Roman (Yabancı)

Ezilmiş ve Aşağılanmışlar

ezilmis ve asagilanmislar 5ed43f042072d

Dostoyevski’nin duygusal bir melodram ile kendi kişisel hikâyesini birleştirdiği ilk büyük romanı.Ezilmiş ve Aşağılanmışlar`ı diğer melodramatik-duygusal-tefrika romanlardan bambaşka bir yere yerleştiren şey, anlatıcı kahramanı Vanya`nın Dostoyevski`nin kendisine çok benzeyen bir romancı olmasıdır. Dostoyevski kendi gençliğinden çıkardığı pek çok ayrıntıyı zekice ve anlayışlı bir dil ile başkahramanı Vanya`nın hayatına döker. Tıpkı Dostoyevski`nin başına geldiği gibi, günün ünlü eleştirmeni Belinski, İvan Petroviç`in ilk romanını coşkuyla över. Bu romanın içeriği Dostoyevski`nin ilk romanı Zavallılar`a benzer. Bu övgüler üzerine aklı başından giden genç yazarın kitapta içtenlikle anlatılan mutluluğu da Dostoyevski`nin gençliğindeki mutluluğuna benzer diye düşünür okur. Bu noktada nerede yazarın kendi hayat hikâyesinin bitip nerede hayalgücünün başladığını çıkaramamak okuru daha da kışkırtacaktır.

Orhan Pamuk

Dostoyevski’nin duygusal bir melodram ile kendi kişisel hikâyesini birleştirdiği ilk büyük romanı.Ezilmiş ve Aşağılanmışlar`ı diğer melodramatik-duygusal-tefrika romanlardan bambaşka bir yere yerleştiren şey, anlatıcı kahramanı Vanya`nın Dostoyevski`nin kendisine çok benzeyen bir romancı olmasıdır. Dostoyevski kendi gençliğinden çıkardığı pek çok ayrıntıyı zekice ve anlayışlı bir dil ile başkahramanı Vanya`nın hayatına döker. Tıpkı Dostoyevski`nin başına geldiği gibi, günün ünlü eleştirmeni Belinski, İvan Petroviç`in ilk romanını coşkuyla över. Bu romanın içeriği Dostoyevski`nin ilk romanı Zavallılar`a benzer. Bu övgüler üzerine aklı başından giden genç yazarın kitapta içtenlikle anlatılan mutluluğu da Dostoyevski`nin gençliğindeki mutluluğuna benzer diye düşünür okur. Bu noktada nerede yazarın kendi hayat hikâyesinin bitip nerede hayalgücünün başladığını çıkaramamak okuru daha da kışkırtacaktır.

Orhan Pamuk

Birinci Bölüm

1

Geçen yılın 22 Mart akşamı garip bir olay geçti başımdan. Bütün gün dolaşmış, kendime bir daire aramıştım. Oturduğum yer pek rutubetliydi, bu yüzden kötü kütü öksürmeye başlamıştım. Daha sonbaharda koymuştum aklıma oradan çıkmayı, ama ilkbahara kadar oyalanmıştım.

Sabahtan beri dolaşmıştım ama istediğim gibi bir yer bulamamıştım. Tek oda bile olsa, ayrı bir daire olsun istiyordum Sonra, geniş elbette kirası da az olmalıydı. Dar yerde kişinin düşüncelerinin de daraldığım anlamıştım. Yazacağım öyküleri düşünürken odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmayı severim. Sırası gelmişken söyleyeyim: Öykülerimi yaşmaklan çok, onlar üzerinde düşünmek, hayal kurmak hoşuma gitmiştir her zaman. Doğrusu, tembelliğimden değildir bu. Peki ama nedendir öyleyse?

Sabahtan beri iyi hissetmiyordum kendimi. Akşamüzeri ise oldukça fenalaşmıştım, titriyordum Üstelik, bütün gün ayaktaydım, yorulmuştum. Hava kararmaya başladığında Voznesenski Caddesinden geçiyordum. Petersburg’un narlı güneşine, özellikle gurubuna kuşkusuz açık, dondurucu soğuk akşamlarbayılırım. Her yanı kızıl bir ışık kaplar birden. Evler alev alev yanmaya başlar sanki. Boz, kirli yeşil renklerinin kasvetli görünümü bir anda kaybolur, insanın içi aydınlanır sanki. Ürperirsin ya da biri dirseğiyle dürtmüş gibi irkilirsin. Yepyeni duygular doldurur içini… Bir güneş ısınının insanın ruhunda yaratabileceği değişiklik öyle büyüktür ki!..

Gelgeldim, çok geçmeden yok olmuştu bu güneş ışını. Dondurucu soğuk burnumun ucunu sulatıyordu. Hava iyice kararmıştı Dükkanların pencerelerinden gaz lambalarının ölgün ışığı sızıyordu Millerin pastanesinin bulunduğu yana bakıyordum içimde. olağanüstü bir şey olacakmış gibi bir duygu vardı. Tam o anda karşı kaldırımda yanında köpeğiyle yaşlı bir adam ilişti gözüme. Anlayamadığım, tuhaf bir duygunun yüreğimi hızlı hızlı çarptırmaya başladığını bugünmüş gibi anımsıyorum.

Mistik bir insan değilimdir. Bani inançlarım yoktur. Fala inanmam. Bununla birlikle, herkes gibi benim başımdan da garip birkaç olay geçmiştir. Sözgelimi, bu ihtiyarı alalım: Onunla karşılaştığımda o aksam tuhaf bir şeyin olacağı niçin doğmuştu içime? . Üstelik hastaydım da. İnsan hastayken duyguları genellikle yanıltıcı olur.

Yaşlı adam bitkin adımlarla, bacaklarını hiç bükmeden, değnek gibi um atıyordu iki büklüm, elindeki bastonunu yere hafifçe vurarak pastaneye doğru yavaş yavaş vuruyordu. Ömrümde böylesine garip biçimli bir insan görmemiştim. Daha önceleri de Miller’in pastanesinde onunla her karşılaşmamda tuhaf bir duyguya kapılırdım. Uzun boyu, kambur sırtı, seksenlik ölgün yüzü. lime lime paltosu; ancak ense kısmında aktan çok sarı beyaz bir tutam saç kalan çıplak basındaki, kullanılacak yeri kalmamış, yirmi yıllık, yuvarlak kenarlı şapkası; sanki düşünülmeden yapılan, kurumuş bir zemberek yardımıyla sürdürülüyormuşa benzeyen hareketleri… Bütün bunlar ilk bakışta şaşırtıyordu insanı. Doğrusu, yası böylesine geçkin bir ihtivan yapayalnız, yardımcısız görmek pek tuhaftı. Üstelik, bakıcılarından kaçmış bir deliyi de andırmıyor değildi hani. Aşırı sıskalığı da garibime gidiyordu: Beden diye bir şey yoktu onda sanki, iskeletinin üzerine yalnızca bir deri yapıştırılmış gibiydi.. Çevresi mosmor, iri, ama fersiz gözleri hiçbir şey görmüyordu ama bunu kesinlikle biliyorum hep karsıya bakardı. Yüzünüze baka baka önünde kimse yokmuş gibi üzerinize üzerinize yürürdü. Birkaç kez tanık oldum buna. Miller’in pastanesinde son zamanlarda gözükmeye başlamıştı. Nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Köpeği hep yanındaydı. Pastane müşterilerinden konuşan yoktu onunla. Zaten o da konulmuyordu kimseyle. Kaldırımda durmuş, meraklı gözlerle onu izliyordum, “Niçin Miller’in pastanesine dadandı bu adam? diye düşünüyordum. Ne işi olabilir orada?” Hastalığımın, yorgunluğumun sonucu, anlaşılmaz bir can sıkıntısı sarmıştı içimi. Kendi kendime sormayı sürdürüyordum: “Niyeti ne acaba? Ne düşünüyor? Bakalım düşünüyor mu hem? Yüzü bir şey anlatmaktan çok uzak.. Öylesine ölgün ki! Ondan bir parçaymış gibi yanından hiç ayırmadığı o köpeği de nereden bulmuş? Ne çok benziyorlar birbirine!.’

Zavallı köpek de seksen yaşında olmalıydı. Evet evet, kesinlikle o da seksen yaşındaydı. Bir kere, bir köpeğin gösteremiyecegi kadar yaşlı gösteriyordu. Sonra niçin onu ilk gördüğüm an, bu köpeğin öteki köpeklere benzemeyen, olağanüstü bir köpek olduğunu geçirmiştim aklımdan? Yüzde yüz büyülü, esrarlı bir yanı vardı? Belki de köpek kılığında bir Mefisto olduğunu, kaderinin birtakım bilinmez, gizli bağlarla sahibinin kaderine bağlandığını düşünmüştüm?.. Onu görseniz, son kez yirmi yıl önce birşeyler yemiş olabileceğini siz de düşünürdünüz. Sahibi gibi bir deri bir kemikti. Hemen hiç tüyü kalmamıştı üzerinde. Arkasında bir sopa gibi sarkan, hep bacaklarının arasına sıkıştırdığı kuyruğu da çıplaktı. Koca kulaklı basını hiç kaldırmaz, dalgın dalgın önüne bakardı. Ömrümde onun kadar iğrenç bir köpek görmedim. Adam önde, köpek arkada yürürlerdi. Hayvanın bumu, yapışık gibi sahibinin paltosunun eteğinden ayrılmazdı Yürüyüşleri de, görünümleri de her adımda şöyle söylerdi sanki:

“Yaşlıyız Tanrım, yaşlıyız, öyle yaşlıyız ki!”

Anımsıyorum, bir gün “sakın ihtiyarla köpeği, Gavami’nin resimledi Hoffman’ın masallan kitabının sayfalanndan sıyrılıp yeryüzünde dolaşmaya başlayan varlıklar olmasınlar?” diye İçimden geçirmiştim. Karşıya geçip ihtiyann arkasından ben de girdim pastaneye.
lhtiyan herkes garipsiyordu pastanede. Bu istenmeyen konuk kapıdan girince, tezgahın arkasında ayakta duran Müler bile surat asmaya başlamışn son zamanlarda. Bir kere, bu acayip ihtiyar ne bir şey yiyor, ne içiyordu. lçeri girince dogru köşedeki sobanın yanına gidiyor, her zaman aynı sandalyeye çöküyordu. Sobanın yanındaki yerinde başka biri oturuyorsa, adamın karşısında bir süre şaşkın şaşkın ayakta durduktan
sonra canı sıkılmış gibi öteki köşeye, pencerenin dibine geçiyordu. Orada kendine bir sandalye buluyor, usulca sandalyeye ilişiyor, şapkasını çıkanp hemen yanına yere koyuyor, hastonunu da şapkasının yanına bırakttktan sonra sandalyenin arkalıgına yaslanıp üç dört saat öyle hareketsiz kalıyordu. Eline gazete falan almazdı. Agzından tek sözcük çıkugı da yoktu. Gözlerini iyice açmış, donuk bakışlarla önüne bakıyordu. öyle ki, o anda hiçbir şey görrnedigine, işitmedigine bahse girebiIirdi insan. Köpek de oldugu yerde iki üç kez döndükten sonra, usulca sahibinin bacaklannın dibinde boylu boyunca yere uzanıyor, başını çizmelerinin arasına sokup derin bir gögüs geçirdikten sonra öyle kalıyor, ölmüş gibi hiç kıpırdamıyordu.
Sanki bu iki yaratık sabahtan beri bir yerde ölü olarak yatmışlardı da, güneş ha tar batmaz, sırf Miller’in pastanesine gelmek, orada hiç kimsenin bilmedigi, esrarlı bir görevi yerine getirmek için canlanıvermişlerdi. lhtiyar, üç dört saat oturduktan sonra nihayet kalkıyor, şapkasıyla hastonunu alıp evine yollanıyordu. Onunla birlikte köpek de dogruluyor, her zamanki gibi kuyrugunu bacaklannın arasına sıkışunyor, başını önüne
sarkıtıyor, agır adımlarla sahibini peşi sıra yürüyordu. Pastaneye gelenler zamanla uzaklaşmaya başlamışlardı, ondan igreniyorlarmış gibi yakınında bile oturmuyorlardı. Oysa ihtiyar
hiçbir şeyin farkında degildi.
Bu pastanenin müşterileri daha çok Almandı. Voznesenski
Caddesi’nde oturan ne kadar çilingir, fınncı, boyacı, şapkacı,
12
koşumcu -kısacası, saygıdeter- Alman varsa hepsi buraya getirdi. Miller’in pastanesinde içten bir hava eserdi çoğunlukla.
Patron sık sık tanıdık müşterilerinin masasına oturur, onlarla
birlikte birkaç kadeh punç yuvarlardı. DüklWı sahibinin çocuklan, köpekleri de giderlerdi bazen müşterilerin masalanna.
Müşteriler onlan sever, okşarlardı. Herkes birbirini tanır, sayardı burada. Müşteriler Alman gazetelerini okumaya daldıklannda, salondan bir kapıyla aynlan patronun dairesinden,
Miller’in tıpkı beyaz fareye benzeyen, saçlan bukleli, sanşın
büyük kızının akortsuz bir piyanoda çaldıgı Augustin’im* duyulurdu. Bu valsi seve seve dinlerdi herkes. Ben de her ayın ilk
günleri Miller’in pastanesine gider, oraya gelen Rus dergilerini
okurdum.
Içeri girdigirnde ihtiyar pencerenin dibinde oturuyordu. Köpeti de ayaklannın dibindeki yerini almıştı. Geçip köşeye
oturdum. “lşiın falan yokken, böylesine hastayken, bir an önce
eve gidip çayımı içtikten sonra yatmam gerekiyorken niçin
girdim buraya?” diye soruyordum kendi kendime. Gerçekten,
şu ihtiyan izlemek için mi geldim acaba?” Canım sıkılmaya
başlamıştı. Dışanda onu gördügüm zaman ruhuma dolan o tuhaf duyguyu anımsayınca, “Bana ne ondan?” diye geçirdim
içimden. Bütün bu soguk Almanlardan bana ne? Bu tuhaf duygum nereden geliyor? Son zamanlarda benligimi saran; yaşamama, -son öykümü okuyan usta eleştirmenin söyledigi gibiyaşamı açık seçik görmeme engel olan bu ucuz, incir çekirdegini doldurmaz şeylerden duydu�m endişenin nedeni nedir?”
Böyle düşünmeme, kendi kendime sitem etmeme karşın, kalkıp gitmiyordum. Bu arada iyice fenalaşmıştım. Sıcacık yerden
dışan çıkmayı hiç istemiyordu canım. Bir Frankfurt gazetesi
aldım elime, iki satır okuyunca daldım. Almaniann engel oldu� yoktu bana. Onlar gazetelerini okuyorlardı. Yalnızca arada alçak sesle yeni haberler üzerine, ünlü Alman mizahçısı Safir’in nükteleri üzerine birkaç sözcük ediyorlar; sonra, bir kat
daha artmış ulusal gururlanyla gene okumaya dalıyorlardı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Stieg Larsson ve Ejderha Dövmeli Kız Romanı

Editor

Açlık Oyunları

Editor

Kristal Kan

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası