Salı, 18.58
Pinedale, KALİFORNİYA
Xander’in sözleri David’i domdom kurşunu gibi kalbinden vurdu.
Geriye sendeledi, sonra abisinin leş gibi olmuş Konfederasyon ceketinin yakasına yapıştı. Gözleri yanıyor ama bastırmaya çalıştığı gözyaşlarından mı, yoksa odaya dolan kumdan mı olduğunu bilemiyordu. Yüzünü Xander’inkinin birkaç santim yakınına getirdi.
“Onu… onu buldun mu?” dedi. “Xander, annemi buldun mu?”
Ağabeyinin omzunun üstünden, geçidin Xander sendeleyerek içeri girer girmez çarparak kapanan kapısına baktı. Odanın ortasında diz çöktüler. Saçlarını dalgalandıran rüzgâr, Xander’in az önce döndüğü İç Savaş dünyasına ait her şeyi geri çekip kapının altında uğuldayarak kayboldu. Duman ve barut kokusu o kadar güçlüydü ki David onların tadını ağzında hissetti.
Xander’i dürttü. “Nerede? Neden getirmedin?”
Kalbi, göğsünde oradan oraya koşturan bir gelincik gibi her zamankinden hızlı atıyordu. On iki yaşındaki çocuklar kalp krizi geçirmezdi, değil mi?
Xander arkasına yaslanıp topuklarının üstüne oturdu. Nefesini toplamaya çalışırken altdudağı titriyor, göğsü inip kalkıyordu. Rüzgâr, saçından bir yaprak koparıp havada parende attırdıktan sonra kapının altından onu emdi.
“Xander!” dedi David. “Annem nerede?”
Xander başını öne eğdi. “Onu…” dedi. “Onu getiremedim. Sen gitmelisin, Dae. Onu geri getirmelisin!”
“Ben mi?” Büyük bir ağırlık, David’in göğsüne bastırıp göğüs kafesi ve omurgası arasındaki gelinciğin pestilini çıkardı. Ayağa kalktı, kapıya yöneldi ve kilitli olan kapı kolunu zorladı.
Xander’in mavileri gibi (babasının kep olduğunu söylediği) gri bir şapka ve ceket giyiyordu. Geçit kapısının kilidini açmak için giriş odasından en az üç eşya taşıyor olmaları gerektiğini öğrenmişlerdi, bir tane daha lazımdı.
“Xander, onu bulduğunu söylemiştin!”
Xander başını iki yana salladı. “Onu bir çadıra girerken gördüğümü sandım, ama kampın diğer ucundaydı. Ona ulaşamadım.” David’in ağzı hayretle açıldı. “Bu onu bulmak değil! Ben de geçen gün İkinci Dünya Savaşı’nda onu gördüğümü…”
“Dae, dinle.” Xander ayağa kalkıp David’i omuzlarından kavradı. “Bıraktığımız mesajı gördü, Bob’u gördü.”
Bob, babasının çocukluğundan beri notlar ve doğum günü kartlarına çizdiği bir karikatür ve ailenin maskotuydu. David ve Xander önceki gece Ulysses S. Grant’ın kuzey kampındayken, Xander onu bir çadırın üzerine çizmişti. Annelerine onu aradıklarını böyle belli ediyorlardı.
“Cevap yazdı!” dedi Xander. “David, o orada!”
“Ama…” David ağlamak ile çığlık veya kardeşine yumruk atmak arasında kaldı. “Neden onu getirmedin?”
“Savaş meydanında bir şey oluyordu. Bütün askerleri toplayıp cepheye gönderiyorlardı. Ona ulaşmaya çalıştım, ama beni zorla kampın dışına çıkardılar. Ellerinden kurtulduğumda…” Xander’in yüz ifadesi sertleşti, “bana asker kaçağı dediler. Hemen asker kaçağı oldum. İçlerinden biri bana ateş etti! Geçide zar zor döndüm.” Başını iki yana salladı. “Gitmen lazım! Şimdi! O gitmeden ya da geçit değişmeden, veya ona başka bir şey olmadan.”
Evet… Hayır! David’in midesi ağrıyor, beyni kafatasında zonkluyordu. Kırık kolu yine acımaya başladı ve alçıyı ovuşturdu. “Xander, yapamam. Dün az kalsın beni öldürüyorlardı.”
“Çünkü üstünde gri bir ceket vardı.” Xander mavi ceketi çıkarmaya başladı. “Bunu giy.”
“Sen neden gitmiyorsun? Sadece onlara…”
“Ben asla başaramam,” dedi Xander. “Beni vurmasalar bile en azından asker kaçağı olduğum için hapse atarlar.”
“Bana da aynısını yapacaklardır.” Sözlerinin kulağa mızmızlanma gibi gelmesi David’in hiç hoşuna gitmedi.
“Sen daha çocuksun. Bunu göreceklerdir.”
“On iki yaşındayım, Xander. Senden sadece üç yaş daha küçük.”
“Savaşmak ile savaşmamak arasındaki fark da bu, Dae.” Ceketi açtı. “Geçen sefer çok korkutucu olduğunu biliyorum, ama bu kez doğru tarafta olacaksın.”
David küçük odada etrafına bakındı. “Oraya gittiğinde yanında olan tüfek nerede? Harper’s Ferry tüfeği?”
Abisi boş eline baktı ve gözleriyle yeri taradı. “Düştüğüm zaman kaybettim herhalde. Sadece hayatta kalmaya çalışıyordum. Fark etmedim.” Ceketi salladı. “Hadi.”
David giydiği gri ceketi silkinerek çıkardı. Onu tezgâhın üzerine fırlatıp isteksizce Xander’in elindekini üstüne geçirdi. Sol tarafını alçısının üzerine çekti.
Xander onun için düğmeleri ilikledi. “Onu girerken gördüğüm çadır kampın arkasında, Bob’u çizdiğim yerin diğer tarafındaydı,” dedi. Ceketin boştaki kolunu kaldırdı ve bırakıp sarkmasına izin verdi. Gülümsedi. “Savaşta kolunu kaybetmiş gibi görünüyorsun.”
“Gördün mü? Savaşabildiğimi ve savaşmış olduğumu düşünecekler.”
“Sadece şaka yapıyordum.” Gri asker kepini David’in kafasından çıkarıp mavisiyle değiştirdi. Sonra başka bir şey aramak için tezgâh ve askıya döndü.
“Xander, dinle,” dedi David. “Burada neler oldu bilmiyorsun. Aşağıda iki polis var.”
Xander matarayı almak için elini uzatmışken donakaldı. “Ne?” Sanki koridorun diğer tarafını, merdivenlerin indiği, oradaki köşenin arkasını ve holü görüyormuş gibi başı geçidin karşısındaki kapıya döndü. Ya da polislerin aniden içeri dalmasını bekliyordu. “Burada ne işleri var?”
“Bizi evden atmaya çalışıyorlar. Taksidian da onlarla,” dedi. Annelerini kurtarmaya bu kadar yaklaşmışken oradan zorla götürülmek kadar olmasa da, kolunun kırılmasından sorumlu olan korkunç adamı düşünmek bile David’i korkuttu. “Ver şunu bana,” dedi parmaklarını mataraya doğru oynatarak.
Xander matarayı kancadan çıkardı ve kayışı David’in başına geçirdi. “Babam nerede?”
“Onu kelepçelediler. Gelip seni almamı söyledi.”
“Kelepçe!”
“Bir şey daha,” diye ekledi David. Ceketin adeta yirmi kilo ağırlaştığını hissederek gözlerini kapadı. “Clayton var ya, okulda beni dövmek isteyen çocuk. Okul dolabındaki geçitten nevresim dolabına geldi.” Abisinin yüzündeki şaşkın ifadeyi görmek için bir gözünü açtı.
“Ne kadar süreyle gitmiştim?” diye sordu Xander. “Şimdi nerede?”
“Onu dolaba geri ittim. Okula geri döndü, ama tekrar gelebilir.”
“Harika!” Xander omzunun üzerinden tekrar koridordaki kapıya baktı, sonra David’e döndü. “Bilmem gereken başka bir şey?”
David başını salladı. “Ölürsem yarın okula gitmek zorunda olmayacağım sanırım.” Hafifçe gülümsedi.
Okul –David için yedinci, Xander için de onuncu sınıf– dün başlamıştı. İki gün boyunca derslere girmişlerdi. Anneleri de okul açılmadan bir gün önce kaçırılmıştı. David bu şartlar altında okula gittiklerine bile inanamıyordu. Ama okulun yeni müdürü olan babası, şüphe çekmemeleri için her zamanki gibi davranmalarında ısrar etmişti.
Çok işe yaradı, diye düşündü David, alt kattaki polisleri aklına getirerek.
“Bilmiyorum,” dedi Xander. “Babam cesedini oraya götürmenin bir yolunu bulurdu herhalde.”
David’in yüzündeki endişeli ifade değişmedi.
“Bir şey olmayacak.”
“Seni götürmelerine izin verme,” dedi David abisine. “Beni orada bırakma. Geri geldiğimde bu evde beni yalnız bırakma. Beni…”
Xander onu susturmak için elini kaldırdı. “Bir yere gitmeyeceğim,” dedi. “Aşağıda neler olduğuna bakacağım, ama bir yere gitmeyeceğim. Hiçbir şekilde. Tamam mı? Ayrıca…” Gülümsedi, ama David bunu yapmanın onun için ne kadar zor olduğunu gördü. “Döndüğünde annem de yanında olacak, değil mi?”
Gülümseme sırası David’deydi ve bunu yapmanın o kadar da zor olmadığını gördü. “Evet.” Döndü, derin bir nefes alıp geçidin kapısını açtı.