Batı Avrupa kültürü içinde “Türkler,” birkaç yüzyıl boyunca bütün toplum katmanlarında başlıca tutku, yazı ve sohbet konularından biri olmuşlardır. Ne var ki, terimler üzerinde anlaşmak gerekir; çünkü eskiden “Türkler” sözünün bugünkünden daha geniş bir anlamı vardı. Bu söz sadece dar anlamıyla sultanın tebaasını değil, neredeyse bütün Müslümanları kapsıyordu.
O kadar ki, çeşitli Avrupa dillerinde “Türkleşmek” deyimi aslında Müslüman olmak, İslam dinine geçmek anlamına geliyordu. Gene de, imparatorluklarının büyük gücü nedeniyle daha çok Osmanlı Türkleri düşünülüyordu. İtalyan Rönesansının büyük entelektüellerinden Niccolò Machiavelli, 1521’de, aylakların kahvelerde, “gelmek üzere olan Türk”ten, “bu dönemde Haçlı Seferi düzenlemenin yerinde olup olmayacağı”ndan ve “benzeri saçmalıklar”dan söz ederek vakit geçirdiklerini belirtiyordu.
Demek ki, Machiavelli gibi dâhilerin alay ettikleri bir saplantı söz konusuydu; ama hiç kuşku yok ki bir saplantıydı bu. Türk okuruna sunduğumuz kitapta bu saplantı, Kuzey İtalya’nın tipik sayabileceğimiz şehri Ferrara’da 15-18. yüzyıllarda meydana gelmiş bir dizi olay aracılığıyla irdelenmektedir. Hıristiyan Avrupa’nın herhangi bir şehrinde Türk-Müslüman dünyasından gelen hangi gerçek kişilere rastlanabiliyordu?
Balkanlar’ın ya da Akdeniz’in sınır bölgeleri gibi ya da küresel stratejinin belirlendiği büyük başkentler gibi doğrudan temaslara açık olmayan bir şehirde gerçek kişilerin yanı sıra, Müslüman dünyaya karşı hangi zihinsel hayaletler dolaşıyordu, nasıl bir korku ve nefret, hangi umutlar ve nasıl sevgiler vardı? Bu kitap, cephe gerisinde yaptığı gözlemleri ön saflardaki gözlemlere yeğleyerek, kültürler arası ilişki tarihinin bazı çok somut bölümlerini aydınlatmayı amaçlamaktadır.
Bu yolla, Hıristiyanlık ve İslam gibi biraz fazla kapsamlı ve anlamca belirsiz kategorileri de aşabilmeyi umuyoruz. Ama okuru yeniçağın küçük bir İtalyan şehrine hapsetmeyeceğiz. Kitap başka diyarlara da açılacaktır: İstanbul, Viyana, Buda, Arnavutluk, Mora, Kandiye, Trablusgarp, Cezayir, Tunus, Karadeniz, Ege…
Aslında, belgelerdeki izler sayesinde, zengin bir ilişkiler ağında şaşırtıcı yaşamöyküleri ortaya çıkıyor: Hıristiyanlarla yaşayan Magripli kadınlara ve Türklerle yaşayan Hıristiyan kadınlara rastlıyoruz; Türklerin elinde tutsak olmaktan kurtulmalık vererek kurtulan Hıristiyanların yurtlarına dönüşlerinde düzenlenen törenlere ve kürek mahkûmu Türklerin dramatik geçişlerine tanık oluyoruz; Tunus’ta İslam inancını benimseyen ve önemli kişiler haline gelen bazı Ferraralı denizcilerin yaptıklarını izliyoruz; savaş haberleri ve Haçlı Seferi düşleri dinliyoruz; kısacası, insanlar, nesneler, seslerden oluşan sürekli bir gelgite dalmış buluyoruz kendimizi.
Buradan, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yoğun bir ilişkinin –çoğu zaman şiddete, ama kimi zaman da karşılıklı hayranlık ve birbirini anlama olanağına dayalı bir ilişki– var olduğu izlenimini ediniyoruz. İncelenen bütün belgelerde, bu zorlu kültürler arası ilişkide temel bir diyalektik kendini gösteriyor. Bir yanda resmi ve kolektif karşıtlıklar var, öte yanda birbirleriyle ilişki içine giren tek tek insanlar arasında fiili anlaşmalar.
Bu diyalektik, ne yazık ki, geçmişte Akdeniz’in kuzeyi ile güneyi arasına set çeken karşılıklı korkunun belirlediği kısır döngüyü kıramamıştır. Bugün, hepimizin bildiği gibi, Batı ile Müslüman dünyanın bir kesimi arasındaki ilişkiler özellikle güç bir aşamadan geçmekte. Neyse ki, giderek daha sıkı bütünleşme biçimlerine doğru yol alıyor görünen Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler böyle değil. Ama belki bugün de küçük eylemler, karşılaşmalar ve bireysel ilişkiler, savaşları ve katliamları yaratan güçleri zayıflatabilir. Ve son olarak, karşılıklı kültürel derinleşme, büyük bir rol oynayabilir, sözde “uygarlıklar çatışması”nı içeriden hükümsüz kılabilir.
Türkiye’nin Avrupa kültürüne duyduğu ilginin elbette vurgulanmasına gerek yok. Buna karşılık Avrupa, romantik Şarkiyatçılık devri geçtikten sonra, biraz kayıtsız görünüyor. Ama artık önemli bir değişime tanık oluyoruz. Örneğin İslam sanatı, artık, Eski Mısır, Yunan ve Roma sanatlarının prestijinin baskısı altında ezilmeksizin yeniden ilgi çekiyor.
Paris’teki Louvre Müzesi’yle Londra’daki Victoria ve Albert Müzeleri, İslam koleksiyonlarını gösterişli bir biçimde yeniden düzenliyorlar. Atina’da da yeni bir İslam sanatı müzesi açıldı. Dünyadaki siyasi-askeri olaylar bizi belli bir kötümserliğe doğru iterken, kültürel düzlem daha çok iyimserliği geçerli kılıyor. Bu küçük tarih kitabının Türkçe’ye çevrilmesinin amacı, bu iyimserlik çizgisine katkıda bulunmaktır.