Dünyamız görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmişti. İnsanların bedenleri, bu istilacılar için sahiplik yaparken bedenler bir değişikliğe uğramamış gibi görünse de, zihinleri ele geçiriliyordu. Neredeyse herkes teslim olmuştu.
Geriye kalan vahşi birkaç insandan biri olan Melanie, yakalandığı zaman sonunun geldiğine inanır. Göçebe, Melanie’nin bedenini alan ruh, yetkililer tarafından bir insan bedeninin içinde yaşarken karşılaşabileceği zorluklar hakkında uyarılmıştır: Baskın duygular, hislerin yoğunluğu, çok canlı olabilen anılar Ama Göçebe’nin beklemediği bir zorluk vardır: Bedeninin önceki sakini zihninden vazgeçmeyi reddeder.
Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinlerine inerek geri kalan insanların nerde olduğunu öğrenmeye çalışır. Ama Melanie’nin zihninde tek görebildiği, sevdiği adamın, hâlâ saklanan bir insan olan Jared’ın hayalidir. Bedeninin arzularına direnemeyen Göçebe, yakalamak zorunda olduğu bu adama karşı özlem duymaya başlar. Dış güçler, Göçebe ve Melanie’yi, aslında istemeseler de, ortak bir hedefte birleştirir ve birlikte sevdikleri adamı bulmak için tehlikeli ve sonu belli olmayan bir macera için yola koyulurlar.
Zamanımızın en çok ilgi uyandıran yazarlarından biri olan Stephenie Meyer, aşkın direnci ve insan olmanın asıl anlamını anlatan, unutulmaz ve heyecan dolu bir romanla yine sizlerle beraber.
***
SORU
Bedenim, evim
Kısrağım, av köpeğim
Ne yapacağım ben
Sen gittiğin zaman
Nerede uyuyacağım
Neyle gezeceğim
Ne avlayacağım
Nereye gidebilirim
Daima istekli ve hızlı olan
Bineğim olmadan
Nereden bileceğim
Önümdeki çalılıkta
Tehlike mi var, hazine mi
Benim iyi ve akıllı köpeğim
Bedenim öldüğünde
Nasıl olacak
Gökyüzünde uzanıp yatmak
Bir çatı, bir kapı
Ve hiç bir şey olmadan
Gözümü oyalayan
Son çarem bir bulutsa
Nasıl saklanacağım ardına?
– May Swenson
Giriş
Yerleştirme
Şifacının adı Fords Deep Waters’tı.
Bir ruh olduğu için, doğal olarak bütün iyi niteliklere sahipti. Merhametli, sabırlı, dürüst, erdemli ve sevgi doluydu. Endişe, Fords Deep Waters için olağandışı bir duyguydu.
Öfkelendiğine ise daha seyrek rastlanırdı. Ancak, Fords Deep Waters bir insan bedeni içinde yaşadığından, öfke kimi zaman onun için kaçınılmaz oluyordu.
Şifa öğrencilerinin, ameliyathanenin uzak bir köşesinden gelen fısıltıları ona bir vızıltı olarak geliyordu. Fords Deep Waters’ın dudakları düz bir çizgi halini almıştı ve bu ciddi ifade, daha çok gülümsemeye alışık olan dudaklarına hiç yakışmıyordu.
Yardımcısı Darren bunu görünce onun omzunu okşadı.
Sakin bir sesle, “Merak içindeler, Fords,” dedi.
“Bir ruhun bir insan bedenine yerleştirilmesinin ilginç ya da merak uyandıracak bir yanı yok. Bu işlemi gözlemleyerek hiçbir şey öğrenemezler.” Fords’un normalde yumuşak ve teskin edici olan sesi, gergin ve sinirliydi. Buna kendisi de şaşırmıştı.
Darren, “Onlar daha önce hiç yetişkin bir insan görmediler,” dedi.
Fords’un tek kaşı havaya kalktı. “Gözleri kör mü? Birbirlerinin yüzlerini görmüyorlar mı? Aynaları yok mu?”
“Ne demek istediğimi biliyorsun. Vahşi bir insandan söz ediyorum. Ruhu olmayan bir insandan.”
Fords kızın hareketsiz bedenine baktı. Ameliyat masasında yüzükoyun yatıyordu. Kızın zavallı vücudunun, avcılar onu Şifa Merkezi’ne getirdiklerinde ne halde olduğunu hatırlayınca yüreği sızladı. Çok acı çekmiş olmalıydı.
Şimdi, elbette, çok iyi durumdaydı; tümüyle şifa bulmuştu. Fords sayesinde.
Fords, Darren’a, “O da herhangi birimiz gibi,” dedi. “Hepimiz birer insan yüzüne sahibiz. O da uyanınca bizlerden biri olacak.”
“Bu öğrencileri heyecanlandırıyor. Hepsi bu.”
“Bugün bu bedenin içine koyduğumuz ruh, misafir olacağı bedene böyle dik dik bakılmasından daha fazlasını hak ediyor. Bulunduğu yere uyum sağlamak için zaten büyük bir çaba göstermesi gerekecek. Bu yetmiyormuş gibi, bir de ona bunu yaşatmak haksızlık.” Bunu söylerken, öğrencilerin onu seyretmesini kastetmiyordu. Fords, sesinin yine gergin ve sinirli çıktığını fark etti.
Darren tekrar omzunu sıvazladı. “Her şey yoluna girecek. Avcı’ya bilgi vermemiz gerek ve…”
Avcı kelimesini duyunca, Fords Darren’a öyle bir baktı ki, bu bakışa ancak, “öfke saçan bir bakış” denebilirdi. Darren şaşırarak gözlerini kırpıştırdı.
Fords hemen özür diledi. “Üzgünüm,” dedi. “Amacım böy- lesine ters bir tepki vermek değildi. Sadece bu ruhla ilgili korkularım var. O kadar.”
Bakışları ameliyat masasının yanındaki standın üstünde duran kiryoterapi kutusuna kaydı. Kutunun üstünde, donuk kırmızı bir ışık yanıyordu. Bu, kutunun dolu ve uyku halinde olduğunu gösteriyordu.
Darren, onu teskin etmek ister gibi sakin bir sesle, “Bu ruh, bu iş için özellikle seçildi,” dedi. “O bizlerden biri ama olağanüstü bir varlık. Çoğumuzdan daha cesur. Bunu şimdi ye kadar yaşadığı hayatlardan da anlamak mümkün. Ona sorma imkânımız olsaydı, bence bu göreve gönüllü olurdu.”
“Hangimiz daha kapsamlı bir iyiliğe hizmet etmek için gönüllü olmazdık ki? Konu onun istekli oluşu değil, bir ruha neyin sorulmasının gerekli olduğu.”
Öğrenciler de uykudaki ruhtan söz ediyorlardı.
Fords onların fısıltılarını gayet rahat duyabiliyordu. Artık heyecandan, sesleri yükselmeye başlamıştı.
“Altı gezegende yaşamış.”
“Ben yedi diye duydum.”
“Aynı türden bir bedende, iki dönem bile geçirmediğini duydum.”
“Bu mümkün mü?”
“O hemen hemen her kılıfta yaşamış. Her şey olmuş. Çiçek, ayı, örümcek…”
“Yosun, yarasa…”
“Hatta ejderha!”
“İnanmıyorum. Yedi gezegende yaşamış olamaz.”
“En az yedi. Origin gezegeni de buna dâhil.”
“Gerçekten mi? Origin mi?”
Fords araya girdi. “Sessiz olun lütfen! Eğer profesyonel olarak gözlemlemeyecekseniz, sizden bedenlerinizi alıp dışarı çıkmanızı istemek zorunda kalacağım.”
Altı öğrencinin de mahcup olduğu açıkça görülebiliyordu. Susup birbirlerinden uzaklaştılar.
“Haydi, işimize bakalım, Darren.”
Her şey hazırdı. Gerekli ilaçlar insan kızın yanına dizilmişti. Uzun siyah saçları bir ameliyat başlığının altına toplanmış, ince boynu ortaya çıkmıştı. Uyuşturucuların etkisi altında derin bir uykudaydı. Düzenli olarak nefes alıyordu. Güneş yanığı teninde geçirdiği kazanın hiçbir izi yoktu.
“Lütfen ısıtmaya başla, Darren.”
Fords Deep Waters’ın ak saçlı yardımcısı kiryoterapi kutusunun yanında bekliyordu. Eli kadrandaydı. Güvenlik kilidini açtı ve bir tuşa bastı. Gri renkli küçük kutunun üstündeki kırmızı ışık yanıp sönmeye başladı. Gittikçe daha hızlı yanıp sönüyor ve renk değiştiriyordu.
Fords hareketsiz bedene odaklanmıştı. Neşteri kızın kafatasının alt kısmındaki derinin üstünde yavaşça gezdirdikten sonra yarığı genişletmeden kan durdurucu sıvıyı neşterin bıraktığı izin üzerine sıktı. Sonra, büyük bir özenle onları incitmemeye çalışarak ense kaslarının altına indi. Omurganın en üst kısmındaki soluk renkli kemikler görünmüştü.
Darren, “Ruh hazır, Fords,” diye açıkladı.
“Ben de hazırım. Getirebilirsin.”
Fords, Darren’ın dirseğinin dibinde olduğunu hissetti. Bakmasına gerek yoktu. Asistanının elini uzatmış, beklediğini biliyordu. Uzun yıllardır birlikte çalışıyorlardı. Fords deliği açık tutuyordu.
“Onu yuvasına gönder,” diye fısıldadı.
Darren’ın eli görüş alanına girdi. Avcunun içindeki ruh yavaş yavaş uyanıyor ve etrafa gümüş rengi pırıltılar saçıyordu.
Fords ne zaman çıplak bir ruh görse, onun güzelliğine hayran kalırdı.
Ruh, ameliyathanenin parlak ışıkları altında ışıldıyordu. Fords’un elinde tuttuğu gümüş rengi neşterden daha parlaktı. Canlı bir kurdele gibi kıvrılıp bükülüyor, geriliyor, kiryoterapi kutusundan kurtulduğuna seviniyordu. İnce kollarındaki tüyler, soluk gümüş rengi saçlar gibi dalgalanarak ağır ağır uçuşuyorlardı. Bütün ruhlar güzeldi ama bu ruh, Fords Deep Waters’a, özellikle çekici gelmişti.
Bu düşüncesinde yalnız değildi. Darren’ın hafifçe iç çektiğini ve öğrencilerin de hayranlık dolu bir şekilde mırıldandıklarını duydu. Darren, pırıltılar saçan bu küçük yaratığı, Fords’un bir insanın ensesinde açtığı deliğin içine özenle yerleştirdi. Ruh, kayarak deliğin içine daldı ve bu yabancı bedenin içinde dolaşmaya başladı. Fords, ruhun yeni yuvasına uyum sağlamaktaki becerisine hayran olmuştu. Kollarını sinir merkezlerinin çevresine sıkı sıkı dolamış, Fords’un göremediği yerlere, beynin altına ve üstüne, optik sinirlere ve kulak kanallarına uzanmıştı.
Çabuk ve kararlı bir şekilde hareket ediyordu. Kısa bir süre sonra, pırıltılar saçan bedeninin sadece küçük bir parçası görünür olmuştu.
Fords, onun kendisini duymayacağını bildiği halde, “Aferin,” diye fısıldadı fakat kız derin bir uykudaydı.
İşi bitirmek sıradan ve alışılmış bir şeydi. Yarayı temizleyip iyileştirdi. Ruh içeri girdikten sonra kapanan deliğin ağzını yapıştırmak için bir merhem sürdü. Sonra, ensedeki yara izini hafifletmek için üstünü özel bir maddeyle pudraladı.
Yardımcısı, “Her zamanki gibi kusursuz oldu,” dedi. Bu adam, Fords’un bir türlü anlayamadığı bir nedenle, içine yerleştiği insan bedeninin adını değiştirmemişti. Darren.
Fords derin bir iç çekti. “Bugünkü işten pişmanlık duyuyorum,” dedi.
“Sen sadece Şifacı olarak işini yapıyorsun.”
“Bu şifanın bir yara açtığı nadir durumlardan biri.”
Darren ortalığı toplamaya başlamıştı. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Fords Kutsal Görevi’ni yapıyordu ve bu Darren için yeterliydi.
Ama Fords Deep Waters için yeterli değildi. O benliğinin en derin köşelerine kadar gerçek bir Şifacı’ydı. Kızın hareketsiz bedenine endişeyle bakıyor, kendine gelir gelmez uyku halindeki bu sükûnetinden eser kalmayacağını biliyordu. Bu genç kadının korkunç sonunun dehşet verici etkilerine, biraz önce bu bedenin içine yerleştirdiği günahsız ruh mu katlanmak zorunda kalacaktı?
Kızın kulağına fısıldarken, içindeki ruhun onu işitebilmesini diledi.
“İyi şanslar, küçük göçebe, iyi şanslar. Keşke şansa ihtiyacın olmasaydı.”
1
Hatırlama
Onun sonunun benim başlangıcım olacağını biliyordum. Ve onun sonu bu gözlere ölüm gibi görünecekti. Bu konuda uyarılmıştım.
Bu gözlere değil. Benim gözlerime. Benim. Bu artık ben’im.
Kullandığım lisan bana tuhaf geliyordu ama anlıyordum. Kopuk, bağlantısız, sert, kör ve tek boyutluydu. Şimdiye kadar kullandığım dillere oranla son derece kısırdı ama akışkan olabiliyor ve kendini ifade etmek mümkün olabiliyordu. Kimi zaman güzel olduğunu bile söyleyebilirim. O artık benim dilimdi. Anadilim.
Kendi türüme has en doğal içgüdülerle, bu bedenin düşünce merkezine yerleştim. Her nefesine, her tepkisine hâkim oldum. Öyle ki, o artık başka bir varlık değildi. O ben’di.
O beden değil, benim bedenimdi.
Uyuşturucuların etkisinin geçmekte olduğunu, zihninin açıldığını hissediyordum. Kendimi ilk hatırlayacağı anısının saldırısına hazırladım; bu bedenin son deneyimlerinin anısına. Son anların anısına. Şimdi olacaklar konusunda tümüyle uyarılmıştım. Bu insancıl duygular, şimdiye kadar hiçbir türde yaşamadığım kadar güçlü ve canlı olacaktı. Kendimi hazırlamaya çalıştım.
Anı geldi. Evet, bu önceden uyarılmış olduğum gibi, kendinizi hazırlayabileceğiniz bir şey değildi. Göz alıcı bir rengi ve çın çın öten bir sesi vardı. Kızın teni buz gibi oldu. Duyduğu acı uzuvlannı kavrıyor, onları yakıyordu. Ağzında berbat bir tat vardı. Madeni bir tat. Bir de, daha önce hiç hissetmediğim yeni bir duyu vardı. Beşinci bir duyu. Koku halindeki bu duyu, havadaki zerreleri alıp beyninde tuhaf iletilere, zevklere ve uyarılara dönüştürüyordu.
Bunlar benim dikkatimi dağıtıyor, beni şaşırtıyordu. Ama onun belleği için aynı şey geçerli değildi. Onun belleğinin bu yeni kokulara ayıracak zamanı yoktu. Onun hatırladığı tek şey korkuydu.
Korku onu bir mengeneye sıkıştırmış, hem kollarını ve bacaklarını beceriksizce ileri doğru uzatmasına neden oluyor, hem de onların hareketlerini kısıtlıyordu. Kaçmak, koşmak… Yapabileceği başka bir şey yoktu.
Başarısızlığa uğradım.
Bana ait olmayan bellek, korkunç güçlü ve berraktı. Bu nedenle denetimimden kurtuldu ve bağımsız bir şey oluşunu, ben olmayıp sadece bir anı oluşunun bilincini aştı. Onun hayatının son anı olan o cehennemin içine düşmüştüm. Ben oydum ve koşuyorduk.
O kadar karanlık ki, hiçbir şey göremiyorum. Önümü göremiyorum. Ellerimi ileri doğru uzatıyorum ama onları göremiyorum. Kör gibi koşuyorum ve beni izleyenlerin ayak seslerini duymaya çalışıyorum. Ama kulaklarımın arkasında öyle bir zonklama var ki, başka hiçbir şey duymam mümkün değil.
Çok soğuk. Bunun şu anda bir önemi olmamalı ama acı veriyor. O kadar üşüyorum ki.
Rahatsız edici bir koku duyuyordu. Kötü bir koku. Bir an için, duyduğum bu rahatsızlık, beni o anıdan uzaklaştırdı. Ama bu sadece bir an sürdü. Sonra yine o anının içine sürüklendim ve gözlerim dehşet dolu yaşlarla doldu.
Kayboldum. Kaybolduk. Her şey bitti.
Şimdi tam arkamdalar. Sesleri çok yakından geliyor. Ayak seslerinden anlıyorum; çok kalabalıklar. Ben yalnızım. Yenildim.
Avcılar sesleniyor. Sesleri midemi bulandırıyor. Kusacağım.
Biri, beni sakinleştirmeye, yavaşlatmaya çalışarak, “Bir şey yok, bir şey yok,” diye yalan söylüyor. Güçlükle nefes aldığı için kesik kesik konuşuyor.
Bir başkası beni uyarıyor: “Dikkatli ol.”
Bir tanesi, “Kendine zarar verme,” diye rica ediyor. İlgi dolu, boğuk bir ses. ilgi!
Damarlarımın içine bir sıcaklık yayıldı. Vahşi bir nefret beni neredeyse boğuyordu.
Hiçbir yaşantımda, buna benzer bir şey hissetmemiştim. Duyduğum nefret, yine bir an için, beni o anıdan uzaklaştırdı. Kulaklarımı delen tiz bir çığlık beynimde şimşek gibi çaktı, nefes yollarımdan içeri doldu. Boğazımda hafif bir ağrı vardı.
Bedenim, çığlık, diye açıklıyordu bu durumu. Çığlık atıyorsun.
Dehşet içinde donakaldım ve ses birden kesildi.
Bu bir anı değildi.
Benim bedenim düşünüyordu! Benimle konuşuyordu!
Ama o anda, o anı, benim içine düştüğüm dehşet dolu şaşkınlıktan daha güçlüydü.
“Lütfen!” diye bağırıyorlar. “İleride tehlike var!”
Kafamın içinde bağırıyorum. Tehlike arkada! Ama ne demek istediklerini anlıyorum. Koridorun ucunda, nereden geldiği belli olmayan soluk bir ışık var. Ben düz duvardan ya da kilitli kapıdan değil, buradan çıkış yolu olmamasından korkuyorum. Orada simsiyah bir delik var.
Bir asansör boşluğu. Terk edilmiş, boş. Bu bina gibi lanetlenmiş. Bir zamanlar bir sığmaktı. Şimdi ise bir mezar.
Öne doğru atılırken bir rahatlama hissediyorum. Bir yol var. Kurtulmak için değil kuşkusuz ama kazanmak için bir yol var.
Hayır, hayır, hayır! Bu düşünce tamamıyla benimdi. Kendimi ondan koparmak için çaba harcadım ama birlikteydik. Ve hızla ölüme koşuyorduk.
Çaresiz çığlıklar duyuluyordu. “Lütfen!”
Yeterince hızlı olduğumu anlayınca içimden gülmek geliyor. Beni yakalamak için uzanan elleriyle aramda ancak birkaç santimlik bir mesafe olduğunu hissediyorum. Ama ben çok hızlı koşuyorum. Yol bitince bile durmuyorum. Delik beni karşılıyor ve koşarak içine giriyorum.
Boşluk beni yutuyor. Bacaklarım güçsüz ve işe yaramaz haldeler. Ellerim havayı avuçluyor. Parmaklarım havada dolaşıyor. Tutunacak bir şey arıyorum. Çevremde kasırga gibi soğuk rüzgârlar esiyor.
Daha onu hissedemeden tok sesini duyuyorum… Rüzgâr durdu…
Sonra sadece acı duyuyorum… Her şey acıya dönüşüyor.
Durdurun şunu.
Acı içinde, kendi kendime, yeterince yüksek sesle söyleyemedim, diye fısıldıyorum.
Bu acı ne zaman bitecek? Ne zaman?
Zifiri karanlık şiddetli acıyı yutmuş ve ben, o hatıra sonun sonuna ulaştığı için duyduğum minnetten zayıf düşmüştüm. Karanlık her şeyi almıştı. Özgürdüm. Doğrulabilmek için bir nefes aldım. Bu bedenimin bir alışkanlığıydı. Benim bedenimin.
Ama sonra renkler geri geldi, anı canlandı ve beni yeniden içine aldı.
Hayır! Soğuktan, acıdan ve korkunun kendisinden korkarak paniğe kapıldım.
Ama bu aynı anı değildi. Bu bir anının içindeki başka bir anıydı. Son bir anı, son nefes gibi. Ancak, her nedense ilkinden daha güçlüydü.
Karanlık her şeyi örtüyordu. Tek bir şey hariç: bir yüz.
Bu yüz bana, eski bedenimin helezoni tentaküzleri bu yeni bedenime ne kadar yabancıysa, o kadar yabancı geliyordu. Bu dünyaya hazırlanmam için bana verilen görüntülerde buna benzer yüzler görmüştüm. Onları birbirinden ayırt etmek, bireyin belirleyici özellikleri olan değişik renk ve biçimdeki küçük farkları seçebilmek benim için güç olmuştu. Hepsi de birbirlerine o kadar benziyorlardı ki. Burunları ortada, gözleri yukarıda, ağızları aşağıda ve kulakları iki yandaydı. Dokunma dışında bütün duyular aynı merkezde toplanmıştı.
Kemiklerin üstünde deri, tepede saçlar, gözlerin üstünde tüylerden oluşan garip çizgiler vardı. Bazılarının çenelerinin altında daha fazla tüy vardı. Bunlar erkekti. Renkler, açık krem renginden koyu siyaha kadar uzanan kahverengi tonlarındaydı. Bunlardan başka, birini ötekinden ayırt etmeye yarayacak başka hiçbir şey yoktu.
Ama bu yüzü, milyonlarca yüz arasında bile olsa tanırdım.
Bu yüz, sert bir dikdörtgen biçimindeydi. Derisinin altından güçlü kemikleri belli oluyordu. Rengi, altına çalan açık kahverengiydi. Saçları teninden biraz daha koyuydu. Aralarındaki açık sarı çizgiler saçlarını ışıklandırıyordu. Bu saçlar sadece başını çevreliyordu. Gözlerinin üstündeki tüylü çizgiler de aynı renkti. Göz bebeklerinin çevresindeki renkli yuvarlağın rengi saçlarından daha koyuydu ama onlar da saçları gibi ışıklandırılmıştı. Gözlerinin etrafında ince çizgiler vardı. Anıları bana, bu çizgilerin gülümsemekten ve güneşte gözlerini kısmaktan olduğunu söylediler.
Bu yabancılar arasında neyin güzellik sayıldığı konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen bu yüzün güzel olduğunu biliyor, sürekli ona bakmak istiyordum. Bunun bilincine vardığım anda, yüz kayboldu.
Olmaması gereken yabancı düşünce, benim, dedi.
Yine şaşkına dönmüş, donakalmıştım. Burada benden başka kimsenin olmaması gerekiyordu. Ancak, bu düşünce o kadar güçlü ve farkındalığı o kadar baskındı ki.
İmkânsız. Nasıl oluyor da bu kız hâlâ burada olabiliyordu? Bu artık ben’dim.
Onu, benim, diye azarladım. Bu kelimenin içinde, bana, sadece bana ait olan bir güç ve otorite uçuşuyordu. Her şey benim.
Öyleyse niçin onunla konuşuyorum?Sesler düşüncelerimi böldüğünde bunları düşünüyordum.
2
Duyulanlar
Sesler hafifti ve yakından geliyordu. Ama ben onları yeni duymaya başlamıştım. Anlaşılan, bu mırıltılarla sürüp giden bir sohbetti.
Biri, “Bana kalırsa, ona karşı gereğinden fazla vahşet uygulandı,” diyordu. “Aslında, böyle bir vahşet herkes için fazla!” Sesi nefret doluydu.
Tiz ve keskin bir kadın sesi, “Sadece tek bir kere bağırdı,” dedi. Bunu, bir tartışmada başarılı olan taraf kendisiymiş gibi, neşeyle söylemişti.
Erkek, “Biliyorum,” diye kabul etti. “O çok güçlü biri. Başkaları, çok daha basit nedenlerle, çok daha büyük travmalar yaşadılar.”
“Onun düzeleceğinden eminim. Sana daha önce de söylediğim gibi.”
“Belki de sana verilen Kutsal Görevi kaçırdın.” Adamın sesi sinirliydi. Hafızam, bu ses tonunu alaycı ve küçümseyici olarak adlandırdı. “Belki sen de benim gibi bir Şifacı olmak için yaratılmıştın.”
Kadın keyiflendiğini belli eden bir ses çıkardı. Güldü. “Bundan emin değilim. Biz Avcılar, farklı bir tanı çeşidini tercih ederiz.
Bedenim, bu kelimeyi, bu unvanı tanıyordu. Avcı. Omurgamın üstünde ürpertiler hissettim. Eskiden kalma bir tepki. Elbette, benim Avcılardan korkmak için hiçbir nedenim yoktu.
Adam, “Merak ediyorum da,” dedi, “ acaba insanlık mikrobu senin mesleğindekilere bulaşıyor mu?” Sesi hâlâ tedirgin ve buruktu. “Vahşet senin hayat seçiminin bir parçası. Bedeninin doğuştan gelen yapısının, bu dehşetten zevk almanı engelleyen nitelikleri yok mu?”
Bu suçlama, bu ses tonu beni şaşırtmıştı. Bu sohbet…bir tartışma gibiydi. Bu “sahibimin” yabancı olmadığı bir şeydi ama ben daha önce hiç rastlamamıştım.
Kadın savunmaya geçti. “Biz vahşeti seçmiyoruz. Mecbur kaldığımızda ona katlanıyoruz. Üstelik bazılarımızın tatsızlıklara dayanabilecek kadar güçlü olması, siz diğerleri için de iyi bir şey. Bizim çalışmalarımız olmasa esenliğiniz sarsılırdı.”
“Bir zamanlar öyleydi. Bana kalırsa mesleğiniz kısa bir süre sonra yürürlükten kalkacak.”
“Bu sözün yanlışlığının kanıtı orada, yatağın üstünde yatıyor.”
“Bir kız! Yalnız ve savunmasız! Evet, esenliğimize karşı oldukça büyük bir tehdit.”
Kadının derin bir nefes aldı. “Peki, o nereden geldi? Nasıl oldu da, Chicago’nun ortasında bitiverdi? Orası uzun zamandan beri uygar bir kent. Herhangi bir başkaldırı hareketinden yüzlerce kilometre uzakta. Bunu tek başına mı başardı?”
Soruları, cevap aramadan sıralıyordu. Sanki bu soruları birçok kez tekrarlamıştı.
Adam, “Bu senin sorunun, benim değil,” dedi. “Benim görevim, bu ruhun gereksiz yere acı çekmeden, herhangi bir travma yaşamadan, yeni bedenine uyum sağlamasını sağlamak. Sen de benim işime karışmak için buradasın.”
Yavaş yavaş ayılıyor, bu yeni duyular dünyasına uyum sağlamaya çalışıyordum. Benden söz ettiklerini ancak şimdi anlamaya başlamıştım. Bahsettikleri ruh bendim. Bu durum, kelimeye başka bir anlam yüklüyordu. Bedenimin eski sahibi için bu kelime birçok farklı anlam taşıyordu. Her gezegende farklı bir isim alırdık. Ruh. Bana kalırsa bu uygun bir tanımdı. Bedeni yöneten, görünmeyen güç.
“Benim sorumun cevapları, senin ruha karşı sorumluluğun kadar önemli.”
“Bu tartışılır.”
Bir hareketten kaynaklanan bir ses oldu. Kadının sesi birden fısıltıya dönüştü.
“Sorulara ne zaman cevap verebilecek? Uyuşturucuların etkisi geçmek üzere olmalı.”
“Hazır olduğu zaman. Onu rahat bırak. Nasıl rahat ediyorsa öyle davranmaya hakkı var. Uyandığı zaman nasıl bir şok geçireceğini düşün. Kaçmaya çalışırken ölümcül yaralar almış olan bir bedende uyanacak! Barış zamanında hiç kimse böyle travmalar yaşamak zorunda kalmamalı!” Sesi yükselmişti. Duygulandığı belliydi.
“O güçlüdür.” Kadının ses tonu güven vericiydi. “Bak ilk anının üstesinden nasıl da başarıyla geldi. O anı en kötüsüydü. Belki bu kadarını beklemiyordu ama yine de üstesinden gelmeyi bildi.”
Adam, “Bunu yaşaması gerekmezdi, öyle değil mi?” diye söylendi. Ama sorusuna cevap beklemediği belliydi.
Kadın yine de cevap verdi. “Eğer ihtiyacımız olan bilgiyi alabileceksek…”
“İhtiyaç kelimesini kullanıyorsun. Oysa ben buna istek derim. İstediğiniz bilgiyi…”
Kadın, diğeri sözünü kesmemiş gibi konuşmayı sürdürdü. “O zaman birisinin tatsızlıkları üstlenmesi gerek. Bana kalırsa, ona sorulacak olsa, bu ruh, bu mücadeleyi kabul ederdi. Ona nasıl hitap ediyorsun?”
Adam uzun bir süre cevap vermedi. Kadın bekliyordu. Nihayet, gönülsüzce, “Göçebe,” diye cevap verdi.
Kadın, “Uygun,” dedi. “Elimde resmi istatistikler yok ama en çok dolaşmış olan birkaç ruhtan biri, hatta en çok dolaşmış olanı. Evet, kendisine yeni bir isim seçene kadar, Göçebe adı onun için uygun olacaktır.”
Adam bir şey söylemedi.
“Elbette bedeninin kendisinden önceki adını alabilir… Arşivde, parmak izi ya da retina taramasına uyan örnekler bulamadık. Bu yüzden, bedenin eski sahibinin adını bilmiyorum.”
Adam, “Bedeninin eski sahibinin adını almayacak,” diye mırıldandı.
Cevap uzlaşmacıydı. “Herkes kendi istediğini yapınca rahat eder.”
“Sizin Av yöntemleriniz yüzünden bu Göçebe rahat yüzü görmeyecek.”
Sert bir ses duyuldu; ayak sesleri, sert döşemenin üstünde, ağır ağır ilerleyen sert adımlar. Kadın tekrar konuştuğunda, sesi bu sefer odanın karşı tarafından geliyordu.
“Bu mesleğin ilk günlerini bilsen çok kötü tepki verirdin,” dedi.
“Belki sen de, şimdi, barışa uygun olmayan tepkiler veriyorsun.”
Kadın güldü. Ama sesinden bunun yapmacık bir gülüş olduğu belliydi. Bu gülüşte gerçek bir neşe yoktu. Zihnim duruma uyum sağlamıştı. Seslerin yükselip alçalmasından ve tonlamalardan sözlerin gerçek anlamlarını çıkarabiliyordum.
“Sen benim görevimin gerektirdiği şeyleri tam olarak bilmiyorsun. Dosyaların ve haritaların üstüne kapanarak saatler geçiriyorum. Çoğunlukla masa başı işi oluyor. Senin düşündüğün gibi, her zaman çatışma ve vahşet yok.”
“On gün önce, öldürücü silahlar kuşanmış olarak bu bedeni alaşağı ettiniz.”
“Seni temin ederim ki, bu bir istisna. Bir kural değil. Unutma, biz avcılar, yeterince uyanık olmadığımız zaman, tiksintiyle sözünü ettiğin o silahlar bize çevriliyor, insanlar, her fırsatta, bizi büyük bir zevkle öldürüyorlar. Önceden bu düşmanlıkla karşılaşmış olanlar, bizi kahraman olarak görüyorlar.”
“Savaştaymışız gibi konuşuyorsun.”
“İnsan ırkından geri kalanlar bunu bir savaş olarak görüyor.”
Bu sözleri çok iyi duymuştum. Bedenim tepki verdi. Daha sık nefes almaya başladığımı, kalp atışlarımın her zamankinden daha fazla ses çıkardığını hissettim. Yatağın yanındaki makine bu değişikliği boğuk bir bip sesi çıkararak kaydetti. Şifacı ile Avcı kendi tartışmalarına dalmışlardı ve fark etmediler.
“Ama bu savaşı çoktan kaybettiklerini kabul etmeliler. Biz onlardan ne kadar fazlayız? Bire karşılık bir milyon mu? Sanırım bunu biliyorsundur.”
Kadın hışımla, “Tahminlerimize göre, bu oran bizim lehimize olarak biraz daha yüksek,” diye itiraf etti.
Şifacı, bu bilgiyi aldıktan sonra, kendi düşüncelerini savunmak için başka bir şey söylemeye gerek duymadı. Kısa bir sessizlik oldu.
Bu boş zamanı kendi durumumu değerlendirmek için kullandım. Çoğu şey apaçık ortadaydı.
Bir şifa merkezindeydim. Olağanüstü travmatik bir ruh yerleştirme işlemi geçirmiş ve ayılma evresine geçmiştim, içinde bulunduğum bedenin, bana verilmeden önce, tamamıyla iyileştirildiğinden emindim. Hasar görmüş bir beden kullanılmaz, çöpe atılırdı.
Şifacı ile Avcı’nın birbirinin zıttı olan fikirlerini düşündüm. Buraya gelme seçimini yapmadan önce, bana verilen bilgiye göre, Şifacı haklıydı. Geri kalan bir avuç insanla aramızdaki düşmanlık çoktan sona ermişti. Dünya adındaki gezegen, uzaydan göründüğü gibi, barış dolu ve huzurluydu. Mavi yeşil renkleri davetkâr, çevresindeki beyaz buhar halkası zararsızdı. Ruhun egemenliği yürürlükteydi. Evrensel uyum sağlanmıştı.
Şifacı ile Avcı arasındaki sözel uyuşmazlık alışılmadık bir şeydi. Bu olayda bize yabancı olan bir saldırganlık söz konusuydu. Meraklanmıştım. Şeylerin…şeylerin düşünceleri arasında dalga dalga yayılan o dedikodular, o fısıltılar doğru olabilir miydi?
Düşüncelerim dağıldı. Bedeninde misafir olduğum son türün adını hatırlamaya çalışıyordum. Bir ismimiz vardı. Bunu biliyordum. Ama artık o bedenle ilişkim olmadığı için kelimeyi hatırlayamıyordum. Bundan çok daha basit bir lisan kullanıyorduk. Hepimizi tek bir büyük beyinde buluşturan, sessiz bir düşünce dili. İnsanın kökleri ıslak siyah toprağa gömülü olunca, bu gerekli oluyor ve kolaylık sağlıyordu.
O türü yeni dilimde anlatabilirim. İnsanların dilinde. Dünyamızın yüzeyini kaplayan büyük okyanusun dibinde yaşıyorduk. Bu dünyanın da bir ismi vardı ama onu da unutmuştum.
Her birimizin yüz kolu ve her kolun üstünde bin gözü vardı. Öyle ki, düşüncelerimizin de birbiriyle bağlantılı olduğu göz önüne alınırsa, uçsuz bucaksız sulardaki hiçbir şey gözümüzden kaçmazdı. Sese hiç gerek yoktu. Bu nedenle de sesleri duymak mümkün değildi. Suların tadına bakardık ve bunu, bize bilmemiz gereken her şeyi söyleyen görme duyumuzla yapardık. Suyun kim bilir kaç kulaç yukarısındaki güneşlerin tadına bakar, onların lezzetini ihtiyacımız olan besine dönüştürürdük.
Bizi anlatabiliyordum ama adlandıramıyordum. Kayıp bilgileri düşünüp içimi çektim. Sonra yine kulak misafiri olduğum konuşmayı düşünmeye başladım.
Ruhlar sadece gerçeği söylerdi. Bu bir kuraldı. Elbette, Avcılar’ın görevlerinin gerektirdiği şeyler de vardı. Ama ruhlar arasında yalana gerek yoktu. Son türümün düşünce diliyle, istesek bile yalan söylemek olanaksız olurdu. Ancak, bulunduğumuz yere demir atmış gibi olduğumuz için, sıkıntımızı hafifletmek amacıyla hikâyeler anlatırdık. En takdir edilen beceri hikâye anlatmaydı çünkü herkese yararı vardı.
Kimi zaman, gerçek hayalle karışır, hiç yalan söylenmediği halde, neyin tam anlamıyla gerçek olduğunu anlamak güçleşirdi.
Yeni gezegeni, hayal bile edemeyeceğimiz kadar öfkeli ve tahripkâr yaratıklarla dolu, o kuru, farklı Dünya’yı düşündüğümüz zaman, duyduğumuz heyecan korkumuzu bastırırdı. Bu yeni konuyla alakalı hikâyeler üretilmeye başlamıştı. Savaşlar, savaşlar! Önce bizim türümüzün savaşmak zorunda kalacağı söylentisi yayılmıştı. Daha sonra bu süslendi ve öyküleştirildi. Hikâyeler, resmi açıklamalarla çelişince, araştırdım ve doğal olarak ilk aldığım haberlere inandım.
Ama fısıltılar dolaşıyordu. O kadar güçlü insanlar vardı ki, ruhlar onların bedenlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Onların zihinlerinin tamamıyla devre dışı bırakılması mümkün olmamıştı. Ruhlar o bedenin kişiliğine bürünmüşlerdi. Oysa bunun aksi olması gerekiyordu. Hikâyeler. Vahşi dedikodular. Çılgınlık.