Anı-Hatıra

Gençlik ve Edebiyat Hatıraları Bütün Eserleri

16298_buyuk

Yakup Kadri’nin anı kitaplarının sonuncusu. Yazar edebiyatla, edebiyatçılarla yakın ilişkiler kurduğu 1908 ve sonrasına, gençlik yıllarına döner ve bu kez anılarını anlatırken, öbür anı kitaplarından farklı bir yol izler. Doğrudan kimi edebiyatçıları konu ederek onlara ilişkin anılarını aktarır, sözünü ettiği kişinin bir sözünü veya bir davranışını yorumlar. Kimi zaman da yargılamaktan kaçınmaz. Gençlik anılarını yazarken de hem yaşadığı yıllardan hem de anılarının döneminden bakar olaylara.

İÇİNDEKİLER
Önsöz
Mehmet Rauf
Sahabettin Süleyman ve Fecri Âti
Refik Halit
Ahmet Haşim
Yahya Kemal
Cenap Sahabettin
Süleyman Nazif
Abdülhak Hamid
Tevfik Fikret
Abdülhak Şinasi Hisar
Halide Edip Adıvar

ÖNSÖZ
Tövbe yâ Rabbi hata râhına gittiklerime Bilûb etliklerime bihneyüb elliklerime

Hatıralarımın başına geçirdiğim bu beyit yerine aziz dostum Ahmet Haşim’in:
Bize bir zevki tahattur kaldı Bu sönen, gölgelenen dünyada
mısralarını koyabilirdim ama, şu var ki. arkamda bıraktığım uzak geçmişi hayalimde tekrar yaşarken “zevk” diyebileceğim bir şey duymamaktayım. Hattâ, tam tersine, hayıflanmaya, yerinmeye ya da hayal kırıklığına benzer birtakım yürek sıkıntılarına kapılmaktayım. Çünkü, o geçmişte birçok yanlış davranışlar, kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş amaçlar görmekteyim.
Gerçi, bunun vebali yalnız benim boynumda değildir. On beş on altı yaşımda tek başıma hayata atıldığım zaman, Paul Verlaine’in Zavallı Gaspard manzumesindeki bahtsız öksüzden hiç farkım yoktu. Türlü engeller ve kaderin türlü terslikleriyle bir labirent halini almış olan yolumu kendi kendime sökmüştüm. Nereye gitmek için? Onu da bana gösteren olmamıştı. Dante’nin sık bir ormana benzettiği hayatta insanlar birer ağaç gibi ilgisiz ve duygusuzdu.
Onun içindir ki, insanlarda bulamadığımı, pek genç yaşımdan beri kitaplarda aramaya başlamıştım. Türkçe, Fransızca edebî ve felsefi elime ne geçerse okuyordum ve bu suretle yalnızlıktan, kimsesizlikten kurtulmaya çabalıyordum. Kitaplar benim için hem birer dost, hem birer rehber yerini tutuyordu. Ama, ne dereceye kadar iyi dost, ne dereceye kadar gerçek rehber? Doğrusu, orasını pek kestiremiyordum. Çok sonradan anladığım bir şey vardır ki, o da iyi veya kötü, gerçek veya düzme hepsinin birden bana soyut bir dünya görüşü vermiş olmalarıydı. Ben bu çeşit dünya görüşünden, yani bu fikir macerasından ancak hayatın realiteleriyle doğrudan doğruya temas ettikten sonra kurtulabilecektim.
Kurtulmak dedim; ama bu sözü ne kadar yerinde kullandığımı bilmiyorum. Kurtulmak eğer bir selâmete ermek eylemi ise oldukça yanlış bir ifadede bulunmuş olduğuma hükmetmek lazım gelir. Bu da tamamıyle ayrı bir çözümleme ve eleştirme konusu teşkil eder.
Oysa ben, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adını taktığım bu yazılara ne bir hayat felsefesi, ne de bir otobiyografya niteliği vermek niyetindeyim. Hele, bunlarda elli altmış yıllık fikir ve edebiyat tarihimiz üzerinde bir deneme yapmak hiç aklımdan geçmiyor. Göreceksiniz ki, o devir boyunca tanıdığım şair ve yazarları anlatırken kronolojik bir sıra bile takip etmemişimdir; kendimi hafızamın serbest seyrine bırakmışımdir.

MEHMET RAUF’
İlk gençlik çağımda, beni en derin bir tesir atımda bırakan kitaplardan başlıcası, Edebiyatı Cedide romancılarından Mehmet Rauf’un Eylül’ romanı olmuştur. Bunun sebebi de şimdi yaptığım ruh tahliline göre hayalimde yaşadığım büyük aşklardan birinin en tipik örneğini bu romanda buluşumdur. Kaldı ki, Halit Ziya’ ve Hüseyin Cahit gibi üstadlar Eylül’ü bir şaheser ve yazarını bir dahi olarak ilan etmekle birbirleriyle adeta yanşa girmiş idiler.
Burada bir “mazi sıygası kullanıyorum; çünki, ben bu yazarları okumaya başladığım zamanlarda onların sesleri sadaları. Sultan Hamit’in bir iradesiyle, çoktan işitilmez olmuştu ve bu hale girişleri ise benim gözumdeki itibarlarını büsbütün artırmıştı. Başta Mehmet Rauf olmak üzere, her biri bana birer efsane kahramanı gibi görünüyordu. Onun için, istanbul’a ilk gidişimde, ilk işim kendilerini, hiç değilse uzaktan görmek imkânını aramak olmuştu. Bu imkânı da ancak İzmir İdadisi arkadaşlarımdan Sahabettin Süleyman’ın yardımıyla bulabileceğimi düşünerek hemen ona başvurmuştum.
Sabahettin Süleyman, o sıralarda Mülkiye Mektebi’nde yüksek tahsilini yapmakta idi ve kendisi de benim gibi Edebiyatı Cedide’nin bu üç kutbunun hayranlarındandı. Hatta, biliyordum ki, iki Uç yıl önce. Halit Ziya’ya bu hayranlığını ifade eden bir mektup yazıp göndermiş ve büyük Ustad tarafından pek nezaketli bir cevap almıştı. Buna rağmen, kendisine arzumu söyler söylemez, yuzunu buruşturmuş ve “Çok zor bir iş bu, çok zor…” diye mırıldanmış. Sahabettin Süleyman’a göre, hepsinin peşinde bir hafiye varmış Bu yüzden şehirde serbestçe dolaşmaktan çekinirler ve kimseyle temas etmek istemezlermiş
Lakin, ne garip tesadüf! çocukluk arkadaşımla bu görüşmemizin üstünden birkaç gün geçmeyecekti ki, Tepebaşi anfi tiyatrosunda verilen bir operet matinesinde, tıknaz ve cüce denilecek kadar kısa boylu bir adam gelip bizim önümüzdeki sıraya oturacak; Sahabettin Süleyman da, kulağıma eğilerek: “İşte, Mehmet Rauf bu” diyecekti.
Hangi Mehmet Rauf? Eylül romanını yazarı Mehmet Rauf mu? O benim hayalimde, bu romanın kahramanından, Edebiyatı Cedide deyimlerine göre, “latif, zarif, müstesna
ve muarra” jiaze. parlak Suat Hanım’ın âşıkı ince duygulu Necip’icn başka biri değildi ve o Necıpın Suat Hanım gibi iffetli, temkinli bir genç; kadının gönlünü çelebiImesı için, ruhî asaleti kadar birtakım bedeni meziyetlere de sahip olması lazım gelirdi. Oysa, önümüzde oturan adamda bu meziyetleri boş yere arıyor ve ona arkadan, enseden, yandan her bakışımda, hayalimdeki Mehmet Rauf’tan uzaklaştıkta uzaklaşıyordum.
Bununla beraber, onda aradığımı bulmaktan henüz umudumu kesmiş değildim. Belki yüzünün ifadesinde, bakışlarında, konuşmasında zekâdan gelen bir pırıltı, bir çekicilik vardır diye düşünüyordum: Nitekim, bu düşüncenin sevkiyledir ki, tiyatrodan çıkar çıkmaz onun peşine düşecek ve Sahabettin Süleyman’ın girginliği sayesinde Tünel başında onunla birkaç dakika görüşmek fırsatını yakalayacaktım Ama, asıl o zaman ben kendi hesabıma tam bir hayal kırıklığına uğrayacaktım. Mehmet Rauf, dudaklarının arasından anlaşılmaz bazı sözler mırıldanmış, kalın gözlük camlarının arkasından bize hiçbir şey ifade etmeyen bakışlarla bakmış, sonra, adeta bizden kaçarcasına sıvışıp gitmişti
Acaba Sahabettin Süleyman’ın tahmin ettiği gibi, bizi “‘hafiye” mi sanmıştı? Benim, henüz terleyen bıyıklarımı ve on yedi yaşımın bütün toyluğu, sıkılganlığı ile böyle bir tesir yapmama imkân yoktu ama, benden en az dört yaş büyük olan Sahabettin Süleyman burma bıyıkları, burundan takma gözlüğü, cerbezeli tavırlarıyla zavallı Mehmet Rauf’ta belki bir hafiye ürküntüsü uyandırmış olabilirdi. Fakat, şu da var ki. Sahabettin Süleyman yalnız bu nitelikleriyle goze çarpan bir kimse değildi. Eylül yazarı ona dikkatle bakmış olsaydı, Lavallier kravatıyla kırmızı yeleğini de görecek ve bir hafiyenin ne kadar zıddı bir tip karşısında bulunduğunu sezecekti. Zira, bu biçim kravatların ve bu renkte yeleklerin o devir Dalı âleminde Bohem artistler veya anarşist gençler tarafından takılıp giyildiğini onun da en az bizim kadar bilmesi lazım gelirdi. Çünkü, Mehmet Rauf, Edebiyatı Cedideciler içinde Batı kültürüne ve Batı âdetlerine en çok yaklaşmış olanlardan biriydi. Fransızca’dan gayri İngilizce’yi de bilmesi (Mehmet Rauf Bahriye Mektebi’nden yetişmiştir) ona, bu kültürün ışığını öbürleri gibi yalnız bir değil, iki pencereden almak imkânını vermişti. Bundan başka Mehmet Rauf, soluğunu Batı müziğinden alan bir melomandı. Nitekim, Halil Ziya, “Rigoletto” operasından eşindiği Mösyö Kanguru adlı bir uzun hikâyesini hatırımda kaldığına göre “Bu eserinin hayranı olduğum dehayı sanatına ithaf ediyorum” sözleriyle ona adamıştır.
Bir vakitler. Eylül yazarında sanat dehası bulan ve ona hayranlığını ifade eden yalnız Halil Ziya değildi. Başta bu yazarın en yakın arkadaşı Hüseyin Cahit olmak üzere, Edebiyatı Cedide okulunun kurucusu ve önderi Tevfik Fikret de onu aynı derecede beğenip överlerdi. Sonradan ne olmuş bilmiyorum; zavallı Mehmet Rauf’un yıldızı birdenbire sönmeğe başlamıştır. Bunun sebebini ise. özel hayatındaki derbederlikte ve avarelikte arayıp bulmak mümkündür sanırım.
Nitekim, Sahabettin Süleyman’ın bana anlattığına göre Mehmet Rauf. türlü gönül maceraları içinde çalkalanıp duran bir adammış. Tevfik Fikret’in delaletiyle kurduğu bir aile ocağını, ilk yılından itibaren bir harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğuyla ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmağa başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlıgıyla tanınmış hanımlarından birine adeta karasevda denilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır.
Bu intihar teşebbüsünü, yine Sahabenin Süleyman bana şu şekilde hikâye etmişti: Mehmet Rauf, kendini öldürmeğe karar veriyor; fakat, bu kararını yerine getirmeden bir gün…………

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Hayal

Editor

Fatma – Dua Engel Tanımaz

Editor

Orhan Pamuk – İstanbul Hatıralar ve Şehir

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası