Hayalini ele al, benimle gel dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan, Önce yolu betimleyin. dedi, Önce kuşatın, sonra betimleyin. İşte dedi Yeşil Gözlü Adam, onu dinlemiyormuş gibi; bir daire çiziyorum çevresine, artık hiçbir yere kaçamaz. Yüzyıllarca ulu bir sultanın girdiği sulardan şimdi şehre bulanık bir iç sıkıntısı akıyordu. Zamandan soruyorum. dedi Papağan. Soru insanın meşruluğunun simgesidir. dedi Yeşil Gözlü Adam. Bunu da anlatıcıya bırakalım. Halbuki tahkiye fikrinden çoktan vazgeçmişti. Eğer kaçınılmaz idiyse za-man, Jüpiter füzeleri henüz sökülmemiş, Küba krizi he-nüz yeryüzüne çıkmamıştı ya da usta anlatıcı Borgesin Kuşların Dilini keşfinden önceydi Edebiyat dünyasında özellikle öyküleri ile anılan Sadık Yalsızuçanların ikinci durağı olan Gerçeği İnciten Papa-ğan yeniden ve en saf hali ile okurlarla buluşuyor.
***
içindekiler
kuğu büyüsü………………………………………………………………….7
gerçeği inciten papağan…………………………………………………11
feylesof sığınağı/çekirdek uykusu…………………………………….35
kime karşı ölümsün……………………………………………………….39
müphem bırakılmış bir adamın ölümü……………………………….49
körebe ……………………………………………………………………….55
bir övgü hesabı…………………………………………………………….65
köpük ………………………………………………………………………..69
yağmurpark…………………………………………………………………73
doğu batı divanı……………………………………………………………77
mercan gören ses…………………………………………………………81
ayna…………………………………………………………………………..89
yıldız böceği………………………………………………………………..93
kapı……………………………………………………………………………97
yılan…………………………………………………………………………101
kuyu…………………………………………………………………………105
kuğu büyüsü
Evime döndüm. Gece, korkak yalvarışıyla karşıladı. Koridordan geçerek odamın sınırını aştım. Şezlongum kanla lekelenmişti. Koltuğum devrilmişti. Kitaplarım küf kokuyordu. Duvar diplerim yosun tutmuştu. Etajerdeki dağınık eşya zihnimi bulandırıyordu. Aynam yerli yerindeydi.
Bu dayanılmaz kargaşada koltuğuma yığıldım. Ruhuma karabasan gibi çöken geceyi kararttım. Gökyüzünde her parlayana yıldız derdim. Yeminimi bozmuştum. Binlerce kez döndürülmüştüm. Eşyayı kaybediyordum. Zamanın yapraklarında telaşlı bir karanlıktan başkası değildim. Soyundukça soyunmuştum. Kadife gibi yumuşacık eşiğinden kaçmıştım. Kıskanç bir yağmur şaşırtmıştı beni. Utanmaz bir teşhirci olup çıkmıştım. Her şeyimi yitirmiştim. Yağmalanmıştım. Ruhumu taş kalpli düşlerde kristalleştirmiştim. Katı dün-yalaşmıştım. Tesadüf oyuncağıydım. Gelecek bela günlerini mahzene çevirmiştim. Kuğu büyüsüne yattım. Derin bir sessizlik çöktü. Gecenin sizin için şaşırtıcı bir vaktinde bir sese uyandım. Aynamdı çağıran. Beklerdim. Gün doğmak
üzereydi. Güneşin ilk ışıklarını kolladım. Aynamı güneşe karşı tuttum. Yedi rengini aldım. Küçük odamla güneş arasında bir bağ kurdum. Kükürtlü haritasında gezdirdim ışık oyunlarımı. Çok sevmiştim. Aradan yüzyıllar geçti. Bu oyun ilk bakışta çekici görünüyordu. Başımı ellerimin arasına aldım. Bu nesnel gerçeklik zarını nasıl yırtacağım diye düşündüm. Kuğu büyüsüne yattım. Aynamı kırdım. Güneşe karşı pencereler açtım odamın tavanından, geniş yollar yaptım. Kalbimin gözbebeğine yerleştirdim.
gerçeği inciten papağan
‘Hayalini eline al, benimle gel’ dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan, ‘Önce yolu betimleyin’ dedi. Adam, ‘Kuşatmadan mı?’ diye sordu. Papağan, ‘Önce kuşatın, sonra betimleyin o halde’ dedi. ‘İşte’ dedi Yeşil Gözlü Adam, onu dinlemiyormuş gibi; ‘bir daire çiziyorum çevresine, artık hiçbir yere kaçamaz.’ Papağan cilvelenmeğe başladı. Yeşil Gözlü Adam sergiden bir yaprak koparır gibi kızdı. Kurtulmak güçtü. Biri çıkıp perde üstünde kendisini hor görürken bile ne denli mağrur olduğunu söylese yine kızardı. Süt maskelerinden, yogadan, yeni araba modellerinden, semt pazarlarından, ucuz giyim fuarlarından söz ettiği Papağan. Nereden gelirdi akima böy-lesi ayrıntılar. Yeşil Gözlü Adam bu kez acıdı o nazeninlere.
Topkapı’dan bahsederken bir meydan açmak ister gibiydi. Yüzyıllarca ulu bir sultanın girdiği sulardan şehre şimdi bulanık bir iç sıkıntısı akıyordu. ‘Zamandan soruyorum’ dedi Papağan. ‘Soru insanın meşruiyetinin simgesidir’ dedi Yeşil Gözlü Adam. ‘Bunu da anlatıcıya bırakalım.’ Halbuki tahkiye fikrinden çoktan vazgeçmişti. Eğer kaçınılmaz idiyse zaman,Jüpiter füzeleri henüz sökülmemiş, Küba krizi henüz yeryüzüne çıkmamıştı; ya da usta anlatıcı Borges’in Kuşların Dili’ni keşfinden önceydi. ‘Ne dersin, onları tapınmaya çağır-mamıştı değil mi?’ diye sordu Adam. Papağan bunu duymadı. Sözcükleri anlamlı bir bütün oluşturmadıkları zaman sevmezdi. Yeşil Gözlü Adam, ‘Kendi kendini gıdıklayarak gülmeğe çalışıyorsun’ dedi. Papağan, ‘Evet’ dedi aptalca. Zekâsıyla daima korkunç biri olan Yeşil Gözlü Adam’a baktı alık alık. Evden çıktılar. Cici Anne Çocuk Yuvası’mn solundan Bulvar’a sapan sokağa girdiler. Yeşil Gözlü Adam bengisuyu aramaya gidiyor gibiydi. Papağan, oyundan bir sahneyi kendi replikleri bakımından eksiltmek niyetindeydi. Adam bunu sezmek için çaba harcamaktansa mutluluk anlamına gelen adını düşledi. Bu kocakarı hilelerinden, hokkabazlıklardan usanmıştı.
Papağan, ‘O kitaplar niçin?’ diye sordu. Adam, ‘Saat yönünde üç kez dön’ dedi. Papağan döndükçe az ileride bir ağacın Simurg’u aramakta olduğunu gördü. Yeraltına yayılmış, gizlilik örtüsüne saklanmıştı. Yeşil Gözlü Adam’m gözleri sevinçle parladı. Kendisiyle bir gömüye yol bulabilirdi. Yüksek bir perde üstüne çıkıp ağacın insan parçalan gibi olan dallarını, meyvelerini, çiçeklerini aradı. Bir resim çizdi, sınır çekti, birbirinden sonsuz uzaklıktaki başlangıcının ve sonunun arasında kuşkuya yer bırakmaz bir tasvir yaptı. Meyveden yaprağa çizdiği bu şekillerden kente giden yolu bulabiliyordu. Papağan’a döndü. Papağan, aceleci davranmış; bu kez saat yönüne ters olarak üç kere dönmüş, Bulvar’a çıkmıştı. Kaldırımdaydı, yaya geçidine doğru sekiyordu. Yeşil Gözlü Adam mevhum bir zarara dağ gibi yük yüklemektense Bulvar’a dönmeyi tercih etti. Bulvar’m kalabalığa boğulan derinliğinde başkanlık seçimlerini ya da Noel kutlamalarını çağrıştıran bir şenlik kaynıyordu. Papağan sevinçle kanatlarını çırptı, ‘Bu eğlenceyi kaçırmamalı.’ Yeşil Gözlü Adam aptallara yüz vermekle ne denli yanlış yaptığını düşündü ama iş işten geçmişti. ‘Acıktım’ dedi Papağan ve satıcılardan, Bulvar’a bakan vitrinlerden aşırdığı yiyecekleri baştan savma kaygılarla yemeye başladı. Suyu donduran, geyik yavrularını kaçıran ve bir mağaraya giren fırtınalı, sürekli değişen, yazar-bozar tahtası kalabalığa karışıverdi. Yeşil Gözlü Adam, ne yoksulluğuyla artacak ne zenginliğiyle eksilecek bu beraberliği sürdürmek istiyordu. Sıkıntılı, kimsesiz, oracıkta kalakaldı. Cilvelerinden bıkmıştı, o zahmetleri hiçe indirir bir tokada razıydı. Seslere uyandı. Her şey birbirine yabancı, düşmandı. Kalabalıkta Papağan’ı seçti. Kimse, ateşlemeyince yanmazdı. Alıp dehlizden geçirdi. Şehri simgeleyen anıtlar, yapılar, köprüler, süpermarketler, oyun merkezleri, yürüyen merdivenler, kavşaklar, sokaklar geçtiler. Gele gele İstanbul gibi görkemli bir kente geldiler. Şehrin orta yerinde uzak bir köşede oldukça pis bir ev gördüler. Miskin insanların yaşadığı evin yanı başında bir fabrika yükselmişti. Meydana açılan kapılarından, şeffaf pencerelerinden, oldukça tuhaf bir fabrika olduğu anlaşılıyordu. Çevresi ruhlarla, hayatlarla doluydu. İnsanların kimisi otobur, kimisi yalnızca balıko-burdu. Yiyecekleri de fabrikanın alacakaranlığı gibi acayipti. İlk bakışta insanda dehşet, Papağan’da korku uyandıran bu evle fabrikanın balıktan başka bir şey yemeyen sakinleri haylaz bir pusudaydılar. Yeşil Gözlü Adam kendi ağacına danıştı. Gizlenmek için derin bir uykuya dalarak dağlarına vurulanları düşündü. Papağan yüzünü söndürmekle gökleri örteceğini sanmıştı. Bunu, evi ve fabrikayı ilk gördüğündeki tepkisinden çıkarmak mümkündü. ‘Saat yönünde üç kez dön’ dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan belli belirsiz bir ötüşle ‘Peki’ dedi. Dönünce bir başka dünyanın ışıklan belirdi. Uzakta, barok süslemeli görünen, gerçekte arabesk işlemelerle çatılmış bir sakf gördüler. Divriği Ulu Camii’nin kapısındaki taş işlemeler, bunun yanında sönük kalırdı.
Saydam duvarlarıyla küçük, büyük saraylar yükseliyordu. Walt Disney’in şatosundan çok, eski zaman elbiselerinden soyunmuş binbir gecenin gizemli kasırlarını andırıyordu. Göğün gözbebeğine yerleşmiş, göğe bir göz çizmiş, dönüp kendi hayatını yazan bir kalem olmuş gibiydi. Kapılar, geniş meydanlara açılıyordu. Göz kamaştırıcı bir görkem, akıl almaz bir ihtişam. Işıl ışıldı her taraf. Çiçeği olan her bir bahar anlardı ki o yüce tezgâhlardan kıskançlık fışkırmıyor. Nesnel gerçekliği hırpalayan bir satranç da oynanmıyor. Yeşil Gözlü Adam önseziyle hissetti ki tek ü tenha görünen ışık evlerinde boy atan çiçekler var. ‘Işık libaslarıyla yalın ayak’ dedi coşku dolu bir sesle. Papağan kendisini olgunlayan bir tavırla ‘Nefrete sığman engereklerin ülkesiymiş burası’ dedi. ‘Venedikli tüccarların önemli bir uğrak yeri. Kral, ikinci karısı, soluğu ışık saçan seyisiyle kendisini aldatınca ilkin kaledeki zindana kapatmış onu, sonra arslanlara parçalatmak üzere…’ Yeşil Gözlü Adam canını dişine takarak Papağan’m sayıklamalarını dinledi. ‘Zihni bu gereksiz bilgi yığınından sıyırmalı’ diye düşündü. Kaldı ki bir sedef birçok inciyi saklayabilirdi. Küçük, latif bir çark vardı onun dimağında, sürekli işliyordu. Papağan, bunun ayrımında değildi. Mecazla teşbih en uzun ömrünü, Yeşil Gözlü Adam’m zihninde sürmüştü. Her çiçekten düş hâzinelerine giden bir menfez açardı. Aklını, o evrensel uykudan uyandırırcasma ‘Çığlığımı iyi dinle’ dedi. Papağan, ‘Artık bu oyuna bir son vermeli’ dedi. Yeşil Gözlü Adam, ‘Öyleyse toprağa benzeyen vehimlerinden soyun’ dedi. Papağan kuru bir sesle ‘Bu bomboş saraylardan da senden de bıktım’ dedi. Yeşil Gözlü Adam uzakta, yere inmiş bir düş ülkesi gibi yükselen saraylara baktı uzun uzun. İnatçı bir müddeiumumi gibi fehime karşı nazlanan Papağan’a, ‘Bu yazgısal beraberliğimize ağlıyorum’ dedi. ‘Basiretin kör olmasaydı saraylardaki ceylanları görürdün.’ ‘Ceylan mı?’ diye kikirdedi Papağan, ‘Daha neler! Sayıklıyorsun sen, düşle gerçeği karıştırıyorsun.’ ‘İşte, bu penceremin önüne dek sokulan sevimli, küçük çekingenleri de mi görmüyorsun?’ diye sordu Yeşil Gözlü Adam. ‘Onlar annelerinden daha ürkek, küçük çılgınlardır.’ Papağan saf saf baktı Yeşil Gözlü Adam’m yüzüne. Yeşil Gözlü Adam, ‘Ceylanı görmedin mi hâlâ?’ diye sordu acı dolu bir sesle. ‘Şu sapsan ot kurusundan mı söz ediyorsun?’ dedi Papağan. Adam, ‘Gözlerini ve kalbinden çözdüğün bir bağı ona tak’ dedi. ‘İşte tedbirsiz ve lirik bir dansla yine karşımıza çıktı.’ Papağan, ‘Buna halüsinasyon diyorlar dostum’ dedi alay ederek. Yeşil Gözlü Adam yavru ceylanın peşine takıldı, ormana girdiler. Bu sürek avı saraylarda kayboldu. Papağan’m yanma döndüğünde soluk solu-ğaydı. Kibirli aklıyla adım adım küçük düşürmeye çalışacaktı onu. ‘O rumuzlar düşte korku ışığı yakanlar içindir’ dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan sözünü kesti. Hayatı boyunca duymadığı acı sözler söyledi ona. Adam gülümseyen yeşil gözleriyle baktı, ‘Belki de ışıkla besleniyorlardır’ dedi. ‘Işık, darı tanesinden farklı mı yani?’ Yeşil Gözlü Adam kendi ışığının vurduğu patikadan evine dönüyordu. Sürgündü. Dimağında bereket hissettiği anlardı. Bilinci dünyaya uyanırken kaçtığı köyü gibi bu sarayların ardı sıra uzanan dağlar da rengini boyuyordu. Mutluluk adını aldığı İsparta’daki günlerini anımsadı. Baskıdan bunalarak kaçmış, yatılı sınavlarını da kazanamamıştı. Okul müdürünün odasına heyecanla dalmış, ‘Ya beni okula kaydedersiniz ya da intihar ederim’ demişti. ‘Okumak için evimden kaçtım, geri dönemem.’ Babasının ölümü, ağabeyinin kasaplığı, annesinin şafağa dek süren gece okumaları, aşkı tanıyan her çocuk gibi onu da yaralayacaktı. Zemheri günleriydi. Seherden önce okula gidiyorlardı. Üç arkadaşıyla küçük, ahşap bir ev kiraladılar. Yatılı olmayan bölüme başladılar. Bir gece ısınmak için gittikleri bir arkadaş evinde, bahar sabahı sokakların tenha olduğu bir saatte, bej renkli elli altı model bir chevro-let arabada onları selamlayan Yolcu’nun kitaplarını gördüler. Yolcu toparlanmağa çalışmış, selamlarına nasıl karşılık vereceğini şaşırmıştı. Merdivenleri çıkışını, kapının açılışını, kendisini tüy gibi hafif hissedişini, kapının hemen arkasındaki sedirde yorgana sarılmış olan yüzünü, ansızın kalkışlarını, ‘mutluluk’ adını, hep ince bir sis tabakasının arkasından hatırlayacaktı. İsparta Tugay Camii’nin inşaatı da bir törendi. Papağan bunu nereden bilsindi. Yeşil Gözlü Adam sadece antik bir masalla başlayan yalnızlığını düşünüyordu. Çocuktu, yedi sekiz yaşlarındaydı. Şafağı bekler, kitabını ışığa çevirirdi. Babası rüştiye mezunuydu, arkadaşlarıyla birlikte akşamları kasabanın meyhanesinde saz çalıp şarap içerlerdi. İleride gazeteci olacağını, kırk dört yaşında Paris’e gideceğini hissediyordu. Terzi çıraklığı yapıyordu tatilde. Bir gün dükkânda yalnızken insanlar arasında nasıl temiz bir kimlikle yaşanabileceğini anlatan bir masal yazdı. Yıllar sonra Paris’e paramparça giderken, ‘Antik bir masalın akışında ölüyorum’ diyecekti. Masal saf duyguydu. Kasabadan yaşlı bir adama okuttu. ‘Bu yazarların işi’ dedi adam. Yıllar sonra yitirdi masalı. Paris, Orleans’ta haftasonu resim müzesini gezerken, ‘Afrika’nın uzak bir köşesinde olduğunu söyleseler ve yürüyerek gitme zorunluluğu olsa bile gidip alırdım o masalı’ diye düşünecekti. Kasabada bir âdet vardı o sıralar. Köyün delikanlıları tıraş olur, yeni pabuçlarını giyer, gösterişli giysilerini üzerlerine geçirir ve kasabanın ana caddesinde üçer beşer kişilik gruplar halinde gezerlerdi. En güzel giysilerini giyinmiş, süslerini takınmış genç kızlar da karşı yönden yürür, aynı çizgide buluştuklarında kızlar ikiye bölünüp delikanlıların yanından geçer ve tekrar birleşirlerdi. Bir gün Cennet adında güzel bir kız kendisine gülümsemiş ve küçük bir çocukla pembe bir mendil göndermek istemişti. Çocuk mendili ona götüreyim derken başka bir delikanlıya götürünce babası kızcağızı bir güzel dövmüştü. Yüzündeki morluklar geçene dek görünmemişti sokakta Cennet. Ortaokuldaki Nafize öğretmen de Cennet’i, ona gülümsediği için sevmezdi. Türkçe öğretmeni olan bu sinirli, aksi kadın bir gün ‘Herkes Yahya Kemal’in bir şiirini ezbere okuyacak’ diyerek ödev vermişti. Yeşil Gözlü Adam, ‘Ufuklar’ı okudu. Sırayla herkes okuduktan sonra Nafize öğretmen, ‘Sen bir daha oku bakayım’ deyince ‘Okumam’ dedi. Çılgına dönmüştü kadın, sınıfta çıt çıkmıyordu. Nafize öğretmen, ‘Niçin okuyamıyormuşsun bakalım?’ diyerek çıkıştı, kızgınlıktan sesi ve elleri titriyor, gözleri öfkeyle parlıyordu. ‘İlkin ödevim olduğu için okumuştum, şimdi keyfiniz için okumamı istiyorsunuz’ demişti. Bu olaydan sonra Nafize öğretmen onu azarlamak için fırsat kolladı. Bir yandan da diğer sınıflardaki arkadaşlarından kendisi için, ‘Bu okulda bir tek edebiyatçı var’ dediğini işitecekti. Duvar gazetesi çıkarıyordu Nafize öğretmen, öğrencilere, ‘Ne türlü sorununuz olursa olsun bana gelin, benimle çekinmeden her şeyi konuşabilirsiniz’ yollu telkinlerde bulunuyor, çoğu zaman kafalarını karıştıran şeyler söylüyordu. Yeşil Gözlü Adam bir gün birinci sınıftaki kimi öğrencilere, ‘Nafize öğretmeni mi çok seviyorsunuz, yoksa Allah’ı mı?’ diye sordu. Öğretmenin kulağına gitti bu. Teneffüste herkes bahçedeyken onu çağırdı, kapının eşiğinde, merdivenin başında hışımlı hışımlı söyleniyordu, gitti, yanağında şiddetli bir tokat şakladı. İstifini bozmadan öylece durdu. Öğretmenine baktı. Kadın ağlayarak içeri kaçtı. Disiplin kurulu toplanmıştı, Nafize öğretmen hâlâ ağlıyordu müdür yardımcısının odasında. Başını masaya dayamış, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Disiplin kararını öğrenmesi için kapıda tek ayaküstünde beklettiler. Az sonra kapı açıldı, öğretmeni çıktı, uzun topuklu bir iskarpin giymişti, koridora serilmiş örgülü yolluğa takılınca ayağı, yuvarlandı. ‘Ya o gider bu okuldan ya da ben’ diye bağırdı, sesi koridorda yankılandı. Tekrar kurul odasına girdi. Sonraları Nafize…