Roman (Yabancı)

Firmin

1773-Firmin

O bir hümanist! O bir entel! O bir filozof! O bir serseri! O bir mucize !!!

Bir kitapçının bodrumunda doğdu.
Dünya edebiyatını kitap kitap okudu.
İnsanların arasından kendine bir dost aradı.
Ayrıksı yaşamıyla bir sevgi destanı yarattı…

Entel fare Firmin on üç kardeşin sonuncusu olarak Boston’da bir kitapçının bodrumunda doğar. Kardeşleri arasında en minyonu olduğu için bir türlü anne sütü ememez ve açlığını gidermek için kitapları yemeye başlar. Kitapları yedikçe okumayı öğrenen Firmin, zamanla kitapçıdaki bütün kitapları okur ve sonra kendi kitabını yazmaya başlar. Bu aynı zamanda onun hayatıdır.

Herhangi bir fare değil, medeni bir fare olan Firmin’in insanlarla iletişime geçme çabası, yaşadığı yabancılaş-ma, hayalleri ve hayal kırıklıkları, edebiyatın gücünü anlatan bu muhteşem romanda saklı.

“Tadı güzelse okuması da güzeldir,” diyen Firmin’e hak vereceksiniz..!

– – – – –
“Kitapseverler için muhteşem bir hazine.”
Kirkus Review

“Edebiyat referanslarıyla dolu bu kitap edebiyatın gücünü ve yaşattığı hayal kırıklıklarını anlatan bir mücevher.”
Booklist

“Son derece hümanist ve zeki bir fare.”
Philip Pullman

BÖLÜM 1
Hayat hikâyemi yazacak olsaydım, ilk cümlemin muhteşem olacağım hayal ederdim: Örneğin Nabokov gibi lirik bir cümleyle başlardım, “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi”; ya da lirik bir şey yazamayacaksam Tolstoy’un “Tüm mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aile ise kendine özgü şekilde mutsuzdur.” gibi sürükleyici bir cümle kurmak isterdim. İnsanlar kitabı tamamen unutsalar bile bu cümleleri hatırlarlar. Konu açılış cümlelerine gelince bence en iyisi Ford Madox Ford’un İyi Asfcer’idir “Bu, hayatımda dinlediğim en hüzünlü hikâye.” O kitabı düzinelerce kez okudum ama hayranlığımda en ufak bir eksilme olmadı. Ford Madox Ford büyük bir yazardı.
Yazmaya çabaladığım tüm hayatım boyunca, açılış cümleleri kadar hiçbir şeyle bu kadar yiğitçe, evet yiğitçe, uğraşmadım. Her zaman sanki açılışı düzgün yapabilsem gerisinin kendiliğinden geleceğini düşünmüşümdür. O ilk cümleyi kitabın diğer tüm sayfalarını barındıran bir ana rahmi gibi görmüşümdür. Doğmak için can atan deha parçalarının yuvası. Bu geniş hacimli ilk cümleden sonra hikâye kendi başına akmaya başlamalıydı. Ne büyük bir yanılgı! Asıl doğru olan bunun tam tersiymiş. Elbette, hiç iyi ilk cümle yok, demek değil bu. Mesela şunu bir okuyun: “Gecenin 3’ünde telefon çaldığında, Morris Monk daha ahizeyi kaldırmadan araya nın bir kadın olduğunu biliyordu, bildiği bir diğer şey de: Kadınlar bela demekti.” Ya da şunu: “Gamel’in sadist askerleri tarafından parçalanmadan önce. Albay Benchley, Cropshire’daki beyaz badanalı evini, kanamı ve çocuklarını düşünüyordu.” Ya da şunu: “Paris, Londra, Cibuti. . Annesi, babası ve o salak Charles’la birlikte işte yine felaketle sonuçlanmış bir Şükran günü yemeğinde otururken, tüm bu şehirler ona gerçek değilmiş gibi geldi.” Kim bu cümlelerden etkilenmez ki? O kadar çok anlama gebe cümleler ki bunlar, kitabın yazılmamış bölümlerinin kalbi bu cümlelerin içinde atıyor. Yazılmamış, ama yine de orada.
Ne yazık ki gerçekte bu cümleler koca bir balonmuş. Hepsi bir ilüzyonun parçasıymış. Tüm bu güzel kelimeler, deyimler, ufak bir çocuğun ellerinde tuttuğu ve salladıkça çınlayan bir hediye paketi gibi; içini açtığınızda sadece taş, çakıl ve çöp bulduğunuz bir kutu. Çocuk paketin içinde şeker olduğunu düşünür ama gerçekte sadece çöptür. Ben de aynısını edebiyat için düşünmüştüm. Tüm bu cümleler bunlar gibi daha nicesi mükemmel bir roman için zıplama tahtası olacağına, aşılmaz bir bariyer oluşturuyordu. Siz de görüyorsunuz, hu cümleler aşın güzeldi. Böyle güzel bir cümleyle başlasam asla gerisini getiremezdim. Bazı yasarlar hiçbir zaman ilk kitaplarını aşamazlar. Ben ilk cümlemi aşamıyordum! Yazıklar olsun bana. Son eserime, hayatımın eserine nasıl başladığıma bir bakın: “Hayat hikâyemi yazacak olsaydım, ilk cümlemin muhteşem olacağını…” Aman Allah’ım, “yazacak olsaydım” mış! Ne kadar kötü olduğunu görüyor musunuz? Çok yazık. Sil gitsin.
Bu, hayatımda duyduğum en hüzünlü hikâye. Başlangıcı, diğer tüm gerçek hikâyeler gibi, kim bilir ne zaman nerededir. Başlangıçları aramak, bir nehrin kaynağım aramak gibidir. Aylarca, tepenizde güneş, eliniz de yırtık pırtık bir harita, kürek çekersiniz. Boş umutlanıl peşinde dolanır, sivrisineklerin ısırmasıyla deliye döner, hafızanızın size oynadığı oyunlarla aklınızı kaybedersiniz ve tüm bu saçma maceranın sonunda tek ulaşabildiğiniz, ormanın dibinde anlamsız bir yer ya da konu hayat hikâyeniz ise saçma bir söz ya da ifadedir. Yine de ormanın dibindeki yerle deniz arasında, yolun anlamsız bir noktasında, kâşif, pusulasını kullanır ve haritasını çizer. İşte Amazon orada başlamış olur.
Ruhumun keşfine çıkmış olan benim için de aynı durum söz konusu. Hayatımın hikâyesinin başlangıcını düşündüğümde gözlerimi kapatıyorum ve hayat haritamın bir yerlerine parmağımı koyuyorum. Gözlerimi açtığımda saat öğleden sonra 3:17, 1961 Nisan’ın on üçüncü günü. Gözlerimi kısarak biraz daha odaklanıyorum. O an, hayatımın haritasında parmağımla sabitlediğim o an. Şu çenesiz arkadaş da kim? İşte oradayım, daha doğrusu oradaydım; dikkatlice Balkon’un ucundan aşağıya bakıyorum. Sadece burnum ve bir gözüm görünüyor. Benim gibi sinsi bir gözlemci için o Balkon çok güzel bir yerdi. O Balkon’dan aşağıdaki dükkânın her yerini görebiliyordum ama kimse beni göremiyordu. O gün sıradan bir işgününe oranla dükkânda normalden daha fazla insan vardı ve keyifli konuşmaları yukarıya geliyordu. Güzel bir bahar akşamıydı ve muhtemelen bir gezinti yapmak için dışarı çıkmışlar, havadan sudan konuşurlarken, “20$ ÜZERİNDEKİ TÜM ALIŞVERŞLERİNİZDE %30 İNDİRİM” yazan tabela dikkatlerini çekmişti. Tabi gerçekten böyle olduğunu bilmiyordum, yani onların ilgisini dükkâna neyin çektiğini bilemezdim. Paranın gerçek değeri konusunda tam bir fikrim yoktu. Aslında Balkon’un, dükkânın, müşterilerin, hatta baharın bile ne olduğunun hana açıklanması lazımdı. Tüm bunları anlamak için, ihtiyaç da olsa burnumun dikine yaptığım okumaları bırakıp, bu konularda okumalar yapmam gerekirdi. Görünüşe göre her şeyi anlatma heyecanıyla biraz acele edip hikâyemin ortasından başladım. Bir hikâyenin nerede başladığını asla bilemeyebiliriz ama nerede başlamadığını bilebiliriz, akışının hızlandığı yeri de.
Gözlerimi kapatıp haritada bir noktaya yeniden parmağımı koyuyorum. Uçuşan ânın kanatlarını yakalayıp masama iğneliyorum: Gece, saat 1:42,  Kasım, 1960. Boston’un Scollay Meydanı soğuk ve nemliydi, zavallı cahil Flo kendisine bir süre sonra anne diyecektim Cornhill’de bir dükkânın bodrumuna saklanmıştı. Korkudan, kendisini metal bir silindir ve kilerin beton duvarı arasındaki ufacık aralığın dibine sıkıştırmıştı. Sokağın yukarısından, meydandan gelen bağırış ve kahkahaları duyabiliyordu. O gece onu neredeyse haklamışlardı: Denizci elbiseli beş adam, deliler gibi bağırıyor, tekmeliyor, üstüne basmaya çalışıyordu. Bir o yana, bir bu yana koşuyor, onları kandırıp birbirlerine düşürmeye çalışıyordu ama cilalı siyah bir ayakkabı göğüs kafesine bir tekme atıp onu kaldırımın öbür yanına fırlattı.
Peki nasıl kurtuldu?
Her zaman nasıl kurtulursak Öyle. Mucizevi bir şekilde: Karanlığın içinde, yağmurda, bir kapı aralığı, bizi kovalayanların ayağının tökezlemesi. Amerika’nın En Eski Şehirlerinde Kaçış ve Kovalamaca. Panik içinde sendelese de eğimli metal şeyin öbür tarafına kadar kaçabilmişti. Işıklan yanan bodrum katından ona hafif bir aydınlık geliyordu. Orada uzun bir süre hiç kıpırdamadan durdu. Acısını görmezden gelerek gözlerini kapattı, kilerden gelen ve vücudunu saran sıcaklığa odaklandı. Metal şey rahatlatıcı bir şekilde sıcaktı. Emaye yüzeyi etrafına bir yumuşaklık yayıyordu, Flo da titreyen bedenini ona yasladı. Belki de uyudu. Evet, eminim uyumuştur, uyandığında ise yeniden canlanmıştır.
Sonra da çekingen ve güvensiz bir şekilde sıcak mağarasından çıkıp odaya girmiş olmalı. Tavandaki iki kırık bükük telden sarkan bir florasan lambası hafif bir ses çıkartıyordu ve onun mekânına mavimsi bir aydınlık saçıyordu. Onun mekânına mı? Hadi canım! Benim mekânıma! Çünkü nereye dönse, her yerde kitaplar vardı. Baştan aşağıya, tüm duvarlar kitaplarla kaplıydı. Odanın ortasındaki boyasız tahta raflara da neredeyse çatlama noktasına kadar kitap yığılmıştı. Çoğu daha kalın olan diğer kitaplar bu rafların en üstüne yerleştirilmişti. Yine başka kitaplar uzun piramitler gibi tavana kadar yükseliyordu. Bu sıcak, küflü oda, bu kitap mezarlığı, onun yeni sığınağı olmuştu. Bir unutulmuş hazineler müzesinde, okunmamış ve okunmayarak kitapların arasındaydı. Eski deri ciltli yapıtlar, nemlenmiş ve çatlamıştı; san sayfalı yeni kitapların da sırtları eskimiş, sayfaları kahverengi bir ton almış ve parçalanmışlı Düzinelerce Zane Grey vesternleri, birkaç sepet kasvetli vaaz kitabı, eski ansiklopediler, Birinci Dünya Savaşı’nı anlatan anı kitapları. Roosevelt’in iktisadi programına karşı çıkan eleştiriler ve modern kadınlara yönelik kişisel eğitim kitapları vardı. Ancak elbette, Flo bunların kitap olduğundan habersizdi. Dünya Gezegenindeki Maceralar. Onun bu garip yere ilk gelişini hayal etmeyi seviyorum  hoş yaşlı yüzü. güçlü bedeni, hayır, aslında tombul bedeni. ışıldayan, avcı gözleri ve burnunu sevimli bir şekilde kıpırdatması. Bazen sadece biraz eğlenmek için başında minik mavi bir mendil olduğunu ve çenesinin altından bağladığını hayal ediyorum. Ay ne kadar da sevimli. Anne!
Bir duvarın yukarısında iki küçük pencere vardı. Pencerenin çerçeveleri kurumdan kararmıştı ve dışarıyı görmek çok güçtü. Buna rağmen Flo hâlâ gece olduğunu anlayabilmişti. Aynı zamanda dışarıdan gelen trafik sesinin arttığını fark etmiş ve deneyimlerine da yanarak yeni bir işgününün başlayacağını anlamıştı. Yukarıdaki dükkan açılacak, belki de yüksek ahşap merdivenlerden aşağı birileri inecekti. Merdivenlerden aşağı inen birileri insan olabilirdi, büyük ayaklı, büyük ayakkabılı insanlar. Güm. Acele etmeliydi ve hadi artık söyleyeyim acelesinin sebebi sadece yine yakalanıp tekmelenmek istemediği için değildi. İçinde var olan kocaman şey yüzünden acele etmek Zorundaydı. Aslında tek bir şey değildi, çünkü içinde tam olarak on üç şey vardı. İnsanlar inanılmaz mizah anlayışlarıyla bu olaya “doğum mucizesi” diyorlar. Hiç şüphesiz mucizevi bir şey olmak üzereydi. Ancak kimin için mucizevi olduğu tartışılır. Onun için mi? Benim için mi? Hayatımın büyük bir bölümünde bu olayın ben hariç herkes için mucizevi ve mutluluk verici bir olay olduğundan emindim, fakat beni bir kenara koyup ah keşke] bodrumda meydana gelen olaya geri dönecek olursak: Mutluluk verici bir olay olmak üzereydi. Peki Flo (Annemı ne yapacaktı?
Size ne yaptığını söyleyeyim.
Sıcak metal şeyin arkasındaki küçük mağaraya en yakın rafa gitti ve pençelerini geçirebildiği en büyük kitabı çekip düşürdü. Kitabı kendisine doğru çekip açtı ve sayfaları ayaklarıyla tutup dişleriyle kâğıttan konfeti yapmaya başladı. İkinci ve üçüncü sayfayı da parçaladı. Sanırım kafanızda bir soru işareti var. Nasıl olur da onun en büyük kitabı seçtiğini bildiğimi soruyorsunuz, değil mi? Jeeves’in dediği gibi bu bireyin psikolojisi ile ilgili bir sorun. Buradaki birey de yakında annem olacak olan Flo. Ona “tombul” diyerek sanırım biraz kibarlık ettim. Flo, iğrenç bir şekilde şişmandı ve her gün delice yağ yemekten asabileşmişti. Asabi ve obur. Kıtlıktan çıkmış milyonlarca hücresinin doymak bilmez çığlıklarının yarattığı dürtüyle her zaman her şeyin en büyüğüne atlardı. Tıka basa doymuş olsa ve sadece azıcık kırıntı kalmışsa bile her şeyin en büyüğünü yemek isterdi. Başkalarının da yemesini engelleyerek elbette. Bu yüzden görebildiği en büyük kitabı aldığından emin olabilirsiniz.
Bazen, varoluşa doğru verdiğim savaşın ilk anlarında Moby Dickin parçalandığını düşünmek hoşuma gider. Belki de maceracı kişiliğimin açıklaması budur. Kendimi son derece dışlanmış ve garip hissettiğim başka günlerde ise parçalanan o kitabın Don Kişot olduğunu düşünürdüm. Şunu bir dinleyin: “Kısaca, kendisini o romanlara o kadar kaptırdı ki gece gündüz kitap okumaya başladı. Az uyuyup çok okuduğu için beyni sulandı ve aklını yitirdi. Aklı tamamen başından gittiği için bir delinin o güne kadar düşünebileceği en garip şeyi düşündü. Hem kendi onuru hem de devleti için gezgin bir şövalye olması gerektiğine karar verdi.” Acınası haldeki şu şövalyeye bakın: Budala, inatçı, soytarı, gözünün önünü göremeyecek kadar saf, tuhaf bir şekilde de idealist. Bu sıfatlar beni tanımlamıyorsa ben de hiçbir şey bilmiyorum. Doğrusu, aklım hiçbir zaman başımda değildi. Fakat her yel değirmenlerine saldırmıyorum. Daha da kötüsü: Yel değirmenlerine saldırmayı düşlüyorum. Yel değirmenlerine saldırmak için can atıyorum, hatta bazen yel değirmenlerine saldırmış olduğumu hayal ediyorum. Yel değirmenleri veya kültürün değirmenleri baklayı ağzımdan çıkarayım fethedilmesi imkânsız olan o en latif şeyler, o erotik öğütücüler, küçük şehvetli değirmenler, tenin zevklerini saklayan fabrikalar, sersem sevişgenlerin fantezi diyarları, Hurilerimin bedenleri. Benim s aldıra madiği m yel değirmenleri bunlardı. Hem ikisinin arasında bir fark var mı? Umutsuz bir mücadele, umutsuz bir mücadeledir. Fakat şu anda bunu kafama takmayacağım. Daha sonra takarım.
Annem kocaman bîr kâğıt yığını hazırlamıştı ve bu
yığını, bulduğu karanlık mağaraya güçlükle sürükleyip sıkıştırmıştı. Şimdi annemin mahzun ve yürek burkan çığlıklarının ve inlemelerinin dikkatimizi dağıtıp en Önemli soruyu bize unutturmasına izin vermeyelim; Tüm bu kâğıtlar nereden geldi? Kimin parçalanmış kelimeleri ve ısırılmış cümleleri birkaç saniye sonra dünyaya gelecek olan bana yataklık edecekti? Görebilmek için gözlerimi kısıyorum. Kâğıt yığınının olduğu yer çok karanlık, Flo da kâğıt yığınının ortasını çukurlaştırmakla meşgul hâlâ. Sadece doğum Anımı düşünerek bir şeyler görebiliyorum. Hayal gücümün teleskopuyla çok uzaklardan bakıyorum. Galiba görüyorum. Evet şimdi hatırladım. Sevgili Flo, Finnegans konfeti yapmış. Joyce büyük bir yazardı, belki de en büyük yazar. Ben, dünyanın en az okunmuş şaheserinin yaprakları kırpılmış kalıntısının üzerinde doğurulmuş. yatırılmış ve emzirilmiştim.
Geniş bir ailem vardı ve on üçümüz birden viyaklamaya başlamıştık, sanki “neşeli minik yavrular yemek için saldırıyordu.” (Onca sene sonra hâlâ hiçbir şey değişmedi; yemek için, birkaç kırıntı olsun her yere saldırıyorum. Ah hayallerim, neredesiniz?) Hepimiz hemen on iki meme için birbirimizle kapışmaya başlamıştık: Sweeny, Chucky, Luweena, Feenie, Mutt, Peewee. Shunt, Puding, relvis, Elvina, Humphrey, Honeychild ve Firmin (bu benim, on üçümü yavru ı. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. İğrenç canavarlardı. Kör ve çıplak olmalarına rağmen, hatta özellikle çıplak oldukları için kasları son derece belirgindi. Ya da o zamanlar bana öyle gelmişti. Bir tek ben gözlerim açık ve az da olsa gri ve yumuşak bir kürkle doğmuştum. Ayrıca minyondum. İnanın bana, küçükken minyon olmak çok kötu bir şey
Özellikle yemek merasimlerine tam anlamıyla katılmamı son derece kötü etkiliyordu bu minyonluk. Ge………..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Işıklar Sönünce

Editor

Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm

Editor

Ulysses

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası