Subay, inceleme gezisine çıkmış konuğuna, “Hiç alışılmadık bir aygıttır,” dedi; pek yakından tanıdığı kesin olan aygıtı hayranlıkla süzmekteydi. Konuk neredeyse zoraki gelmişti buraya, itaatsizlik ve subayına hakaret etmek suçlarından ölüme mahkûm edilmiş bir erin idamında bulunma davetini, geri çevirmenin saygısızlık sayılacağını düşündüğü için kabul etmişti.
Gördüğü kadarıyla, bu ceza sömürgesinde idama karşı bir ilgisizlik hâkimdi. Konukla subay sayılmazsa, her yanı çıplak yamaçlarla çevrili bu kumluk vadide, sadece iki kişi vardı: Saçı sakalı birbirine girmiş, büyük ağızlı ve aptal bakışlı idam mahkûmuyla, onun ağır zincirini tutan er. Erin elindeki ağır zincir, mahkûmun el ve ayak bileklerine takılmış zincirlerin birleştiği noktaydı; ayrıca, ağır zincirde toplanan küçük zincirler kendi aralarında da, yine zincirlerle, birbirlerine bağlanmışlardı.
Acaba tüm bu önlemler gerekli miydi? Mahkûmun yüzünden öyle bir sadakat okunuyordu ki, zincirlerini söküp özgürce yamaçlarda gezmeye bıraksalar, sonra bir ıslık çalıp çağırsalar, herhalde hiç sorun çıkmaz, bir köpek gibi kendi infaz işinin gerçekleşmesi için koşar gelirdi. Konuk, aygıtı neredeyse hiç anlamamıştı, mahkûmun peşinde gözle görülür bir umursamazlıkla geziniyordu.
Subay son hazırlıkları tamamlamaya çalışıyor, kimi zaman yere gömülü aygıtın altına sürünerek giriyor, kimi zaman aygıtın küçük parçalarını denetlemek için bir merdivenle yukarı tırmanıyordu. Aslında bunlar bir teknisyenin işi olmalıydı ama subay bu işleri canı gönülden yapıyor, aygıtı sevmesinden mi yoksa başka yüzden mi bilinmez, yaptığı işleri başkasına devretmek istemiyordu. Nihayet, “Sonunda oldu!” diye bağırarak merdivenden indi.
Çok yorulmuştu, kapatmadığı ağzından soluyup durmaktaydı. Üniformasının yakasına iliştirdiği iki pahalı kadın mendili dikkat çekiciydi. Konuk, “Böyle tropik bir bölge için bu üniforma ağır olmalı,” dedi. Subay ise konuğun aygıtla ilgili sorularını beklemekteydi.
Yağa bulanmış ellerini hazır bekletilen küçük kovada temizlerken, “Elbette ağır,” diye yanıtladı. “Ağırlar ama bizim için yurdumuzu simgeliyorlar, sizin de takdir edeceğiniz gibi, yurdumuzu yitirmek istemeyiz.” Ellerini kurularken sözü hemen aygıta getirdi: “Şimdiye dek yaptığım işlemler elle yapılması gerekenlerdir, bundan sonrasını aygıt kendiliğinden yapacaktır.” Başını sallayarak kendisini izleyen konuğa, “Kimi zaman arıza yapmıyor değil,” dedi subay, böyle bir olasılık gerçekleşirse şimdiden temize çıkmak ister gibiydi.
“Bugün bir arıza olacağını sanmıyorum, yine de bu olasılık yok değil. On iki saat kesintisiz çalışacak bir düzenek sonuçta. Arada arızalar olsa da, küçük sorunlardır bunlar, göz açıp kapayana dek giderebiliriz bunları.” Subay konuğuna oturup oturmayacağını sordu, hemen oradaki hasır iskemle yığınından bir iskemle çekip konuğuna uzattı.
Konuğun oturduğu yer, bir çukurun kenarıydı. Konuk çukura göz ucuyla baktı. Derin sayılmazdı çukur, kazılan toprak bir kenara yığılarak bir tür duvar oluşturulmuştu, diğer kenarda ise mahkûm dikiliyordu. Subay, “Kumandan size aygıtla ilgili bilgi verdi mi?” diye sordu. Konuk anlamı belirsiz bir el hareketiyle soruyu geçiştirmeye çalıştı. Ama bu, subayın arayıp da bulamadığı fırsattı, artık aygıtı kendisi anlatabilirdi.
Yanı başındaki bir itenek koluna yaslandı, “Bu aygıt,” diye söze girdi, “eski kumandanımızın bir buluşudur. Henüz ilk denemelerinde bile hazır bulundum, yapım çalışmalarına da bizzat katıldım. Fakat bu aygıtın yapımının şerefi, eski kumandanımızındır elbette. Eski kumandanımızı anlatan oldu mu? Hayır mı?
Bakın, bu ceza sömürgesinin onun eseri sayılması gerektiğini söylersem, inanın abartmış sayılmam. Ona yakın olan bizler, ölümünden sonra yerine geçecek olan kişinin, kafasında binlerce plan proje tasarlasa da, çok uzun yıllarca var olan durumu değiştiremeyeceğini, sömürgenin sisteminin nasıl kendi içinde bütünlüklü olduğunu biliyorduk.
Bu öngörümüz, doğal olarak, doğru çıktı: Yeni kumandan eskisinin değerini kabul etmek zorunda kaldı. Ne yazık ki, eski kumandanımızı tanıyamadınız.” Bir an susup, “Aslında boşuna konuşuyorum,” dedi, “aygıt hemen önümüzde duruyor. Üç parçadan oluştuğunu görüyorsunuz, zaman içinde, her üç parçaya da halk arasında adlar uydurulmuş.
Alttakinin adı yatak, aradaki kazıyıcı, şu hareketli olup inen çıkanın da adı tırmık.” Konuk irkilerek, “Tırmık mı?” diye sordu. Aslında subayın anlattıklarına hiç dikkat etmemişti; çıplak vadide, güneş tüm gücünü korunmasız insana yüklüyor, dikkatini toplamasını güçleştiriyordu. Yine de, geçit törenine hazırlanır gibi giyinmiş, apoletler ve sıra sıra kordonlarla ağırlaşmış üniformasını sırtına geçirmiş, hem durmadan konuşan hem de açıklamalarını kesmeden, elindeki aletlerle aygıtın orasını burasın kurcalayan subay, konuğa aygıttan daha çekici görünüyordu.
Er de konuğa benziyordu aslında, mahkûmun zincirleri bileklerine dolanmış, bir eliyle tüfeğine yaslanmış, başı sarkmış, dünyayla ilgisiz dikiliyordu. Şaşırtıcı değildi bu; subayın Fransızca konuşmasını ne er ne de mahkûm anlayabiliyordu. Subayı anlamaya çalışan mahkûmun gayreti, bu nedenle ilgi çekiciydi. Mahkûm uykulu gözlerini, ısrarla subayın eliyle işaret ederek anlattığı düzeneklere dikiyordu. O anda konuk subayın sözünü kesince mahkûm da subayla birlikte soru soran konuğa baktı.