Fütürizm Manifestosu ve Temelleri 1909
Arkadaşlarım ve ben tüm bir geceyi ruhlarımız gibi parıldayan, elektrikli kalplerin hapsedilmiş parlaklığıyla ışıldayan filigranlı pirinçten kubbelerden sarkan cami ışıkları altında uyanık geçirmiştik. Saatler boyunca irsi heyecanlarımızı zengin şark halılarını çiğneyerek göstermiş, mantığın son raddesine kadar tartışmış ve çılgınca karalamalarımızla tonlarca kâğıdı doldurmuştuk.
Muazzam bir gurur bizleri su üstünde tutuyordu, çünkü kendimizi o saatte gökteki ordugâhlarından aşağıdaki bizlere doğru parıldayan saldırgan yıldızlar ordusuna karşı bekleyen gururlu şamandıralar ya da ön nöbetçiler gibi yalnız, uyanık ve ayakta hissediyorduk. Devasa gemilerin cehennemvari ateşlerini besleyen ateşçiler gibi yalnız, çılgınca yollarına oturmuş lokomotiflerin sıcak ve kırmızı karınlarında el yordamıyla ilerleyen siyah hayaletler gibi yalnız, şehir duvarları boyunca yaralı kuşlar gibi dönüp duran ayyaşlar gibi yalnız.
Birdenbire, taşmış Po’nun yerinden alıp götürdüğü ve şelaleler boyunca taşıyıp denize ulaştırdığı tatildeki köyler gibi renkli ışıklarla parıldayan dışarıda homurdanan çift vagonlu tramvayların müthiş gürültüsünü duymamızla birlikte yerimizden sıçradık.
Sonra sessizlik derinleşti. Ama sessiz dualarını mırıldanan eski kanalı ve rutubetli yeşil püsküllerinin üzerindeki eskimiş sarayların çatırdayan kemiklerini dinledikçe, aniden pencerelerin altındaki otomobillerin acıkmış kükremelerini duyuverdik.
‘Gidelim!’ dedim. ‘Arkadaşlar, hadi! Gidelim! Mitoloji ve Mistik İdeal sonunda yenilgiye uğradı. Santor�’un doğumunu ve hemen ardından da Meleklerin uçuşunu görmek üzereyiz! . . . Hayatın kapılarını sarsmalı, cıvata ve menteşelerini test etmeliyiz. Gidelim! Bakın şuraya, oraya dünyaya, o ilk şafağa! Bin yıllık karanlığımızı parçalarcasına ilk defa parıldayan güneşin kızıl kılıcının ihtişamına benzer hiçbir şey yok!’
Sevgi dolu ellerimizi sıcak göğüslerine koymak için horuldayan üç canavarın yanına gittik. Tabutundaki bir ceset gibi arabama doğru uzandım, ama direksiyonun, karnımı tehdit eden o giyotin bıçağının altında bir anda kendime geliverdim.
Çılgınlığın öfkeli süpürgesi bizi kendimizden ötelere süpürdü ve ayyaşların yatakları kadar sert ve derin sokaklar boyunca sürükledi. Şurada burada pencere camından sızan zayıf lamba ışıkları bize can çekişen gözlerimizin hilekâr matematiğine güvenmememiz gerektiğini öğretti.
Dedim ki, ‘Koku, sadece koku bile canavarlarımıza yeter.’
Ve genç aslanlar gibi, uçsuz bucaksız menekşe rengi yaşamdan ve hızla çarpan gökyüzünden kaçan kara postu soluk lekelerle kaplı ölümün peşinden koştuk.
Ama ne ilahi vücudunu bulutlara doğru yükselten bir ideal Sevgilimiz, ne de Bizans yüzükleri gibi kıvrılmış vücutlarımızı sunabileceğimiz zalim bir kraliçemiz vardı! Bize ölümü diletecek hiçbir şey yoktu, cesaretimizin ağırlığından bizi azat edecek istek dışında!
Ve son hızla yolumuza devam ettik, kapı önlerindeki nöbetçi köpekler ütü altındaki bir yaka gibi yanan lastiklerimizin altına kıvrılıp yattılar. Evcilleşmiş ölüm her köşe başında benimle karşılaştı, zarafetle bir patiyi tutuyor ya da arada sırada her su birikintisinden bana kadifemsi okşayışlarla dolu bakışlar atıyordu.
‘Hadi bilgeliğin korkunç kabuğunu kıralım ve kendimizi yeni açan bir meyve gibi rüzgârın geniş ağzına bırakalım! Kendimizi tamamen Bilinmeyene verelim, çaresizlik içinde olduğumuz için değil, sadece Absürdün derin kuyularını yeniden doldurabilmek için!’
Kendi kuyruğunu ısırmaya uğraşan bir köpeğin geçirebileceği bir cinnetle arabama kendi etrafında döndürürken işte bu sözler dökülüverdi ağzımdan ve işte orada, aniden, yumruklarını sallayarak, iki aynı derece ikna edici ama yine de bir birine zıt kanıt gibi sallanan iki bisiklet sürücüsünü görüverdim. Aptalca ikilemleri yolumu kapıyordu – Lanet olsun! Ah! . . . Frene bastım ve o anki nefretimle birlikte tekerleklerim havada kalacak şekilde bir hendeğe yuvarlandım. . . .
Ah anaç hendek, neredeyse çamurlu suyla dolu! Açık renkli fabrika atığı! Besleyici çamurundan yudumladım ve Sudanlı dadımın kutsanmış siyah göğüslerini hatırlayıverdim. . . . Parçalanmış, pis ve kokuşmuş bir halde devrilmiş arabanın altından çıktığımda, neşenin o beyaz sıcak demirinin hoş bir şekilde kalbimi delip geçtiğini hissettim!
Kalabalık bir balıkçı ve doğaseverler grubu çoktan bu mucizenin etrafına toplanmaya başlamışlardı bile. Sabırlı ve sevgi dolu bir ilgiyle bu insanlar sahile vurmuş büyük bir köpek balığı gibi yatan arabamı kaldırmak için uzun bir vinç ve demir kaldıraçlar getirdiler. Araba yavaşça, arkasında bir iz gibi iyi hislerinin ağır kasasını ve rahatlığın yumuşak döşemesini bırakırken hendekten çıkarıldı.
Benim güzel köpekbalığımın öldüğünü düşündüler, ama benden gelecek bir okşayış onu yeniden yaşama döndürmeye yeterliydi ve işte oradaydı, yeniden yaşama dönmüş bir şekilde güçlü yüzgeçleri üzerinde yürüyordu yine!
İşte böyle, yüzlerimize fabrika pisliği bulaşmış bir halde-metalik artıklarla, hissizleşmiş terle, kutsal kurumla kaplanmış-bizler, kolları askıda, çürüklerle dolu, ama korkusuzca, dünyadaki tüm yaşamlara olan asil niyetlerimizi beyan ettik:
FÜTÜRİZM MANİFESTOSU
1. Tehlike sevgisinin, enerji ve korkusuzluk alışkanlığının şarkısını söylemeye niyetliyiz.
2. Cesaret, cüret ve başkaldırı bizim şiirimizin önemli öğeleri olacaktır.
3. Şimdiye değin edebiyat dalgınca bir durağanlığı, şehveti ve uykuyu göklere çıkardı. Biz saldırgan hareketleri, ateşli bir uykusuzluğu, yarışçının adımlarını, ölümlü sıçrayışı, yumruğu ve tokadı göklere çıkarmaya niyetliyiz.
4. Dünyanın muhteşemliğinin yeni bir güzellik tarafından daha da zenginleştirildiğini onaylıyoruz: hızın güzelliği. Patlayıcı nefesli bir yılan gibi kaportası büyük borularla süslenmiş bir yarış arabası – kükreyen bir araba Semadirek’in Zaferi’ne kıyasla daha güzeldir.
5. Ruhunun mızrağını dünyaya doğru yörünge halkası boyunca fırlatmış insanoğlunu yüceltmek istiyoruz.
6. Şair kadim öğelerinin heyecan dolu arzularını artırmak için kendisini şevk, ihtişam ve cömertlikle harcamalıdır.
7. Gayret gösterirken karşılaşılanın haricinde, güzellik yoktur. Saldırgan bir karakter olmadan gerçekleştirilen hiç bir iş başyapıt olamaz. Şiir bilinmeyen güçlere karşı, onları azaltacak ve insanın önünde diz çöktürecek sert bir saldırı olarak tasarlanmalıdır.
8. Asılların son ucunda duruyoruz! . . . Yapmak istediğimiz İmkânsızın gizemli kapılarını yıkmakken neden geriye bakalım? Zaman ve Uzam dün öldü. Zaten mutlaklıkta yaşıyoruz, çünkü sonsuz, her yerde hazır ve nazır hızı yarattık.
9. Savaşı yücelteceğiz-dünyanın tek hijyenini-militarizm, vatanseverlik, özgürlük getirenlerin yıkıcı hareketleri, ölmeye değer güzel fikirler ve kadınların hor görülmesi.
10. Müzeleri, kütüphaneleri, her tür akademileri yıkacağız, ahlakçılıkla, feminizmle, her çeşit fırsatçı ya da faydacı ödleklikle savaşacağız.
11. Çalışmayla, zevkle ve isyanla heyecanlanmış büyük kalabalıkların şarkılarını söyleyeceğiz; modern başkentler-deki devrimin çok renkli, çok sesli gelgitlerinin şarkılarını söyleyeceğiz; vahşi elektrikli bir ayla parıldayan cephaneliklerin ve tersanelerin titrek gece heyecanlarının şarkılarını söyleyeceğiz; dumanla süslenmiş yılanları yiyip yutan hırslı demiryolu istasyonlarının; dumanlarının çarpık çizgileriyle bulutlar yaratan fabrikaların; bıçakların pırıltısıyla güneşte ışıldayan, dev jimnastikçiler gibi nehirleri aşıveren köprülerin; ufkun kokusunu alan maceraperest buharlı gemilerin; koca tekerlekleri devasa çelik atlar gibi rayları arşınlayan geniş göğüslü demir başlıklarla zapt edilmiş lokomotiflerin ve pervaneleri rüzgârda bayraklar gibi salınan ve heyecan dolu bir kalabalıkmışçasına bağrışır gibi görünen uçakların sessiz uçuşlarının şarkılarını söyleyeceğiz.
İşte bu bozguncu ve yıkıcı manifestomuzu dünyaya İtalya’dan duyuruyoruz. Bununla, bugün, Fütürizm’i kuruyoruz, çünkü bu toprakları profesörlerin, arkeologların, ciceroninin ve antikacıların o kokuşmuş kangreninden kurtarmak istiyoruz. Çok uzun zamandır İtalya elden düşme kıyafetlerin satıcısı durumunda. Biz onu, üzerini mezarlıklar gibi kaplayan sayısız müzeden kurtarmayı amaçlıyoruz.
Müzeler: mezarlıklar! . . . Hepsi birbirinin aynı ve kesinlikle birbirlerini tanımayan vücutların meşum karmaşası içinde. Müzeler: kişinin sonsuza dek nefret edilecek ya da tanınmayacak diğerlerinin arasında yattığı kamusal yatakhaneler. Müzeler: ressam ve heykeltıraşların birbirlerini renk ve çizgilerle, uzunluğu için dövüştükleri duvarlarıyla gaddarca katlettikleri absürt mezbahalar!
Bana öyle geliyor ki, bunlar kişinin senelik hac ziyaretini yaptığı yerler, bazılarının Cadılar Bayramında mezarlıkları ziyaret ettiği gibi, buna bir lafım yok. Yılda bir kez, kişinin Gioconda’nın hemen altına çiçek bırakarak saygılarını sunması gerekiyor, bununla da bir problemim yok. . . . Ama acılarımız, kırılgan cesaretimiz, marazi huzursuzluğumuz için müzelerde günlük turlar düzenlenmesini kabul etmiyorum. Neden kendimizi, zehirleyelim? Neden çürüyelim?
Ve eski bir resimde, tutkusunun düşlerini tamamen ifade etmesini engelleyecek bariyerlere karşı koyan bir sanatçının emek isteyen çırpınışları dışında ne vardır ki? . . . Eski bir resme hayran kalmak, göğe saçmaktansa duyarlılığımızı, hareket ve yaratımın şiddetli ağrılarıyla ölü küllerinin saklandığı bir kavanoza dökmek demektir.
O halde, tüm güçlerinizi sizi güçsüz, zayıf ve yenik kılan bu sonsuz ve fuzuli geçmişe tapınma yolunda harcamak mı istiyorsunuz?
Aslına bakacak olursanız, ben size müzelere, kütüphanelere ve akademilere (boş gayretler mezarlığı, çarmıha gerilmiş düşler tarlaları, vazgeçilmiş başlangıçların kayıtları!) yapılan bu günlük ziyaretlerin, sanatçılar için, yetenekleri ve tutku dolu istekleri ile sarhoş olmuş belli genç insanların ebeveynlerince uygulanan gözetim kadar zararlı olduğunu söylüyorum. Gelecek bunlara demirlendiğinde, hayranlık duyulası geçmiş ancak ölüm döşeğindekiler, hastalar, mahkûmlar için bir tür teselli olabilir. . . . Ama bizler, gençler ve güçlü Fütüristler, onun, geçmişin, hiçbir parçasını istemiyoruz!
O yüzden bırakın gelsinler, kavurucu parmaklı neşeli bozguncular! İşte buradalar! İşte buradalar! . . . Haydi! Kütüphane raflarını ateşe verin! Kanalları yıkın ki müzeleri su bassın! . . . Ah, ihtişamlı eski tuvallerin o sularda yüzdüğünü, boyalarının aktığını ve buruştuğunu görmenin zevki! . . . Kazmalarınızı, baltalarınızı ve çekiçlerinizi kapın ve yıkın, yıkın mübarek şehirleri, acımasızca!
En yaşlı olanımız otuz yaşında: o nedenle işlerimizi bitirmek için en azından bir on yılımız var. Kırk yaşımıza geldiğimizde, diğer genç ve güçlü olanlar bizleri de gereksiz müsveddeler gibi çöpe atacaklardır-biz bunun olmasını istiyoruz zaten!
Bize doğru gelecekler, haleflerimiz, ta uzaklardan gelecekler, her cihetten, ilk şarkılarının kanatlanmış ahengiyle dans ederek, yağmacıların kancalı pençelerini bükerek, akademi kapılarında çoktan edebiyat mezarlarına söz verilmiş olan çürümekteki akıllarımızın güçlü kokusunu köpekler gibi koklayarak.
Ama bizler orada olmayacağız. . . . Sonunda bizi bulacaklar – bir kış gecesi – dümdüz kırlarda, monoton bir yağmurun dövdüğü hüzünlü bir çatının altında. Bizi görecekler, görüntülerimizin uçuşundan ateşi aldıkları için ellerimizi bugünün kitaplarının yaydığı zayıf ve küçük pırıltıda ısıtmaya çalışırken titreşen satıhlarımızın yanında çömelmiş olacağız.
Etrafımıza toplanacaklar, küçümseme ve acımayla soluk soluğa olacaklar ve hepsi, gurur dolu cüretimizden deliye dönmüş bir vaziyette bizi öldürmek için üzerimize atılacaklar, bize karşı hayranlık ve sevgiyle dolan kalplerinin sarhoşluğuyla daha da acımasızlaşıp nefretle dolacaklar…