Roman (Yerli)

GÜLTEKİN – Abdullah Ziya Kozanoğlu

GÜLTEKİN

Abdullah Ziya KOZANOĞLU

BİLGE KÜLTÜR SANAT

1957de Türkiye Yayınevi ile başlayıp 1962’de Atlas Ki-tabevi’nde devam eden Abdullah Ziya KOZANOĞLUnun tarihi romanlarını Bilge Kültür Sanat olarak yeniden Türk okuruyla buluşturmanın kıvancını yaşıyoruz…

Kitabımın adını koyarken çok düşündüm. Gültekin mi? Göltekin mi? Yoksa Kültegin mi yazmalıydım? Bunun her üçünü de söyleyenler ortaya bir şeyler koyuyorlar. Kitabım, Gültekin adının doğrusunu bulmak için yazılmadı. Ben bunlardan en çok söyleneni ele aldım. Amacım Türk çocuklarının kalbinde kendisine adımızı, dilimizi, bayrağımızı, varlığımızı borçlu olduğumuz bir Türk kahramanının hayalini canlandırmak, kendilerine güvenmelerini, atalarıyle övünmelerini, kendilerini başarıcı görmelerini sağlamaktır.

A. Z. Kozanoğlu

Büyük Türk ulusu!

Bayrağın solmuştu, sana bayrak;

Yurdun satılmıştı, sana yurt;

Dilini kaybetmiştin, sana dil verdim.

Aç kalan karnını doyurdum. Çıplak kalan sırtını giydirdim.

Orhun BARKI Bilge Han

OĞUL heey!

Yüce Çin Hakanlığının Tiyen Ping sarını çevreleyen karlı dağların eteklerindeyiz. Gün batmış, ay çıkmamış. Karadere içlerinde gözleri parlayan, ağızlarından insan kanı damlayan canavarlar uluyarak dolaşıyor.

Bellerinde çifte su verilmiş palaları ışıldayan cilâsınlar, yağız atlarını kara tepelerde oynatıyor, korkak şarlılar uykuya yatmış, kurtlar yer yer gezip yiyecek av arıyor.

Karadere içindeyiz. On dört kırgız[1] bir Çin Bayının çevresini sarmışlar. Kendine güvenip, gecenin bu saatinde yollarda kalan Çin Bayının, dört at uşağı ölmüş, Çin Bayını koruyacak elindeki palasından, bir kırgızın gırtlağına yapışmış, boğuşan boz kurdundan başka hiç bir şeyi kalmamış.

Palalar, gecenin karanlığını gümüş ışıklarıyla yırtıyor, korkunç çığlıklar, fışkıran kanların hışırtıları, çelik sesleri duyuluyor.

Arkasını bir kara kayaya dayayan Çin Bayı, Azrail’in göğü yarıp geldiğini görür gibi oldu.

Gözleri kararmış, zorlu sandığı bileği palasını kaldıramaz olmuştu. Doğruldu:

1 Kırgız: Başıboş gezen, serbest

– Yetişin boğatırlar… Bir Çin Bayını öldürüyorlar!., diye bağırdı.

Bu saatte, bu karanlık dereye kaplanlar bile titreyerek girerdi. Kırgızlar kahkahalarla güldüler, onunla beraber haykırdılar:

– Yetişin! Adam öldürüyorlar!

Sonra bu çağırışa karşılık gelmeyeceğini biliyorlarmış gibi, palalarını kaldırdılar. Çin Bayının üzerine atıldılar. Ölüm Tanrısı gelmiş, Çin Bayının yüreğine el atmıştı.

Birdenbire, tepeden bir ses duyuldu. Uluyan canavarları, haykıran kırgızları, boğuk çelik seslerini sindirdi:

– Çal kılıcını ağam, yettüm! Çal kılıcını! Korkma! diye bağırdı.

Bu ses kara dağlan inletti. Dağın yamacından taşlan, toprakları kopararak, boz aygırlı bir yiğit, yıldırım gibi yetişti. Gecenin karanlığında çelik donları1 parıl parıl parlıyordu. Boz aygırını şahlandırdı:

– Haydi Başko!.. diye bağırdı.

Boz aygır kişneyerek dört bir yana çifteler savurmaya başladı. Bir göz açılıp kapanmadan, kırgızların dört tanesi beyinleri patlayıp yere yıkıldılar; diğerleri de, gökten yıldırım iner gibi, tepelerine inen bu zorlu boğatınn karşısında tutunamayacaklarını anlamışlardı. Atlarına sıçradılar, karanlıklar içine karışıp gittiler.

Şimdi Çin Bayı ile boz aygırlı yiğit karşı karşıya duruyor, birbirlerini süzüyorlardı.

Çin Bayı, kanlı elinin tersiyle alnından yağmur gibi akan ter ve kan damlalarını sildi. Çince:

– Beni kurtardın, ben kimim biliyor musun?., diye homurdandı.

Yiğit, hiç bir ses çıkarmadı. Kırgızların karşısında sinen Koca Bay, meydanı boş görünce, belini doğrultmuş, sesini yükseltmişti:

1 Donları: Elbiseleri.

– Buraya gel “Asena”, diye yerdeki ölüleri yoklayan kurdu yanına çağırdı. Sonra yeniden dikleşen kafasını kaldırıp kurtarıcısına baktı:

– Ben Yüce Çin Hakanı Vu-He-Ü’nün Yasalar Başbuğuyum1. Beni kurtardın, sana payza2, para ve ad vereceğim, söyle bakayım, sana kim derler?

Bu sefer boğatır, şahlanan boz aygırının yelesini tokatladı. Türkçe:

– Türk, diye gürledi.

Çin Bayı yere tükürdü, Çince sordu:

– Bir Türksün demek?.. Kimin at uşağısın, de bakayım? Ona söyler, seni yanıma alır, saçını uzatır, sana bir Çin kızı alırım. Çince biliyor musun?.. “”

– Ben Tanrının at uşağıyım, yalnız Türkçe konuşurum. Kendimden başka kimseye boyun eğmem, zorla boyun eğdirdiğiniz bütün Türkleri kurtaracağım. Yeni bir Türk Hanlığı kuracağım.

Çin Bayının gözleri parladı, kahkahalarla güldü. Artık korkusu geçmişti.

– Bir deli… Bir deli… diye böğürdü. Sen bir delisin. Bu Kara-dere’ye delilerle, başbuğlardan başka kimseler giremez. Türkler yıllardır Çin Hakanının tutsağıdırlar. Yedi bin Türk, yedi yüz bin Çinliyi nasıl ve ne ile yener? Sen bir başbuğ olamazsın, olsan olsan bir delisin! Fakat sen benim canımı kurtardın, sen kutlu bir delisin. Seni yanıma kayıracağım. Bana at uşağı olacaksın.

– Uşak olmak için yetiştirilmedim. Yasalar Başbuğu köpürdü:

– Türkler yıllardan beri Çinlilerin uşağıdır. Bana bir Türk Hakanı göster!.. Bir Türk sancağı göster!..

1 Yasalar Başbuğu: Adalet Bakanı

2 Payza: Nişan, rütbe

– O hakanı çok yakında göreceksiniz. Sancağa gelince, bundan daha birkaç yıl önce tepenizde dalgalanan o sancağı tanırsınız. Kurt başlı Göksancak.

Başbuğ elini kaldırdı. Yabancıya doğru yürüdü, vurmak istiyordu. Sonra acı acı güldü:

– Sen benim canımı kurtardın, dedi. Sana borçluyum. Söyle ne istersin?

Yürüdü, elini atının heybesine soktu, altın sesleri şıkırdadı. Yolcu güldü:

– Dilenmeyecek kadar gelirim var.

– Peki, ne istiyorsun?.. Bir şeyler iste.

– Hiç bir şey… Biz istediğimiz şeyleri kendi gücümüzle alırız. Bana bir şey borçlu değilsin.

Çin başbuğu atının üzerine sıçradı, yabancıya yaklaştı, yüzüne dik dik baktı:

– Sen bir Han oğlusun.

– Her Türk bir Han oğludur.

– Sen temiz yürekli bir gençsin. Hoşuma gittin, adın ne senin?

– Önce söyledim.

– Saklıyorsun demek… Öyle ama ben sana borçlu kalamam, bir şey alacaksın, dedim. Bir şey alacaksın.

Sonra onun sustuğunu görünce:

– Olmazsa kurtardığın canımı geri almaklığın için vuruşacağız. Ben bir Türk’ün yiğitliği altında kalamam.

Yabancı güldü. Yerde, kafasını havaya kaldırıp uluyan boz kurdu gösterdi:

– Bu, sanırım, tüm bir kurttur. Çin Bayı karşıladı:

– Öyle, ben küçük yaştan aldım, büyüttüm. İlk buyruğumda adamın gırtlağına yapışır. İster misin?

– Verirsen?

– Ha!.. Bir kurt istiyorsun demek?.. Siz Türkler kurdu, hele kurt oğulları Asenaları çok seversiniz. Duydum ki Asenalardan Kutlu Hanın yürüdüğü yolda oğulları ve kardeşleri de yürüyecek-miş… Benim kurdun adı da Asena’dır1.

Genç güldü:

– Kurda kurt gerek; vermiyor musun? Gayrı Çinli de güldü:

– Alabilirsen al!.. Senin olsun.

Yabancı atının üzerinde birdenbire eğildi. Kurdu kulaklarından kavradığı gibi kucağında doğruldu; canavar, birkaç kere tepinmek, kurtulmak istedi; sonra kolları arasında bulunduğu adamın zorlu gücü karşısında atın eğeri üzerine büzüldü, kaldı.

Genç yolcu:

– Sara mı gidiyorsun Başbuğ? dedi. Çinli atını sürdü:

– Öyle… Ama senin de ardımdan sara girmeni pek özlemem. Böyle Göksancak düşüncesini kafalarında taşıyan Türklerin, -yüreğim kan akmakla beraber- kafasını kopartmakla görevliyim.

Sustular, artık sara giriyolardı. Genç yolcu:

– Biz kafamızın koparılmasını özleyenlerdeniz, dedi. Çinli sordu:

– Niçin?

– Acundaki bütün Türkler’in birleşmesini istiyoruz.

– Ne yapacaksınız?

– Hiç. Uşak olmaya alışmadık, acuna başbuğ olacağız. Çinli öksürdü:

1 Asena: Sığındıkları Ergenekon’dan Türkleri kurtarıp, atalarımızın öcünü alan demircinin adıdır. Onun dölünden gelen Hanlara Asena oğulları, derler. Çincesi-. Ce-ne’dir

– Hım!.. Yaman düşünce. Buda yardım etse de dilediğiniz olsa. Ne ise delikanlı, çok konuştuk.

Biraz dikkafalısın, ama seni gözüm tuttu, gönlüm sevdi, adını demedin. Benim adım Çang-Fungi’dir. Çin Hanlığı Yasalar Başbuğu ve Tiyen Ping’de Türkleri yeryüzünden kaldırmaya uğraşanlardan biriyim!.. Tanrıdan dilerim ki bir daha karşılaşmayalım. İstersen gel, şimdi bir kucaklaşalım. Bu, dünya kurulalı beri görülmemiş bir şey olacak. Bir Çin başbuğu bir Türk uşağıyle kucaklaşıyor, dedi.

İki atlı birbirine sarıldılar. Genç güldü. Başbuğdan ayrılınca:

– Benim adımı da tez elden duyar, tanırsın, dedi. Şimdilik hoşça kal ve unutma, yedi bin değil, yedi Türk yedi yüz bin Çinliyi yenecek.

Boz aygırını şahlandırdı. Kucağında Çinlinin kurdu, sarın sokaklarına vurdu, gitti. Yasalar Başbuğu yalnız kalmıştı. Ellerini hohladi:

– Amma soğuk var, dedi. Dört at uşağını da yokettik. Şu Türk delikanlısı da deliydi, meliydi ama çok zorlu idi ha. Tıpkı bir Han oğluna benziyordu. O ne at sürüş? O ne pala savunuş?

Bizde böyle bir er güç yetişir. Acaba adı ne idi?

Sanki bu söze karşılıkmış gibi bir davul sesi sarın sokaklarında uğuldaya uğuldaya yaklaştı.

Gece kolcusunun sesi geniş saçaklı, basık evlerin pencerelerini açtırdı.

– “Ey büyük, ünlü, kolu bükülmez Çin Hakanı Vu-He-Ü Hatun’un kulları olmakla ünlenen yaratıklar! Kalkınız ve dinleyiniz! Hanlarımızı, şarlarımızı basan, yurdumuzu yağmalayan göçebe Tukyular[1] yeniden dirildiler. Çin sınırlarını aşmak istiyorlar. Başbuğları olan Kutlu Han oğlu Gültekin Asena sınırlarımızı geçip Çin şarlarına girmiştir. Tutsak Tukyuları ayaklandırıp yeni bir Türk Hanlığı kurmak istediği anlaşılıyor. Kendisine ekmek, su, yatacak yer veren kim olursa olsun, sorgusuz kafası koparı-lacaktır. Kendisiyle görüşenin dili kesilecek, bulunduğu yeri bildirene iki at yükü, kafasını getirene dört at yükü altın ve Çang-çu-e[2] adı verilecektir.

1 Çinliler Türklere böyle derlerdi.

Diri olarak yakalayana sekiz at yükü altın verilecektir. Bu buyruğu ünlü Hakan Vu-He-Ü vermiştir!!!”

Davul sesi uzaklaştı. Ünlü Yasalar Başbuğu külahını geri attı, uzun saçının dibini kaşıdı.

Öksürdü:

– Hım, bu buyruğa göre, aldanmıyorsam, Gültekin ile konuştuğu için kafası koparılacak ilk ünlü Çinli, Yasalar Başbuğunun ta kendisi!., dedi.

2 Çan-çu-e: Çince baş kesen demektir.

Çin Hakanı Vu-He-Ü Hatun, Türklerin ayaklandığını görünce, Fangling’e sürdüğü oğlu Cong Tsung’u tekrar sarayına aldırmıştı.

Hakan, oğluna ilk ele geçen kırgızlardan bir yiğit alayı toplamıştı.

Bunlardan on sekizi Vu-hu-u yolundaki Beyaz Ayı Hanı’nın avlusunda büyük bir ateş yakmışlar, bekleşiyorlardı.

Uzun saçını dişleri arasında sıkan kocamış bir Çinli, yüzünde büyük bir bıçak yarası bulunan arkadaşının omzuna kuvvetli bir tokat yapıştırdı:

– Nasılsın bakalım Salak? Senin Tukyulardan yeni savlar var mı? Yeni bir hanlık kuracaklarmış, ne dersin? diye sordu.

Salak’ın gözleri bulandı. Bir küçük kâğıt gemiye yelken olacak kadar büyük olan kulağının arkasını kaşıyarak:

– Öyle sanıyorum ki bu iş olacak, dedi.

– O gün gelince sen de kendine artık Tukyu dersin.

– Öyle, ne yaparsın… Annem bir Çinli, babam bir Türk… İşine göre, ben de ya babamın, ya anamın oğlu olurum.

– Simdi kimin oğlusun?

– Anamın. Fakat bu gidişle pek yakında babamın oğlu da olabilirim.

– O da neden?..

– Duymadınız mı?.. Bozkurt oğullarından Gültekin Çin’e girmiş. Her gün bir Çinli öldürüyor.

Evinde Türk gön1 ve köle bulunduranların her sabah boğazlarından koparılmış olarak kapılarının önünde bulunduklarını duymadın mı?..

– Öyle, bu korkunç bir şey… Bir tanesini ben gördüm. Kapısının eşiği önünde katılmış kalmıştı.

Gırtlağı sanki testere ile boğazlanmış gibi parça parça olmuştu. Bütün bunları Gültekin dişleriyle yapmış diyorlar.

Salak başını salladı ve korku ile çevresine bakındı:

– Bu sözü bir ettin, bir daha etme!.. Gültekin öyle yiğit bir delikanlıdır ki, iyiliğini yakınları bile öve öve bitiremezler. O hiç adamın boğazını dişleriyle keser mi? Vurmak isterse demirle vurur.

Tongralar’la bir cenge tutuşmuş, ilk girişte sekiz kişiyi bir kılıçta on altı parçaya bölmüş.

– Atma, karşıda kuzu var!..

– Öldürmüş ya, onun bileğinin zorudur ki Türkleri böyle her kavgada üst çıkarıyor. Senin aklın yatıyor mu ki, Çinliler içinden bir yiğit çıkıp da, Gültekin’in kafasını kesip dört at yükü altın alabilecek?

– Neden çıkmasın?

Salak elinin ayasıyla Çinlinin kaplumbağa derisi gibi buruşmuş kuru ve sarı yüzünü karışladı.

Çinli onun bu karışlama işine pek kızmadı. Dalgın dalgın bir yere bakıyordu. Dirseğiyle Salak’ı dürttü:

– Bak!.. Bak!.. Şuraya bak!., dedi.

Salak, Çinlinin gösterdiği yere baktı. Avlunun kenarındaki kerevette bir genç yiğit dalgın dalgın düşünüyordu. Ayakları dibinde kocaman bir kurt kurulmuş yatıyor. Dışarıda avlunun penceresine bağladığı cins atının başı gözüküyordu.

Salak yüzünü buruşturdu:

– Bakacak ne var? Hiç adam görmedin mi?

– Öyle değil, köpeğine bak, köpeğine bak!.. Ne uzun kulaklı… Tuhaf değil mi? Kuyruğu da çok gülünç.

– Neresi gülünç?

– Kurda benziyor…

– Kurda mı benziyor? Su katılmadık kurt desene… Issısına el kaldırırsan hemen gırtlağına yapışır; koparır, atar. Böyle kurtları Han oğulları, payazalı baylar taşırlar.

– İçime ne geliyor biliyor musun, Salak?..

Salak omuzlarını silkti. Salak’ın içine hiç bir şey gelmiyordu. Dudağını yukarıya kaldırdı.

Yüzündeki kılıç yarığı, böylece daha korkunç oluyor, büyüyor; Salak’ı görenlerin, tüylerini ürpertecek bir şekil alıyor, kocaman kulaklarına kadar uzayıp gidiyordu.

Salak’ın omuzlarını silktiğini görünce Kocaer Çinli onun kulağına eğildi:

– Şeytan bana: “Sakın şu delikanlı Gültekin olmasın?” diyor, sen ne dersin?

Bu söz, Salak’ın aslında sarı olan yüzünü yemyeşil bir şekle soktu. Kocaerin çevresine de Hakan oğlunun bütün yiğitlerini topladı.

Salak, alnında biriken ter tanelerini elinin tersiyle sildi:

– Aman bir ettin bir daha etme!., dedi. Bu herif eğer Gültekin değilse ve bizim kendisini ona benzettiğimizi duyarsa, belki bir aksoyludur, canımıza okur. Yok eğer Gültekin’seee!..

Kocaer kızdı:

– Ey Gültekin’se? diye sordu.

– O zaman daha kötü, topumuzu da burada kurduna boğazlatır.

– Kim boğazlar? Kimi boğazlatıyor? Bu çocuk mu? Sen çıldırmışsın Salak! Biz Hint horozu değiliz; on sekiz tane güçlü, kuvvetli kavgacıyız.

Bu söz bütün Çinli yiğitlerin hoşuna gitti:

– Öyle ya, diye haykırdılar. On sekiz kavgacının bir kişiden korktuğu nerede görülmüştür?

Gürültüler uzakta dalgın, düşünen yabancıyı uyandırmıştı. O da onları süzüyordu.

Kocaer, kimseden korkusu olmadığını anlatmak istiyormuş gibi bağıra bağıra:

– Biz Gültekin’den filân korkmayız! diye haykırdı. Sekiz at yükü altın bu… Verilecek Çan-çu-e adı ve payzalar da caba.

Salak eliyle onun ağzını kapadı:

– Boşu boşuna bir gürültü çıkarmayalım. Buradaki işimizi eğer beceremezsek o zaman işimiz iştir. Eğer bir kavga çıkanrsa-nız, araba kaçıp gidecektir.

Sanki onun bu sözünü tamamlamak içinmiş gibi avluya bakan hanın pencerelerinde önce kırmızı bir burun, arkasından sarı, soluk bir yüz gözüktü. Bu, annesini öldürüp de Çin hakanı olmak isteyen Tang oğullarından Prens Cong-Tsung’du1.

Yiğitler, efendilerini görünce, tazı görmüş kedi yavruları gibi sindiler. Ateş başında toplandılar.

Anasına, babasına pay verip taş kesilen çocuklar gibi hiç kıpırdamadan durdular.

Cong-Tsung’un gözleri kerevetin üstünde uzanan gence takılır gibi oldu. Sonra Kocaer Çinliye baktı:

– Buraya gel! diye homurdandı.

Çinli fırladı. Pencerenin altına yaklaştı, saygı ile yerlere kadar eğildi. Hakan oğlu:

– Arabanın gelmesi yaklaştı. Gözünüzü açın! dedi.

1 Cong-Tsung: Cong Çünk veya Konk Çünk gibi okunur.

– Açıyoruz Noyan1.

– Gürültü etmeyin!..

– Etmiyoruz Noyan… -Defol!..

Kocaer Çinli başı yerde geriledi. Bütün arkadaşları da Çong-Tsung’un çekildiğini görünce:

– Gürültü etmeyelim, dedi. İki gözcü, kapıya!.. Araba gözükür gözükmez bağırsın!

İki cenkçi kapıyı tuttular.

Bütün bu olayları genç yabancı, donuk, fakat bir doğan bakışı kadar keskin gözleriyle süzüyordu.

Kocamış Çinli tekrar ona baktı. Salak’m kolunu sıkıp:

– Şeytan dürtüyor, dedi. Şu herif, öyleme geliyor ki, Gülte-kin’in ta kendisi…

– Anlaması kolay. Hele şu bacakları altında yatan boz kurda yüksek sesle bir söv de bak, gör kaç dakika yaşayacaksın?

Bu abuk sabuk sözler daha uzayacaktı, fakat gözcülerin sesi avluyu çınlattı:

– Geliyor.

Cong-Tsung’un yiğitleri palalarını sıyırdılar. Avludan dışarıya fırlamak için kapıya doğru koştular. Fakat orada…

Orada yabancı genç, kollarını kavuşturmuş bir Buda çakıtı gibi hiç kıpırdamadan duruyordu.

Kocaer Çinli:

– Bu da ne demek? diye homurdandı. Salak:

1 Noyan: Prens, bay demektir.

– Hapı yuttuk, dedi.

Bu arada ünlü Cong-Tsunq un san ve korkunç yüzü, pencereden yeniden gözükmüştü. Boquk bir sesle:

– Gebertin!.. Geçin!., diye buyruğunu bildirdi.

Onun zorlu yiğitleri de bu kapıya dikilen tüysüz genci gebertip geçmeyi çok öziüyorlardı Fakat belinden sarkan dört pamak enliğinde palası, gerilmiş olan kalın bacakları..

Kocaer Çinli:

– Çekil, çekil oradan, yoksa, seni kırgız seni!., diye haykırıyordu.

Arkadaşları da:

– Çekilsin!.. Vur1,. Kır!,. Gebertelim kırgızı!.. diye oldukları yerde tepinîuor, homurdarüyoıiaraı.

Fakat bu on sekiz kiçinir içinden bir kahraman çıkıp da bir adım ileri atıp kırqızı gebertmeye, vurmaya yanaşmıyordu. Salak palasını sıyırdı. İleri atılmak istedi.

– Bu kırgız burada kakılı kaldıkça araba kaçacak1 . diye haykırdı. Gırtlağım da kaşınıyor.

Kurtların nasıl gırtlak parçaladığını görmek istiyorum.

Yürüdü.

Babasının bir Türk olduğunu, her çağda Tanrının Türkleri kavgada koruyacağını düşünür, körükörüne palaların, çelik mızrakların arasına atılırdı.

Fakat şimdiye kadar hiç bir uğraşta Tanrı yardımına koşmamış, ya kafası patlamış, ya yüzü boydan boya yarılmış, yahut en nazik yerlerine mızraklar saplamışlardı.

Salak, bütün bu uğursuzlukları annesinin bir Çinli olmasında buluyordu. Yürüyecek, belki de bu genç kırgızın tepesinde palasının keskinliğini deneyecekti.

Fakat boz kurt doğruldu. Dişlerini göstererek hırladı. Kırgız da, sanki cüceleri kendisi yaratmış gibi yüksekten bakıyordu:

– Hiç biriniz yerinden kıpırdamasın, yoksa canına, bir tavuk kadar paha biçmez, tümünüzü de gebertirim!

Bu boş sözler Çinlileri güldürdü.-Hepsi de ipten, kazıktan, cellât satırından kurtulmuş kırgızlardı.

– Yaman delikanlı, diye gülüştüler.

Salak atıldı; fakat palalı kolunun havaya fırladığını, korkunç bir sarsıntı ile titrediğini duydu.

Ayaklarının yerden kesilip havada sallandığını görüyordu.

Bu tüysüz genç, koca Salak’ı belinden tuttuğu gibi ayaklarını yerden kesip havaya kaldırmıştı.

Yabancı genç, Salak’ı havada, bir köpek yavrusu gibi döndürdü, döndürdü, arkadaşlarının üzerin fırlattı. Bu arada boz kurt da fırlamış, ilk önüne gelen Çinlinin gırtlağına dişlerini geçirip yere yıkmıştı.

Avlunun kapısı önünde bu on sekiz kişi ile tek yabancı delikanlı birbirlerine girdiler. Salak’la arkadaşları, Çin’in bitip tükenmeyen şarlarının pek çoğunu gezmişler, nice boğatırları soymuşlar, nice gezgincilere kötek atmışlardı. Fakat karşılarında kendilerine bir adım attırmayan bu delikanlı kadar zorlusunu, uğraşın bütün inceliklerini bilenini hiç görmemişlerdi.

Kapının önünde durup gürültüyü görünce içeriye dalan gözcüler de koşmuşlardı. Arkadaşlarının bir delikanlı ile kavga ettiklerini görünce arkadan vurmak istediler. Fakat boz kurt, birbirine giren bacakların arasından fırladı. Gözcülerin üzerine atıldı. Ağzından kanlar damlayan zorlu ve kudurmuş boz kurdun üstlerine saldırışı Çinlilere soluğu dışarda aldırttı.

Bu arada atlı bir arabanın yıldırım gibi geçtiğini gördüler. O zaman ikisi birden bağırdılar:

– Araba kaçıyor…

Bu sözler, her nedense, yabancının kavga gücünü kesti. Kendisine çokça yaklaşmış olan Kocaer Çinliyi bir tekmede yere yıktı ve kahkahalarla güldü:

– İşin yarısı bitti. Biraz daha geri aslanlarım! Biraz daha ge-ri!..

Boz kurt da onların geri çekilmelerine yardım ediyor, uluyarak üstlerine atlıyordu.

Araba tekerleklerinin çıkardığı gıcırtılar, atların nal sesleri, arabacının kırbacı, her şey, her şey uzaklaşmak üzereydi.

Pencereden avluyu gözleyen Hakan oğlu Cong-Tsung her şeyi anlamıştı. Bu yabancı, arabanın yolunu keseceklerini anlayıp işlerini bozmak için buraya konulan bir boğatırdı. İşin başına on sekiz kişiye karşı bir kişi koyan adam, bu bir kişiye bu kadar güvenmese buraya kor, diker miydi?

Adamları teker teker yere serilecek, avlu kapısından çıkamayacaklardı.

Koştu, hanın arka kapısını açtı. Altın saplı kırbacını elinde sıkıyordu. Adamlarına:

– Buradan çıkın! Bırakın onu, bırakın! diye haykırdı.

Yiğitlerin de ön kapıdan çıkamayacaklarına akılları kesmişti. Biri yere cansız yıkılmış, dört tanesi, Salak da arada, ağırca yaralanmışlardı!

Cong-Tsung’un açtığı art kapıya doğru can attılar, ölümden kurtulmuşlardı.

O zaman yabancı, palasını kınına itti.

Ayakta biraz sendeliyordu. Kolundan, başından, omzundan kanlar sızıyordu. Fakat silkindi. Bir sıçrayışta avlunun duvarı üzerine fırladı. Oradan da dışarda bağlı duran atına atladı.

– Haydi Başko!.. diye bağırdı.

Bu sırada Cong-Tsung’un yiğitleri de arka kapıdan sokağa uğramışlardı.

Yola baktıkları zaman artık ufacık kalan bir araba ile ardından sanki uçuyormuş gibi giden yabancı atlı ile boz kurdu ancak görebildiler. Biraz sonra her ikisi de gözükmez oldu.

O zaman Kocaer Çinli yere tükürdü:

– Tuu, kaçırdık, yazıklar olsun, tuzağa düştük! Bu delikanlı bizim arabacıyı beklediğimizi biliyormuş, dedi.

Salak arkasını duvara dayadı. Yüzünü, kulaklarını, alnını eliyle okşadı:

– Vay canına, yaşıyormuşum, dedi. Gültekin ile karşılaşıp da sağ kalan Tanrının ilk sevgili kulları biziz…

Kocaer Çinli elini havada salladı. Onun kulağına eğildi:

– Gültekin mi?.. Çok aldanıyorsun, bu Gültekin değildir. Bu bizim burada arabanın yolunu keseceğimizi duyan Hakan Ha-tun’un sevgilisi Vu-Hen-Si-Ye-U’nun yiğitlerinden biridir. Ama ne zorlu yiğit; bizim başbuğ, artık kızı rüyasında görsün… Kuş uçtu. Bu gece kemikleri çatırdayacak.

Salak onun kulağına eğildi:

– Bu yolunu keseceğimiz arabada Hakan Hatun’un sevgilisi vardı ha? Ya Hakan Hatun duyarsa?

Çinli bir gözünü kapayıp burnunu büzdü. Böylelikle gülmüş oluyordu.

– Duyarsa Vu-Hen-Si-Ye-U’nun kafası kesilir. Genç Türk kızı da oğlu ve başbuğumuz olan Cong-Tsung’a kalır. Onun için Vu-Hen-Si-Ye-U en zorlu yiğidini buraya koydu, bu işi Hakan duymasın, diye.

– Duyacaktır ve sanırım ki, bunu da oğlundan duyacaktır.

Salak sözünü bitiremedi. Ensesine öyle müthiş bir yumruk indi ki, biçarenin gözüne dünya, kıvılcımlı kül içinde yuvarlanan bir yumru hamur gibi gözüktü. Dört adım önüne sekti.

Bütün yiğitler toplandılar, taş kesildiler. Cong-Tsung elinde kırbacıyla aralarına girmişti.

Kırbaç iki-üç kere havada sakladı. Yiğitlerden her biri kendi payına düşeni almış oldu.

Han oğlunun yüzü öyle karışmıştı ki; yiğitleri, sırtlarına inen kırbaç, tekme, tokat yağmuru altında saygı ile yerlere kadar eğilmekle beraber, ellerinde olmayarak başlarına geleceği düşündüler. Ve yüreklerine kadar titrediklerini duydular.

Cong-Tsung, yenilişinin acısını yiğitlerinin sırtından çıkarmakla beraber, elinden kaçırdığı kıza da yüreği yanıyordu.

Annesinin âşığı bulunan Vu-Hen-Si-Ye-U’nun Başbalık’tan1 bir Türk kızı getireceğini bilenler kızın yürek yakıcı gözlerini öve öve bitiremiyorlardı.

Anasının kendine zorla cicibaba yaptığı Si-Ye-U’dan öc almak, öc alırken güzel Türk kızını da beraber kaldırmak istemiş, bu handa arabanın yolunu kesmeyi kurmuştu.

Bu işi yapacağını kimseye söylemediği halde, işte Si-Ye-U duymuş, yoluna bir adam, yalnız bir tek adam koymakla bu işin önüne geçmişti.

Bunu düşününce yüreğinin içine kadar titredi.

Kendisine yağı bildiği anasının yavuklusu, bir adamıyle, sekiz adamına karşı koymuştu.

Ya aralarında kavga çıksa?

Bir sıra sarı kirli çakıl taşını andıran dişlerini gıcırdattı:

– Atımı getirin!., diye haykırdı.

Üzerine sıçradı. On sekiz yiğit ardında, sürdü, anasının sarayı olan Siganfo’ya geldi.

Sarayın kapısında kendisini her zamanki gibi yarım sırıtık yüzle karşılıyorlardı.

Eğer bir gün anasını altedip de Hakan olursa işte o zaman kendisini gösterecek, bu yarım ağız sırıtanlar yerleri öpecekler ağızlarını kulaklarına kadar yırtacaklardı.

Fakat anasının, Tang oğullarını yeryüzünden kaldırmaya uğraştığını, babasının bütün yakınlarını, kardeşlerini öldürttüğünü biliyordu.

1 Başbalık: Şar ismi.

Anasının düşüncesi Hakanlığı, ölen kocasının oğulları olan Tang’lardan almak, yavuklusu Vu-Hen-Si-Ye-U’ya vermekti.

Siganfo sarayının avlusundaki yiğitleri kendisini karşıladılar, atından indirdiler. Arkasından gelen, sayısı on beşe inen adamlarına döndü. Tok ve donuk bir sesle:

– Gidiniz, zindana kendinizi bağlatınız. İşkence ile sizi öldürsünler… Bir işe yaramayan heriflerin yeryüzünü çıplak ayaklarıyla kirletmelerini görmek istemem, dedi.

Ve yürüdü. Buyruk tamdı. Sarayın avlusunda verilen bu buyruk eğer handa verilmiş olsa kırgızlar belki tabanları yağlarlar, dağlara kaçarlardı. Şimdiki halde boyunlarını büküp cellâda gitmekten başka yapacak iş yoktu. Han oğlu verdiği buyruğu ağlamakla, sızlamakla yüreği yumuşayarak geri alan kişilerden değildi. Hem o, çoktan sarayın geniş saçaklı kapıları arasına karışmış, görünmez olmuştu. Boyunlarını büktüler, zindanlara doğru yürümeye başladılar.

Fakat yalnız Salak işi pişkinliğe vurmuş, sanki buyruk kendisi için verilmemiş gibi avludaki nöbetçilerin arasına karı-şıvermişti.

Devamı için lütfen kitabı satın alınız.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Cariyenin Kızı Mihrimah

Editor

Yükselen Bir Deniz; CUMHURİYET

Editor

O SARIŞIN KURT! – Attilâ İlhan

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası