Tarih

Geçmişiniz İtinayla Temizlenir

236282gecmisinizitinaylatemizlenirb

Yirminci yüzyıl boyunca kurulmuş ulus-devletler, tarih yazmak konusunda kendilerinden önce hüküm sürmüş devletlerden daha zor görevler biçtiler. Türkiye Cumhuriyeti de bu geç ulus-devletlerden biri olarak, benzer bir yol tuttu kendine. Önce resmî tarih, devletlûlarca bilinmesi istenilenlerin sunulduğu bir tarih anlatısı tedavüle sokuldu. Bu tarihin içinde büyük kahramanlar ve zavallı hainler yer alıyor, kahramanların her yaptığı doğru sayılırken, kahraman olarak sunulmayanların her tecrübesi reddediliyordu. Eğitim vasıtasıyla bu tarih anlatısı kendinden başka herkese, her topluluğa düşman bir milliyetçi dil ve ideolojiyi benimseyerek serpildi, gerçek “tarih” oluverdi. Oysa bu “tarih” sadece istediği kısımları öne çıkarıyor, tarihsel bilginin önemli kısımlarını “sakıncalı” ya da “gereksiz” sayarak gözlerden uzak tutuyordu. Cemil Koçak, Geçmişiniz itinayla Temizlenir’de erken Cumhuriyet olarak adlandırılan dönem boyunca Atatürk, İsmet İnönü ve tek-parti hakkında “gerçek” olarak sunulan bilgileri, belgeler, anılar, eserler ve gazeteler aracılığıyla yeniden incelemeye girişiyor. Tarihi yazanların, tarihi yapanları nasıl tahrif ettiğini gösterirken, geçmişin temizlenmesi değil, bilinmesi gerektiğini hatırlatıyor.

SUNUŞ
Târih, kısaca geçmişe ilişkin bilgimiz, gönümüzde siyâsî/ideolojik pozisyonların desteklenmesi amacıyla kullanılmaya çok uygun bir zemin oluşturuyor. Târih, günümüzün siyâsî/ideolojik ter* cinlerinin argüman ürettikleri bereketli bir alan vasfını koruyor. Meslek olarak tarihçilikten de bu zemine uygun davranış bekleniyor. Bu, devle iç i/milliyetçi târih anlayışının dayattığı bir yaklaşım. Ama bunun dışına çıkabilmek de mümkün; daha doğrusu, tarihçilik, ancak bu daraltılmış, adetâ deh gömleği geçirilmiş çerçevenin dışına çıkılarak yapılabilecek bir iş, bir meslek.
Kitabımın başlığından da anlaşılacağı gibi, kimileri, târihi/geçmişi itinayla temizleme gayreti içinde. Bu operasyon birkaç aşamadan oluşuyor. Öncelikle, geçmişin bugün artık bilinmesi/hatırlanması islenmeyen bâzı noktalan târih sayfalarından tamamen düşürülüyor. Toplum hafızasında yer bulmasına izin verilmek istenmiyor. Hiç araştırılmayan, hiç yazılmayan ve hiç konuşulmayan temaların bu sûrede tarihsel geçmiş olmaktan çıkarılabilmesine gayret ediliyor. Bir anlamda üzerinde konuşulmayanın, yaşanmamış olacağına yönelik bir ön kabulden söz etmek mümkün. Eğer kimse sözünü etmiyor ve kimse hatırlamıyorsa, olanın olmamış gibi kabul edile(bi)lecegi sanılıyor. Bu bakımdan geçmişin yeniden düzenlenmesinde ilk çaba, olmuşu hiç olmamış gibi göstermekten geçiyor.
Temizlik operasyonunun bir başka aşaması, olmuşun reddedilmesinin imkânı olmadığı durumlarda, olmuşun bilgisinin yalnızca bir kısmını öne çıkarmak ve böylece “gerçeğin sâdece bir kısmını, tâbiri caiz ise yalnızca “aydınlık yûzû”nû sunmak şeklinde kendisini gösteriyor.
Bir başka boyut da, hiç olmamışı olmuş gibi göstermekten geçiyor. Bu aşamada uyduruk bilgi devreye giriyor. Hepsi birden geçmişin yeniden yaratılması/yazılması operasyonunu oluşturuyor. Bu süreç, aynı zamanda ve birlikte gerçekleştirilerek, “geçmişin itinayla temizlenmesi “ne hizmet ediyor. Tarihçilerin de “devletin hizmetinde ve gözetiminde bu sürecin “hizmetkârlar”) olması talep ediliyor.
Geçmişin ne zaman, ne kadar, nasıl kullanılacağı, içinde bulunulan siyâsî/ideolojik platformun durumuna göre konjonktüre 1 olarak değişse de, tek değişmeyen, kullanılan (ve bu anlamda suistimâl edilen) târihtir. Sanırım tarihçilik sıfatı, ancak bu noktadan itibaren geçerlik kazanabilir. Sözün kısası, tarihçilik mesleği, biraz önce sözünü ettiğim, geçmişin itinayla temizlenmesine hizmet eden metinlerin okunarak, sâdece bu metinler temelinde, “yeni metinler” hazırlanması demek değildir. Dahası, tarihçilik, içinde amatör bir ruh taşıyan uğraşı alam da sayılamaz. Genellikle emeklilik günlerinin hobisi de değildir. Geçmişle kurulan ilişkinin belirli bir disiplin içinde metodik yaklaşımını içerir. Bugünün ya da tercih edilen siyâsî/ideolojik pozisyonun haklılığına kanıt olacak geçmiş bilgisinin çarpıtılmış ya da değiştirilmiş versiyonlarının esiri olmaktan çıkmayı ve geçmişin bilgisini, sonucu ne olursa olsun, kabullenmeyi gerektirir.
Bugün “resmî târihken söz ederken, aslında yukarıda tanımladığım şekilde yürütülen “geçmişiniz itinayla temizlenir” kampanyasını kastediyorum. Resmi târih anlayışı ve onun değişik versiyonlarından tırtıklanmış kötü kopyalan, ortak bir noktada, tam da burada açığa çıkıyorlar: Eğer bu çaba, resmi eğitimin de desteğini almışsa, günlük hayatta hayli başarılı sonuçlar verebilir. Kısa da olsa resmi eğitimden geçerek, geçmişinin bu “itinayla temizlenmiş bilgi”sini edinen toplumun, her defasında bu bilgiyle yetinmesi ve yalnızca bu bilgiyi talep etmesi, bu bilginin dışında bir “gerçek” olduğunu ise, kesinlikle reddetmesi sağlanabilir. Bu operasyonda önemli olan, geniş yığınların bu “temizlenmiş bilgi” zemininde, günün uygun siyâsi/ideolojik tavrına kolayca adapte edilebilmesidir.
Tarihçilik, otopsi yapmaya benzer. Nasıl otopsinin amacı, cesedin başına gerçekten de ne geldiğini anlamaya yönelikse, tarihçi de, otopsi yapan bir adlî tıp uzmanının özeni ve titizliği içinde, karşısına çıkacak sonucun ne olduğuna hiç aldırmadan, soğukkanlılığını koruyarak, öğrendiklerini ve çıkarımlarım hiç değiştirmeden ve cesaretle ortaya koymalıdır. Bu, tarihçinin etik yönüdür ve tarihçiliğinin standardını ve kalitesini de sözünü ettiğim elik anlayışı yansıtır.
Neredeyse otuz yıla yakın bir zamandır yakın dönem siyâsî târihimiz ile ilgili arattırma yapmakta ve yine neredeyse yirmi yılı aşkın bir süreden beri de, araştırma sonuçlarımı yayımlamaklayım. Bugünden baktığımda, yazdıklarım arasından kalıcı olabileceğini düşündüklerimi, makalelerimden derleme yaptığım bu kitapta buluşturuyorum.
Kırka yakın makalenin (eğer varsa) ortak paydası, ağırlıklı olarak yakın dönem siyâsî geçmişimizin (bugünlerde genellikle “Erken Cumhuriyet” olarak tanımlanan ve bir bakışa göre 1923 1945 arası yılların, bir başka bakışa göre de 19231950 arası dönemin) “itinayla temizlenen” kısımlarını gözler önüne sermeye çalışmaktır. Tekparti dönemi ve nihayet sonrası üzerinde yoğunlaşmış olan bu makaleler, esas olarak, yakın geçmişin unut(tur)ulmaya çalışılan temalarını ele almaktadır. Amacım, geçmişin bilgisinin olabildiğince geniş bir alanı kapsayacak şekilde tamamlanmasına çalışmaktır. Bu bakımdan, hemen hemen bütün yazılarımda, tekpartili Cumhuriyet’in ve sonraki sürecin arka planda tutulmaya ve pek de sözü edilmeye değmez (yoksa sözü edilmeye gelmez mi demeliydim) temalarını gün ışığına çıkarmaya çalışıyorum.
Bunu yaparken, bir yandan geçmişin itinayla temizlenmesiyle oluşturulmuş hâkim paradigmayı parçalamaya çalışıyorum, diğer yandan da yeni (alternatif) paradigmanın içini olgusal malzemeyle örme çabasındayım. Resmî târihin, hâkim paradigmanın karanlıkta bırakmaya ve gözden uzak tutmaya çalıştığı tarihsel gerçeğin ancak bu şekilde yeniden ve bütünüyle kurulabileceğini düşünüyorum.
Tarihsel geçmişin, yâni tarihsel olguların yok sayıldığı, saylamadığında olguların ancak bir kısmının kabullenildiği, geri kalanının ise yine olmamış sayılmaya devam edildiği, olmamışın olmuşun yerine geçirildiği bir “Târih” anlayışına karşı, bu yazıların meslek olarak tarihçiliğin onurunu kurtarma yolunda küçük de olsa bir işaret sayılabilmesini umuyorum.

TÂRİHİ TARTIŞMAK, AMA HANGİ BİLGİYLE?

Yakın târihimizin her gün, her fırsatta ve her yerde tartışılması sürüyor; bu, tabiî ki sevindirici… Bilmediğimizi öğrenmek, eksik kalan bilgilerimizi tamamlamak için yararlı bir vesile… Ancak böyle mi oluyor? Artık bir noktada duruma el koymanın zamanı gelmedi mi acaba?
Târih, ancak doğru bilgi temelinde örûlebilir ve tartışılabilir. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstererek ya da böyle kabul ederek, “derin” bir tarihsel tartışmaya girmek, dipsiz kuyuya taş atmak anlamına gelir. Nitekim hep de geliyor. Tarih, elbette, nihaî tahlilde, bir değerlendirme, bir yorum, bir saptamadır. Fakat bu aşamaya gelebilmek için önce kırk fırın ekmek yemek, yâni geçmişte olan biteni, olup bittiği şekilde doğru bilgiye dönüştürmek gerekir. Benim burada doğru bilgiden kastım da tam olarak budur işte… Yorumun ya da değerlendirmenin doğruluğundan değil, geçmişteki yaşanmışlığın doğru bilgisinden söz ediyorum ve yalnızca bundan söz ediyorum.
Konuya bir örnek olay ile devam edeceğim: Prof. Dr. Toktamış Ateş’in 15 Haziran 2006 târihinde Bugün gazetesinde yayımlanan “Topal Osman ya da Osman Ağa” başlıklı yazısı, yukarıdaki yaklaşımımı haklı kılacak sayısız örnekten yalnızca bir tanesi…
Bu yazısında Ateş, esas itibarıyla Topal Osman olayından söz ediyor, ardından İpek Çalışlar’ın yeni yayımlanan Lâtife Hanım kitabı (Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2006) vesilesiyle de, Latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe Hanımın ağzından anlatılan ve Topal Osman’ın Çankaya’yı bastığı sırada, Atatürk’ün Çankaya Köşkü’nden kadın kılığında çarşafa bürünerek kaçtığı öykünün anlatımını yeriyor Elbette bu anı. Lâtife Hanım tarafından zamanında kardeşine aktarılmış olmalı… Son zamanlardaki suskunlukların kırılma sürecinin sonunda, artık bu türden anlatıların gündeme gelmesinde bir sakınca olmadığını düşünmüş olmalı ki, Vecihe Hanım da, yıllar sonra, bu ifşaatta bulunmuş… Ateş, gerçekte başkaca tanığı kalmamış olan bu geçmiş bilgisine karşı, kritik bir pozisyon almaya çalışıyor. Ancak Ateş, bu kritiğinde, böyle bir olayın gerçekte olmadığını mı savunuyor; yoksa, çok kez rastlandığı gibi, olay gerçek olsa dahi, aktarılmaması gerekliğini mi; bu pek belli belirsiz kalmış… Ateş’in kritiği de dikkat çekici; çünkü Ateş, böyle bir olay olmamıştır ya da olduğu pek şüphelidir demek yerine; şimdiye kadar yayımlanan anı kitaplarında böyle bir olaya yer verilmediğine göre, geçmişin bu bilgisini, sâdece başkaca bir görgü tanığı ifâdesi olmadığı için reddetme eğiliminde… Bir başka husus daha var: Diğer anılarda bulunmayan bir ayrıntının bir başka anı kitabında yayımlanmasının eleştiriye konu olmasını anlamak mümkün değil… Belki de Ateş’e soracak olursanız, anı kitapları, kendinden önce yayımlanmış olan anı kitaplarının değinmediği olayları anlatmamalıdır! Ya da anlatırlarsa da, kendilerinden öncekilerde bu olaylara rastlanmadığından, ciddîye alınmamalıdır. Dahası, Vecihe Hanımı da (acaba sâdece kadın olduğu için mi) küçümsüyor ve “bu türden önemli olayları anlatmak” ona mı kalmış, diye soruyor. Ateş, “gençlik yıllarındaki hatâlarının bedelini, kendini suskunluğa mahkûm ederek ve birlikte geçirdikleri birkaç yılın onurlu anılarına sığınarak yaşamını noktalamış” olan Lâtife Hanım’ın suskunluğunu ise, nedense geçenlerde anılan ve evrakları nedeniyle yeniden gündeme geldiğini unutarak, olumlu bulduğunu açıklıyor. Ama burada dikkat çekici olan nokta, Lâtife Hanım’ın kendisinin değil de, suskunluğunun olumlu bulunmasıdır. Bu ko….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Mehmet Mazak & Fatih Güldal – Tanzifatı İstanbul

Editor

Alafrangalığın Tarihi; Geleneğin Tasfiyesi ya da Yeniden Üretilmesi

Editor

Hikmet Çiçek – Dr. Bahattin Şakir İttihat ve Terakki’den Teşkilatı Mahsusa’ya Bir Türk Jakobeni

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası