Kitap’ta toplam 9 hikaye yer almaktadır:
1.Falaka
2.Büyücü
3.Ferman
4.Kurbağa Duası
5.Tos
6.Miras
7.Yalnız Efe
8.Vire
9.Kaşağı
Sunuş
Ömer Seyfettin, Türk Edebiyat Tarihi’nde eserleriyle Cumhuriyet devri hikâyeciliğine geçiş noktasında önemli bir aşamadır. Günlük hadiselerden hikâyeler çıkartıp cehaletle, adeta hicv eden yazar, onlarca eserini 36 yıla sığdırmıştır…
Günlük hadiselerin yananda, tarihi ve millî duygular ve beşeri hisler üzerinde yaptığı tahlillerde ortaya koyduğu insan tiplemeleri okuyucuda sürekli bir ilg: uyandırmaktadır.
Sosyal hadiseleri kerkin görüşlü ve tabi bir biçimde hikâyeleştirmesi, yazarı Cumhuriyet dönemi hikayecileri arasında “en sok okunan hikayeci” konumuna getirmiştir olgun her yaşta okuyucuya hitap eden tarzıyla pek çok yayınevi tarafından Ömer Seyfettin hikâyeleri neşredilmektedir.
Hazırladığımız eserde Ömer Seyfettin Hikâyelerinden seçmeler yaptık. Bunu yaparken de herhangi bir başlıkla sınırlandırmak yerine her konuda yazdıklarından bir karışım hazırladık.
Kahramanlık hikâyelerinin yanında toplumsal sorunlara ve günlük olaylara değinen hikâyelerini de derledik.
Yazarın hayatında derin izler bıraktığı görülen çocukluk hatıralarına dair hikayeleriyle birlikte, yetişkinlik dönemi psikolojik tahlillerini konu alan hikâyelerini de siz değerli okurlarımız için bu kitapta topladık.
Bu çarpışmayı yaparken eski metinlerden sadeleştirme yaparak ve diğer yayınlanmış hikâyelerinden karşılaştırmalarla Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden seçmeler oluşturmayı hedefledik.
Fide Yayınları olarak değerli yazarımızı Allah’tan Rahmetle yad ediyoruz.
Kevser TERZİOĞLU
Ömer Seyfettin: Hayatı ve Eserleri
Edebiyat tarihimizde en çok okunan yazarlarından olan Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen’de doğdu. Kabataş Lisesi’nde bir süre Edebiyat Öğretmenliği yaptı. Geçimini yazarak ve öğretmenlik yaparak temin etti. Genç yaşta hastalandı ve 1920 yılında 36 yaşında iken vefat etti.
Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin hikâyelerinde; konularını genellikle kendi çağının toplum ve siyaset olaylarından almıştır.
Ömer Seyfettin, hikâye, şiir, makale türlerinde eser vermiştir. Şiirleri başarısız didaktik metinlerdir. Makalelerinde ise bilinen düşüncelerini sağlam bir mantık ağıyla işler,
Ömer Seyfettin bir hikâye ustasıdır. Onun hikayeleri, Mauppaussant tarzında, ana bir olay etrafında örgütlenmiş hikâyelerdir. Hikâye türünü tezli olarak ve toplumu yükseltmek amacıyla ilk kullanan yazarımız Ömer Seyfettin dir. (A.Kabaklı, Türk Edebiyatı Tarihi 409)
Hikâyeleri, konularının kaynaklarına göre beş bölüme ayrılabilir:
1 Konusunu çocukluğundan alan Hikâyeler: Çocukluk ve okul günlerini anlattığı hikâyelerdir. And, Falaka, Kaşağı gibi hikâyeler; “hiçbir peşin fikir ve tez karıştırmadığı bu altın çağ hikâyeleri, sevgi ve sevinçle karışık bir hatıra sıcaklığı ve çocukluk cennetini özleyişle doludur.” (A.Kabaklı Türk Edebiyatı Tarihi 410)
2 Tarihi ve Kahramanlık Hikayeleri: Tarihi olayları, destanları, efsanevi zaferleri ve kahramanlıkları, savaşlarda karşılaştığımız zulümleri anlatan bu hikâyeler, tarihimizi ve tarihimizi oluşturan isimli isimsiz kahramanları yüceltmekte, fedakârlık ve vatanseverlik duygularını ele almaktadır. Bomba, Beyaz Lale, Forsa, Vire, Pembe İncili Kaftan, Topuz, Diyet bu tür hikâyelerdir.
3 Efsaneleri Konu Alan Hikâyeler: Milli Edebiyatın gereklerinden biri olarak halk kültürüne yönelen yazar, halk arasında arılatılan efsaneleride hikâyeleştirmiştir. Yüz Akı, Üç Nasihat, Kurumuş Ağaçlar adlı hikâyeleri ile Yalnız Efe adlı yarım kalmış romanı bu konudaki eserleridir.
4 Toplumsal Olayları Konu Alan Hikâyeleri: Toplum hayatındaki aksaklıkları ve bu aksaklığa sebep olan kişileri eleştirdiği eserler. Efruz Bey, Fon Sadriştayn’ın Oğlu gibi hikayeleri bu konuda kaleme alınmıştır.
5 Hayatın İçinden Alınan Hikâyeler: Günlük hayattaki insan ilişkilerinin daha çok mizahi bir bakış açısıyla ele alınıp anlatıldığı hikâyeler. Perili Köşk, Gizli Mabet bu konuya örnek hikâyelerdir.
Falaka
Çocukluk hatıralarından
Her sabah Çarşı Camii’nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi. avıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride… Alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı. Etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendi’nin bulunup bulunmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:
—Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?
—Gelmiş, gelmiş…
Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi’nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan.,,. Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendi’ye kim yaranırsa, bu mükafatı kazanırdı. Mektebin kapısına, dar taş bîr merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşıya Hoca Efendi’nin rahlesi gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elîfbe’yi, Amme’yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesak umumî bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleri idi. Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz, kış, daima cübbesiz, ab dest almağa hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıplak, sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii’ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde ve saire satardı.
Gönen’den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Amma dersten, mersten hiç haberim yoktu.
Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun, ben de karışır, bağırmaya başlardım.
En birinci zevkim falaka tutmak!.. Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.
—Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.
Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Kapıdan girer girmez Hoca Efendi’nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi.
Halbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi’nin başında asılı duran falakaya dikti: Baktı, baktı.
Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı.
Döndü, selâm vermeden çıkarken:
—Biraz dışarı gelir misiniz Hoca Efendi?..
Hoca Efendi titreyerek divan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hakim Efendi ile Kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarda ne konuştuklarım bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu,
—Falaka yasak olmuş… diyorlardı. Sözde Kaymakam Bey yasak etmiş!
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk. Öyle azdık, öyle kudurduk ki… Ne yaptığımızı bitmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk.
Dayaksız bizi oku tama ya cağı m anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Amma başı ucuna asmadı. Oturduğu minderin arkasına sakladı. Fakat şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden fena dövüyordu.
İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan müzevir (söz taşıyan) çıkmıyor, Hoca Efendi’ye karşı tek vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede sözbirliği ettik. İçerde hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti.
Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle:
—Bilmiyoruz, bilmiyoruz, dedik.
—Hepinizi falakaya çekeceğim.
—Bilmiyoruz, bilmiyoruz.
—Kimse söylemeyecek mi?
—Bilmiyoruz ki, bitmiyoruz ki…
—Bilmiyor musunuz, pekala. Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk.
Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. Bugünden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak… Kazara, kendiliğinden hapşıranı:
—Benimle eğleniyor musun? diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:
—Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim, diye haykırıyordu.
—Şart olsun, kim hapşırırsa…
“Şart olsun!” Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:
—Çok büyük yemin! dedi.
—Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?
—Hayır.
—Ya ne olur?
….