Tarih

Fernand Braudel – Akdeniz, Mekân ve Tarih

BU KİTAPTA gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider; bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Rivierası’na inerler; Provence’da, Yunanistan’da zeytinler toplanmıştır; Venedik’in durgun sularında ya da Cerbe kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar…

Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz. Giriştiğimiz deneme, geçmişin ve bugünün sürekli karşılaşması, birinden ötekine sürüp giden bir geçiş, açık yürekle çağrılan iki sesli, sonsuz bir türküdür.

Bu diyalog, birbirine yansıyan sorunlarıyla bu kitaba bir ruh verirse, amacımıza ulaşmış olacağız. Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün sorunları –hatta kaygı ve sıkıntıları– adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir.

İnsanların kendilerine yarattığı başka hiçbir dünya Akdeniz kadar kanıtlayamaz bunu; çünkü Akdeniz’in kendini anlatmasının, kendini tekrar tekrar yaşamasının sonu gelmez. Kuşkusuz zevki için olduğu kadar, gerektiği için de yapar bunu.

Geçmişte var olmuş olmak, varlığını bugün de sürdürmenin bir koşuludur. Nedir bu Akdeniz? Binbir şeyin hepsi birden. Bir manzara değil, sayısız manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık değil, birbiri üzerine yığılmış birçok uygarlık.

Akdeniz’de gezen, Lübnan’da Roma dünyasını, Sardinya adasında tarihöncesini, Sicilya’da Yunan kentlerini, İspanya’da Arap varlığını, Yugoslavya’da Türk İslâmı’nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta’daki kocaman taş yapılara ya da Mısır piramitlerine dek uzanır.

Bugün hâlâ yaşayan çok eski şeylerin yanında, aşırı modern şeylerle karşılaşır: Aldatıcı bir durgunluk içindeki Venedik’in yanında Mestre’nin yoğun sanayi yerleşimini, hâlâ Ulysses’in teknesinin bir eşi olan balıkçı kayığının yanında deniz dibini tarayan balıkçı gemilerini ya da o koca koca tankerleri görür.

Bu, hem adaların antik dünyasına dalmak, hem de her türlü kültür ve kazanç akışına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karşısında şaşkınlığa düşmek demektir.

TOPRAK

BİR DÜNYA HARİTASI ÜZERİNDEN bakıldığında Akdeniz, yerkabuğunun basit bir parçasıdır; Cebelitarık’tan Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz’e doğru uzanan, iki ucu dar, ortası geniş bir denizdir. Kırılmalar, çatlamalar, çökmeler, üçüncü zamana ait bükülmeler çok derin çukurlar meydana getirmiş, bunlara karşılık genç, çok yüksek ve sarp sıradağların sonu gelmez zinciri oluşmuştur. Matapan Burnu yakınlarında bulunan 4600 metre derinliğindeki çukur, Yunanistan’ın en yüksek doruğu olan, 2985 metrelik Olimpos Dağı’nın rahat rahat kaybolabileceği büyüklüktedir.
Bu dağlar, denizin içlerine kadar girip sıkıştırarak onu yer yer basit bir tuzlu su geçidine çevirir: Cebelitarık’ta böyledir bu, Bonifacio Boğazında böyledir, Kharybdis ve Skylla’nın girdaplı derinlikleriyle Messina Boğazı’nda da böyledir; Çanakkale Boğazı’yla Boğaziçi’nin kıyıları boyunca da böyledir. Buraları artık deniz değil ırmaktır, daha doğrusu basit birer geçittir.
Bu boğazlar, geçitler, dağlar denize biçim verir, bağımsız bölümler meydana getirir; Karadeniz, Ege Denizi, uzun yıllar Venediklilerin mülkü olan Adriyatik ve ondan çok daha büyük Tiren Denizi gibi. Denizin bir dizi havza halinde böylece bölünmesine karalar, bunun ters baskısı gibi duran ayrı kıtalar halinde cevap verir: Balkan Yarımadası, Anadolu, İtalya, İber Yarımadası, Kuzey Afrika.
Ama bu genel görünümden ayrılan bir ana çizgi vardır ki, Yunan ve Fenike sömürgecilik döneminden modern çağlara kadar bu denizin geçmişini anlayabilmemiz için başlıca tutamak odur. Tarih ve coğrafya, elbirliğiyle kıyılardan ve adalardan geçirdikleri bir orta sınırla bu denizi kuzeyden güneye bölmüş, birbirine düşman iki dünya yaratmıştır. Bu sınırı, Korfu ve Adriyatik girişini yarı yarıya kapatan Otranto Kanalı’ndan Sicilya’ya ve bugünkü Tunus kıyılarına kadar uzatın: Doğu ve Batı’yı –bu sözcüklerin tam ve klasik anlamıyla– birbirinden ayırmış olursunuz. Actium, Preveze, İnebahtı, Malta, Zama, Cerbe gibi geçmiş savaşların bu ana çizginin tam üzerinde verilmiş olmasında şaşılacak ne var? Kinlerin ve onarılmaz sonuçlar getiren savaşların sıralandığı çizgidir bu; kalelerin tepesinden ve nöbet kulelerinden birbirini gözleyen, hepsi de tahkim edilmiş kentlerin ve adaların sıralandığı çizgidir.
İtalya, yazgısının anlamını burada bulur: Denizin orta ekseni odur ve kim ne derse desin, İtalya her zaman bir yüzüyle Batı’ya, bir yüzüyle de Doğu’ya dönüktür. Zenginliğini uzun zaman buradan sağlamamış mıdır? Bütün Akdeniz’e egemen olma olanağı doğal olarak ona verilmiştir; o da doğallıkla bunu düşlemiştir.
İçin İçin Kaynayan Bir Jeolojik Yapı

Akdeniz’deki kırılmaları, kıvrılmaları ve peş peşe deniz derinlikleriyle dağ zirvelerini oluşturan etken, zamanın henüz etkilerini silemediği ve yıkıcılığını gözlerimizin önünde bugün de sürdüren, için için kaynayan jeolojik yapıdır. Bu jeolojik yapı, denize serpilmiş adaları, yarımadaları, kimi suya gömülmüş, kimi parçalanmış kıta kalıntılarını ya da parçalarını, pek aşınmaya uğramamış girintili çıkıntılı yer şekillerini açıklar; homurdanıp duran, uykuya dalan, sonra birden felaket getirmek üzere uykusundan uyanan yanardağların ateşini yine bu jeolojik yapı açıklar.
İşte, Lipari adalarının kuzeyinde, denizin ortasında bir nöbetçi gibi duran başı dumanlı Stromboli. Püskürttüğü akkor halindeki parçacıklarla göğe ve çevresindeki denize ışık saçar her gece. İşte, zirvesindeki duman sorgucunu Napoli’nin arkasında birkaç yıldır yükseltmiyorsa da, bir tehdit olmakta devam eden Vezüv. Birkaç yüzyıl sessiz kaldıktan sonra, İS 79 yılında Herculanum ve Pompei kentlerinin kanına girmişti Vezüv. Ve işte, o sihirli Catania ovasına her an saldıracakmış gibi duran aktif Etna yanardağı (3313 m.), ateş kuyularının en büyüğü, efsaneler kaynağı Etna: Kykloplar göklerde çakan şimşeklerini Vulcanus’un ocaklarında tavlamak için, boğa derisinden yapılmış o muazzam körükleri burada çalıştırıyorlardı; filozof Empedokles kendini bu kratere atmış, krater de, dendiğine göre, ayağındaki sandallardan tekini geri fırlatmış. “Kaç kez gördük,” der Vergilius, “Etna’nın kaynayıp taştığını, ateş küreleri yuvarladığını, erimiş kayaların sel gibi aktığını.” Pindaros ve Aiskhulos, Etna’nın İÖ 475 yılında patladığını yazarlar; o günden bu yana tarih, bu yanardağın belki yüz kez harekete geçtiğini kaydetmiştir.
Ege’deki Santorini adası (eski adıyla Thera) İÖ 1450 yılında korkunç bir patlamayla ikiye bölünüp sular altında kalan bir yanardağ kraterinin yarısıdır. Uzmanlara göre bu patlama Sunda Boğazı’ndaki (Endonezya) Krakatau adasını 1883’te darmadağın eden patlamadan dört misli daha şiddetliymiş, oysa Krakatau adası patladığı zaman inanılmayacak kadar korkunç tsunamilere yol açmış, gemileri ve lokomotifleri birkaç katlı evlerin üzerinden aşırmış, kızgın ve yoğun kül bulutlarını yüzlerce kilometre içerilere savurmuştu. O halde tarihçilerin, Santorini patlamasının yol açtığı bir sürü zarara, parlak Girit Uygarlığı’nın aynı çağlarda birdenbire ortadan silinmesini de katmaları akla yakın değil mi? Thera’nın püskürmesiyle Girit adasını örten ve üzerlerinde ot bitmeyen kızgın kül tabakaları bugün yapılan kazılarla ortaya çıkarılmakta. Bu öldürücü bulutlar Suriye ve Mısır’a dek uzanıyor muydu? Tevrat’ın ikinci kitabı “Çıkış”ta üç gün sürmüş olan korkunç bir geceden söz edilir ki o tarihte Mısır’da Firavun’un esiri olan Yahudiler bu kargaşadan faydalanıp kaçmışlardır. Acaba bu olay da Thera volkanının patlamasına bağlanabilir mi?
Ne olursa olsun, nasıl Krakatau adasındaki eski volkan sular altında kaldığı halde sönmemişse, Santorini’deki de aynı şekilde sönmemiştir. İÖ 1. yüzyıldan günümüze kadar (1928) zaman zaman birbiri ardınca görülen patlamalar ve taşmalar, bu eski kraterde bir sürü ada ve adacık meydana getirmiştir; Santorini adası açıklarında çeşit çeşit renkleriyle insana şaşkınlık veren deniz bugün bile kaynamaya devam eder. Bu da şeytanın tenceresini kaynatan ateşin daha sönmemiş olduğunu gösterir.
Zaten Akdeniz’in insanları tarih sahnesine çıktıklarından bu yana her zaman yanardağların ve depremlerin tehdidi altında yaşamadılar mı? Anadolu’da çok eski bir kent olan Çatalhöyük’te, İÖ 6200 yılından kalma bir tapınağın duvar resimlerinde, kentin birkaç katlı evlerinin arkasında, kraterinden lavlar ve dumanlar püskürten bir volkan görülür; bu herhalde Hasan Dağı’dır. Gene Anadolu’da bugün

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Şefik Çakmak – Varlık Vergisi Gerçeği

Editor

Nil’den Tuna’ya Osmanlı

Editor

Osmanlı’ya Kalan Miras

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası