Uzun yıllar önce Alton Turner Blackwood adlı katilin yolu küçük bir kasabaya düşer ve otuz üç gün arayla dört aileyi vahşice katleder. Bu cinayetlerden tek bir kişi kurtulmayı başarır. Şans eseri kurtulan bu on dört yaşındaki çocuğun katili öldürmesiyle de acımasız cinayetler sona erer.
Aradan yirmi yıl geçer ve Blackwood cinayetleri tekrar başlar. Dedektif John Calvino eşi ve üç çocuğunun tehlikede olduğunu hisseder, çünkü yirmi yıl önce annesi, babası ve kız kardeşleri Blackwood cinayetine kurban gitmiştir. John ailesinin katili Blackwood’u öldürür ama katil ölmeden önce bir yeminde bulunmuştur. Ailesinin öldürüldüğü gecenin yıl dönümüdür ve düşman beklenenden çok önce gelmiştir…
Okuduğunuz hiçbir hayalet hikâyesine benzemeyen Gece Kuzgun ve Ölüm sıra dışı ve tüyler ürpertici bir gerilim romanı.
***
1
Bu olaylann ne zaman meydana geldiğinin bir önemi yok. Nerede yaşandığı da önemsiz.
Cinayetlerden altı gün sonra, bir öğlen vaktiydi. Kuşlar gökyüzünde kara delikler açarcasına kanat çırparak ağaçlara sığındı. Hemen ardından yağmur başladı. Uzun süren akşam saatleri Atlantis’teki alacakaranlık vakti kadar karanlık ve boğucuydu.
Tepedeki devlet hastanesi, gri ve kasvetli gökyüzüne karakalemle çizilmiş bir siluet gibi görünüyordu. Eylül güneşinin kendisini göstermesiyle, yağan her damla, kayışa sürtünen ustura gibi keskinleşiyordu.
Geçit törenindeymiş gibi yan yana dizilmiş mor kayın ağaçları, gidiş geliş yolunu birbirinden ayırırken yola doğru sarkan dallarda biriken yağmur damlaları daha da yoğun bir serpintiyle arabanın camına savruluyordu.
Sileceklerin ritmik vuruşları, John Calvino’nun sakin ama güçlü kalp atışlarıyla uyum içindeydi. Radyoyu açmadı. Motorun, sileceklerin, yağmurun, ıslak asfalta sürtünen lastiklerin ve ölmek üzere olan bir kadının çığlıkları duyuluyordu yalnızca.
Arabasını yasak olmasına rağmen, ana girişin yakınındaki kemerli sütunların altına park etti. POLİS levhasını da direksiyon panelinin üstüne koyup cama doğru yasladı.
John cinayet masasında görevli bir dedektifti. Şahsi aracı olduğundan bu levhayı kullanıyordu, ancak şu an görevde değildi ve bu levhayı kullanarak kural ihlali yapıyordu. John’un vicdanı büyük bir günahın altında eziliyordu ama bunun meslek kurallarını çiğnemesiyle bir ilgisi yoktu.
Lobideki resepsiyonda siyah saçları kısacık kesilmiş, cılız bir kadın oturuyordu. Üzerinde öğle tatilinde içtiği, iştahının kaçmasına neden olan sigaraların kokusu vardı. Ağzı bir iguananınki gibi asıktı.
John’un polis kimliğine bakıp talebini dinledikten sonra telefonu kullanarak ona eşlik etmesi için birisini çağırdı. Boğumları keskince yontulmuş, bembeyaz bir mermer parçasına benzeyen ince parmaklarının arasında tuttuğu kalemle adını ve kimlik numarasını ziyaretçi kayıt defterine işledi.
Biraz dedikodu yapma umuduyla konuyu Billy Lucas’a getirmek istedi.
John ise pencereye doğru yöneldi. Gözlerini dışarı dikmişti ama yağmuru görmüyordu.
Birkaç dakika sonra Coleman Hanes adında iriyarı bir hastane görevlisi onu en üst kata çıkarmak üzere geldi. Hanes asansörü öyle bir kaplamıştı ki, daracık bir bölmeden rodeo sahasına çıkmak için kapının açılmasını bekleyen bir boğaya benziyordu adeta. Kendine has, hafif bir ışıltısı olan maun rengi teni beyaz üniformasının yarattığı zıtlıkla daha da göz alıcı bir parlaklığa bürünüyordu.
Havadan, yağmurdan ve yazın bitmesine daha iki hafta varken başlayan soğuklardan konuştular. Ne cinayetten ne de delilikten bahsettiler.
Konuşan daha çok John oldu. Hastane görevlisi neredeyse soğuk ve mesafeli denebilecek kadar temkinli davranıyordu.
Asansörün kapıları açıldı. Güvenliğe ayrılmış bölmedeki masada oturan pembe suratlı bir koruma görevlisi dergi okuyordu.
“Silahlı mısınız?” diye sordu.
“Tabancam var.”
“Bırakmanız gerekecek.”
John silahım omuz askısından çıkartıp teslim etti.
Masada dokunmatik ekranlı bir panel vardı. Görevli ikonlardan birine basınca solundaki kapının kilidi açıldı.
Coleman Hanes gri vinille kaplı zemini, soluk mavi renge boyalı duvarları ve tavandaki beyaz floresan lambaların aydınlattığı, sıradan bir hastane koridorundan farksız gibi görünen uzun koridordan ilerleyerek John’a yolu gösterdi.
“Hep böyle güvenlik altında mı tutulacak?”
“Bana kalsa onu sonsuza kadar burada tutardım, ama buna doktorlar karar verecek.”
Hanes küçük bir kutu göz yaşartıcı sprey, bir elektroşok tabancası, plastik kayışlı kelepçe ve bir telsizin bulunduğu çok amaçlı bir kemer takıyordu.
Tüm kapılar kapalıydı ve hepsinin üzerinde kapıları açmaya yarayan birer klavye ve küçük bir pencere bulunuyordu.
John’un ilgi gösterdiğini fark edince, “Çiftcamdır,” dedi Hanes. İçteki kırılmaz cam, dıştaki ise çift yönlü bir aynadır ama siz Billy’le başka bir odada da görüşeceksiniz.”
Adamın sözünü ettiği oda altmış santimetre yüksekliğinde bir duvarla ikiye bölünmüş, altı metrekarelik bir alandı. Bu alçak duvardan tavana kadar çelik çerçeveli, kurşun geçirmez cam paneller uzanıyordu.
Her bir panelde sesin camın diğer tarafına geçmesini sağlayan ızgaralar vardı.
Oda aşağı yukarı altı metre uzunluğunda, iki buçuk metre genişliğinde olmalıydı. Cama dönük şekilde yerleştirilmiş olan iki koltuğun arasında küçük bir sehpa duruyordu.
Camın diğer kısmında kalan bölümde hastanın oturabilmesi veya uzanabilmesi için bir koltuk ve bir de uzun kanepe bulunuyordu.
John’un bulunduğu kısımda oturma yerleri ahşap ayaklı, sırt minderleri düğmeliydi.
Camın öteki tarafındaki mobilyaların ayakları pamukla doldurulmuş ve kumaşla kaplanmıştı. Minderleri ise düz dikilmiş, düğme ya da raptiyelerle kapitone yapılmamıştı.
Tavana monte edilmiş kameralar ziyaretçi bölümünün tamamını gözlem altında tutuyordu. Coleman Hanes, güvenlik görevlisinin masasındaki ekrandan içeride olan biteni izleyebilir ama duyamazdı.
Hastane görevlisi odadan çıkmadan önce kapının yanındaki paneli gösterdi. “İşin bittiği zaman beni ararsın.”
Yalnız kalan John koltuklardan birinin yanında ayakta beklemeye başladı.
Cam yansıtmıyor olmalıydı, çünkü parlak yüzeyinde kendisini belli belirsiz, hayaletimsi bir yansıma olarak görebiliyordu.
En uzakta kalan duvarda, yani odanın hastaya ait olan kısmında bulunan parmaklıklı iki pencereden, dışarıda amansızca yağan yağmur ve habis bir ur gibi gitgide büyüyen, kümelenen kara bulutlar görülüyordu.
Billy Lucas odanın hastaya ait olan bölümüne sol taraftan açılan bir kapıdan girdi. Ayağında terlikler, üstünde ise beli lastikli, gri bir pantolon ve uzun kollu gri bir tişört vardı.
Yüzü bir bebeğinki kadar pürüzsüzdü ve yakışıklı olduğu kadar da saf ve dürüst bir görünümü vardı. Soluk teni, gür siyah saçları ve baştan aşağı grilere bürünmüş haliyle 1920’lerde ya da 30’larda Edward Steichen’ın çektiği ünlülerin portre fotoğraflarına benziyordu.
Camın öte tarafında ondan yansıyan tek renk, tek canlılık, parlak, şeffaf ve alev alev yanan gözlerinin mavisiydi.
Verilen ilaçlardan dolayı ne bir uyuşukluk ne de aşırı bir hareketlilik gösteren Bllty hiç acele etmeden, omuzları dik, kendinden emin ve hatta tüyler ürpertici bir zarafetle yürüyordu. Odaya adım attığı ilk andan itibaren gözlerini John’a, sadece John’a’ dikti ve cam bölmenin en uçta kalan kısmına gelip tam önünde durana kadar da bir an bile gözlerini kaçırmadı.
“Sen psikiyatr değilsin,” dedi Biliy. Sesi berrak, ölçülü ve yumuşaktı. Kilise korosundaydı. “Dedektifsin, öyle değil mi?”
“Calvino. Cinayet masasındanım.”
“İki gün önce her şeyi itiraf ettim.”
“Evet, biliyorum.”
“Kanıtlar da benim yaptığımı gösteriyor.”
“Evet.”
“O zaman benden ne istiyorsun?”
“Anlamak istiyorum.”
Çocuğun yüzünde bu durumdan keyif aldığını gösteren hafif bir gülümseme belirdi. On dört yaşındaydı; tüm ailesini öldürmüştü ama en ufak bir pişmanlık bile duymayan, akla hayale gelmez zalimlikleri yapabilmiş bir çocuktu. Yüzüne yerleşen belli belirsiz gülümseme onu ne kendini beğenmiş biri ne de bir şeytan gibi gösteriyordu, daha çok lunaparka yapılan bir geziyi ya da sahilde geçirilen güzel bir günü hatırlamış gibi dalgın ve hüzünlü görünüyordu.
“Anlamak mı?” dedi Billy. “Yani beni bu suça iten sebepleri mi kastediyorsun?”
“Neden yaptığını söylemedin.”
“Nedeni basit.”
“Öyleyse neden?”
“Yıkım,” dedi çocuk.
2
Durgun, esintisiz geçen gün aniden fırtınalı bir havaya dönmüş, yağmur damlaları makineli tüfek mermileri gibi parmaklıklı pencerelerin kurşun geçirmez camlarına vuruyordu.
Bu iç ürpertici sesler çocuğun mavi bakışlarına daha da bir sıcaklık katıyor ve o mavi gözlerden parlak bir ışık yayılıyordu.
“Yıkım,” dedi John. “Bu ne anlama geliyor?”
Kısa bir an Billy Lucas açıklamak ister gibi göründü ama sonra omuzlarını silkti.
“Benimle konuşacak mısın?” diye sordu John.
“Bana bir şey getirdin mi?”
“Hediye gibi bir şey mi? Hayır. Hiçbir şey getirmedim.”
“Gelecek sefer bana bir şeyler getir.”
“Ne istersin?”
“Kesici şeylere izin vermiyorlar, ayrıca sert ve ağır da olmamalı. Ciltsiz kitaplar olabilir.”
Çocuk lisenin ilk senesini takdirle bitirmiş ve iki sınıf atlamıştı.
“Ne tür kitaplar olsun?” diye sordu John.
“Ne olursa. Ben her şeyi okurum, sonra da okuduklarımı kafamda tekrar yazıp istediğim hale sokarım. Benim yorumumda tüm kitaplar ölümle biter.”
Daha önce sessiz devam eden fırtına birden kükredi. Billy tavana bakıp gülümsedi, sanki gök gürültüsü özellikle ona bir şeyler der gibiydi. Başını geriye doğru abp gözlerini kapadı, gürleme sesi tamamen duyulmaz hale gelene kadar öylece durdu.
“Cinayetleri önceden planlamış mıydın, yoksa ani bir dürtüyle mi harekete geçtin?”
Dinlediği müzikle mest olmuş kör bir müzisyen gibi başını iki yana sallayarak, “Ah Johnny, onları öldürmeyi çok ama çok uzun zaman önce planlamıştım.”
“Ne kadar zaman önce?”
“İnanamayacağın kadar önce Johnny. Çok, çok önce…”
“Önce hangisini öldürdün?”
“Ne fark eder ki? Hepsi öldü.”
“Benim için fark eder,” dedi John Calvino.
Şimşeğin nabız atışlarıyla pencereler aydınlanıyor, çerçevelerden süzülen iri boncuklara benzer yağmur damlaları, her bir nabız atışıyla, atar damarlardan ördükleri ağı daha da genişletip camı beziyorlardı.
“Önce mutfakta tekerlekli sandalyesinde oturan annemi öldürdüm. O sırada buzdolabından bir kutu süt alıyordu. Bıçak saplandığında kutuyu elinden düşürdü.”
Billy başını oradan oraya çevirmeyi bıraktı ama halâ tavana bakıyordu, gözleri kapalıydı. Ağzını kocaman açtı. Ellerini göğsüne doğru kaldırıp yavaşça gövdesinden aşağı kaydırdı.
Hafif bir esrime bedenini ele geçiriyordu sanki.
Elleri bel bölgesine ulaştığında bir süre orada oyalanıp tişörtünü de çekerek yukarı doğru tırmandı.
“Babam çalışma odasında, masasında oturuyordu. Arkasından saldırıp sopayla iki kez kafasına vurdum, sonra da çekicin çatal ağızlı kısmını kullandım. Kafatasına vurup öyle derine sapladım ki çekici bir daha oradan çekip çıkaramadım.”
Billy tişörtünü sıyırıp çıkarttıktan sonra yere fırlattı.
Gözlerini hiç açmadı, başı ise hâlâ arkaya yatık duruyordu. Elleri çıplak karnında, göğsünde, omuzlarında ve kollarında zevkle dolaşıyordu; tenine dokunuşu, vücut hatları ona zevk veriyor gibiydi.
“Büyükannem yukarı kattaki odasında televizyon izliyordu. Suratına yumruğu indirince takma dişleri ağzından fırladı. Bu beni çok güldürdü. Onu eşarpla boğmadan önce bilincinin yerine gelmesini bekledim.”
Billy başını kaldırıp gözlerini açtı ve solgun ellerini yüzünün önüne getirip incelemeye başladı, sanki avuçlarındaki çizgilerde geleceği değil de geçmişini okuyordu.
“Sonra mutfağa gittim. Susamıştım. Bir bira içtim ve anneme sapladığım bıçağı çıkartıp aldım.”
John Calvino koltuklardan birinin koluna oturdu.
Çocuğun ona anlattığı her şeyi zaten biliyordu. Bilmediği, cinayetlerin işleniş sırasıydı yalnızca, çünkü Billy bunu davaya bakan dedektiflere anlatmamıştı. Adli tıp uzmanı olay yerindeki kanıtlara bakarak tahmini olarak bir senaryo çizmişti ama John olayın nasıl olduğunu detaylı olarak bilmek istiyordu.
Ellerini inceleyen Billy Lucas konuşmaya devam etti; “Kız kardeşim Celine odasındaydı, yine o berbat müzikleri dinliyordu. Öldürmeden önce onu becerdim. Onu becerdiğimi biliyor muydun?”
“Evet.”
Kollarını birleştirip hafifçe pazılarını okşayan çocuk gözlerini yine John’unkilere dikti.
“Sonra onu tamı tamına dokuz kez bıçakladım, oysa dördüncü darbede öldüğünü biliyordum ama o kadar çabuk bırakmak istemedim.”
Yine gök gürledi, sağanak şeklinde yağan yağmur çatıyı dövüyor ve zayıf darbelerden yayılan ses dalgaları içerideki havada titreşiyordu. John kulaklarındaki mikroskobik kıllarda yarattığı titreşimleri duyabiliyordu; bir an hislerinin fırtınayla bir ilgisinin olmayacağını düşündü.
Çocuğun keskin, mavi bakışlarındaki meydan okumayı ve alaycılığı görebiliyordu. “Neden ‘tamı tamına’ dedin?”
“Çünkü Johnny, onu sekiz kez veya on kez bıçaklamadım. Tamı tamına dokuz kez bıçakladım.”
Billy bölmeye o kadar yaklaşmıştı ki neredeyse bumu cama değecekti. Gözleri tehditkâr ve nefretle dolu bir deniz gibiydi ama derinliklerinde çok önce boğulmuş bir şeyleri saklayan ıssız bir kuyuya benziyordu.
John tekrar söze başlamadan, birbirlerini uzun bir süre süzdüler. “Onları hiç mi sevmedin?”
“Onlan tanımıyordum bile, nasıl sevebilirdim ki?”
“Ama hayatın boyunca onlarla birlikteydin.”
John’u devlet hastanesine getiren, içinde duyduğu hafif ama ısrarcı bir huzursuzluktu. Görüşme bu hissi yoğunlaştırmıştı.
Oturduğu yerden kalktı.
“Yoksa gidiyor musun?” diye sordu Billy.
“Bana anlatacağın başka şeyler var mı?”
Çocuk altdudağını ısırdı.
John bekledi, orada bulunmak anlamsız gelene kadar öylece durduktan sonra kapıya yöneldi.
“Lütfen. Bekle,” dedi çocuk, sesinde öncesine göre farklı bir titreşim vardı.
John ona dönünce çektiği ıstırapla tamamen değişmiş bir yüz ve çaresizlikle parlayan gözlerle karşılaştı.
“Bana yardım et,” dedi çocuk. “Sadece sen yardım edebilirsin.”
Cam bölmeye doğru yaklaşan John, “İstesem de senin için bir şey yapamam. Kimse yapamaz.”
“Ama sen biliyorsun. Biliyorsun!”