarılmış da kız içine girmişti. “Belki de merdivenden inerken sahanlıklardan birine gizlenmiştir…” diye düşündüm.