Roman (Yerli)

Güneş Yiyen Çingene

Güneş Yiyen Çingene, Türk öykü sanatına zengin düşgücü, dinamik ve şaşırtıcı üslubuyla yepyeni bir renk katan Buket Uzuner’in dokuz öyküsünden oluşuyor.

‘Genç, modern ve kentli’ diye tanımlanan anlatımıyla Buket Uzuner, bu kitabında ‘gülmek ve düşlemek’ eylemlerini ciddiye almamızı öneriyor. Güneş Yiyen Çingene, “Erişilmeyecek hiçbir şey yoktur, çünkü aslında her şey insanın kafasındadır. Güneş bile erişilmez değil artık!” diyor.
Ve her zamanki gibi bütün bunları özgün kara mizah ve güleryüzlü ciddiyet renkleriyle anlatıyor Buket Uzuner.

MOR ve ÖTESİ

Karl’a…

“Hiç kullanılmamış bir zamanın gözkapaklarını
açıyorum…”
Nilgün Marmara

“Tıpkı babaannemle annemin bir karışımısın sen!”
(Eh, herhalde hiçbir kadının kocasından duymak istemeyeceği sözün daha kötüsü bu olmalı! Annesine benzemekten daha kötüsü… Neyse ki, kocam değil!)

Polis kapıyı kıracak, açmam için bağırıyor. Korkuyorum. Erkekler korkmaz diyorlar ama babaannem, “Erkekler de bal gibi korkar oğlum, ancak akıllılar korkmaz,” diyor. Bal gibi korkuyorum. Polis kapıyı yumrukluyor, içerde olduğumu bildiğini, açmazsam kapıyı kıracağını bar bar bağırıyor.

Babaannem, kendisinden başka hiç kimseye kapıyı açmamamı tembihledi; sıkı sıkı. Taş kesilmiş, yatağımın içinde oturup bekliyorum, istesem de hareket edemem artık!
“Annemin de gözleri farklı renklidir. Biri koyu kahverengi, öbürü yeşil. Saçları da tıpkı seninki gibi, siyah. Sanki elimle koymuş gibi gelip seni buldum yani… Ben saçlarımın bal rengini babaannemden, gözlerimin mavisini babamdan almışım.”

(Bu karışıklıkta bir çocuğumuz olursa, kedimiz Duman gibi rengârenk doğar herhalde…)

Fransa’yı da işgal edecekler, yakında buraya da gelecekler… Kimse durduramıyor onları! Kahverengi ceketleri, gamalı haçları ve sert ses tonlarıyla gelecekler. O zaman beni, annemi ve babamı öldürecekler. Belki babama dokunmazlar, o çingene değil. Ama annemin kızı olduğum için ben de yarı çingeneyim ve… Halbuki biz Yahudi değiliz, inançlı Katolikleriz biz; Tanrı’nın oğlu kutsal İsa’ya inanır, ermiş Meryem’e dua ederiz. Yine de Yahudiler gibi esmeriz nedense… Almanlar sarışınları seviyorlarmış, acaba annemle saçlarımızı sarıya boyasak, esmer olduğumuz için bizi affederler mi? Ah bu Almanlar, Almanlar! Almanları sevmiyorum, hiçbir zaman da sevmeyeceğim, asla!

“Fransız annem, Alman babama rastladığında on altı yaşındaymış, babam on beş. Ertesi yıl ben doğmuşum.”
(Az daha, belki de az sonra dünyanın en genç kaynanası benimki mi olacak?)

“Annem hiç Almanca bilmiyormuş, babam da Fransızca. Hoş, zaten o sırada babamın ağzı burnu sargılar içindeymiş, konuşamıyormuş ya! Annemin hastabakıcılık yaptığı klinik bozması harabe, daha çok direnişçi Fransızların gizlice tedavi edildiği bir yermiş ama, görünüşü kurtarmak için bazı yaralı Almanları da alıyorlarmış. Babam da oraya düşmüş işte… Şimdi ikisi de birbirlerinin dilini çok iyi konuşurlar.”

(Bizim kedi Duman gibi rengârenk çocuğumuz, Fransızca, Almanca, Türkçe, bir de bizim anlaştığımız İngilizceyi sökmek zorunda kalacak demek ki!)

Biliyorum bana âşık değilsin, hiç de olmayacaksın… Dur, sözümü kesme! Biliyorum yalnızca çok iyi dostuz biz, ama aşktan bahsediyorum ben; yani yüreğimdeki ateşten… Bir de şu karnındaki bebeği babasız doğurmanı istemiyorum. İkimiz de biliyoruz ki, o yakışıklı serserin geri dönmeyecek. Madem iki arkadaşız, birbirimize yardımcı olmalıyız. Evlen benimle, bebeğe baba olayım, benim de bir ailem olsun. Yo, yoo, yalnızca aynı evde yaşayacağız, her şey eskisi gibi kalacak, söz veriyorum! Sonra, ne kadar güçlü olursan ol, babasız çocuk doğurmanın zorlukları…

“Babaannem 1930’larda Almanya’da, senin 80’lerde Türkiye’de olduğun kadar güçlü bir kadınmış!”
(Acaba ben babasız bir çocuk doğurmaya cesaret edebilir miyim?)

“Sonra babaannem o güzel insanla evlenmiş ve babam doğmuş. Tabii herkes onları çok sevişen bir çift sanıyor… Bir kez bile sevişmemişler, babaannem benim üstüme yemin etti. Babama gelince, özbeöz babasını herhalde bu kadar çok sevemezdi. Çocukluğum, bu hiç tanımadığım üvey dedemin ne dehşetengiz bir sevgi ustası olduğunu dinlemekle geçti.”
(Zaten kan bağı dediğin nedir ki, ‘kan yoğun bir sıvıdır yalnızca’.)

Hitler’in bir ruh hastası olduğunu göremeyen milyonlarca insanla aynı pasaportu taşıyorum! Deli, tehlikeli bir deli o! Kötü, çok kötü şeyler olacak… Daha kötüsü artık olmaz dedikten sonra kötü şeyler yani… Nemize gerek Polonya, Fransa, Macaristan, İsveç, Norveç, şimdi de Rusya? Alman olmaktan utanabileceğimi hiç düşünmemiştim; hep gurur duyardım bununla oysa…

Birisi çıkıp durdurmalı bu deliyi, birisi yok etmeli bu manyağı! Neden pek çoğumuz sessiz kaldı bu adamın yükselişine? Yalnızca korku mu? Hepimiz bu sessizlikle desteklemedik mi onu ve faşizmi? İlgisizlik, sessizliğin erkek kardeşi; lânet olsun sana, lânet olsun ki, kimse ilgisiz ve sessiz kalmasın dünyada bundan böyle! Ama hayır, ben direneceğim; en yakın dostum, çocuğuma babalık eden o güzel insan, gamalı haçın çarpık kollarında donarak öldü, ama oğlumu kaybetmeye direneceğim… Oğlumu asla askere alamayacaklar, asla…

“Babam on beş yaşından beş gün aldığında kapıya Naziler dayanmışlar. Babaannem ‘bu ideolojiye oğul vermem’ dedikçe, arkadaşları yalvarmışlar, ‘Naziler kurşuna dizeceğine, bırak savaşa gitsin, hiç değilse kurtulma şansı var.’ Bir insanın ancak savaşta kurtulma şansı olması ne korkunç değil mi? Böylece babam savaşın son günlerine doğru Nazi üniformasıyla asker olmuş, aklın alabiliyor mu?”
(Yani ben, eski bir Nazi’nin oğlunu mu seviyorum şimdi?)

Herkes o çirkin bayrakları, göbeğindeki çirkin siyah lekeye karşın gururla pencerelerine asıp, kanları yeni yıkanmış üniformalarıyla geçit resmi yapan Nazi askerlerini seyrederken, otuz sekiz yaşındaki ben, Ingrid, oğlu Nazi üniformasıyla savaşa, eline eli değmemiş kocası aynı üniforma içinde cehennemin dibine gönderilmişken, balkonuma o bayrağı asmadığım için belki de birazdan kurşuna dizileceğim. Bayrağınız acı, mutsuzluk ve kusmuk kokuyor sizin be! Bayrak asmamı mı istiyorsunuz, peki ulan, asacağım bayrağınızı, alın işte bayrak size!

“Biliyor musun babaannem balkonuna ne asmış o koskoca Nazi geçit töreninde? Hah hah hah… İmkânsız, tahmin edemezsin; ne mi asmış, hah ha ha: Donunu! Evet, donunu asmış! Ne kadın değil mi? Hemen yakalamışlar tabii. Bizimkinde korkudan eser yok, zaten oğlundan da ümidi kesmiş, pislik içinde yaşamaktansa diyormuş… Ama savaşın sonlarıymış, dökülme döneminin paniğiyle Ingrid’i biraz hırpalamış, ‘anarşist’ diye işlemişler… Daha sonra bu damga başına epeyce iş açtı ya… Ne yaman kadın değil mi? Ne cesaret, ne hayâl gücü, ne kara mizah ama, hımmm? Sen de yapardın aynı şeyleri vallahi, hiç kuşkum yok, hah hah ha! Babaannemden izler buldukça iyice tutuluyorum sana ey Akdenizli kadın!”

(Ah evet, harika bir babaannen var, ben de onu seviyorum ama, ona benzemek istemiyorum. Çünkü her akıllı kadın ne olursa olsun, ille de kendi olmak ister! Kendi annesine sırılsıklam hayran bir kız bile, eğer akıllı bir kadın olabilirse, tıpatıp annesine benzetilmekten hiç hazzetmez. Kadınlar olabildiklerince güzeldirler! Ama bunu sana söyleyemiyorum, sen babaannenle sevişemeyeceğin için benimlesin belki de…)

Bu sarsıntı da ne? Gene mi hava saldırısı var? Sirenler, düdükler… Büyük gürültü yaparlarsa annemle babamı uyandıracaklar ama. Zaten son zamanlarda hiç uyumuyorlar. Annem sürekli ağlıyor, babam onu avutuyor. Bana belli etmiyorlar ama, artık on dört yaşındayım ve her şeyi anlıyorum. Annem çingene olduğu için onu öldürmek istiyorlar. Babamsa hem çingeneyle evli, hem de resistance’ı destekliyor. Ben yarı çingene, yarı âri! Ben Katolik bir Fransızım. Ne olmuş yani, çingeneler insan değil mi? Annemin güzelliğine hayran olmayan erkek var mı sanki? Oh Mon Dieu, lütfen bizi koru! Annemi, babamı, köpeğim Sympa’yı koru! Nazileri yok et, hayır hayır, bütün Almanları yok et! Hepsi kötü onların! İyi ama neden bu sirenler böyle uzadı bu gece. Sussanıza pis sirenler, annemle babam uyuyorlar. Sympa da ne çok havlıyor böyle, gidip susturayım şunu… Annemler uyanacak… Sus Sympa, sus kızım…

“Annem bahçeye çıkar çıkmaz evlerine düşen bomba, evi de, anneannemi ve dedemi de yok etmiş. Ne dram değil mi? Küçücük bir kız, savaşın ortasında yapayalnız kalıyor…

Annesiyle babası kollarında saatlerce can çekişerek ölüyorlar… Ama çok güçlü bir kadındır annem ah, güçlü kadınlara bayılıyorum! İşte o gün kendine söz veriyor ve hastalara, yaralılara yardımcı olmayı kafasına koyuyor. Sınırdaki küçük klinikte çalışmaya başladığında on beşindeymiş, ertesi yıl babam yaralı olarak oraya getirildiğinde, Almanlardan nefret eden annem, anestezisiz bacağı kesilen babamın yaşaması için dualar edip, kendini parçalamış. Babama yaşam direncini annem kazandırmıştır, anneme, insanlara değil, ideolojilere karşı olmasını öğreten de babamdır. Onlar hâlâ birbirlerine âşıktırlar ve ben gerçek bir aşk çocuğuyum… Ne keyifli bir ayrıcalık değil mi?”

(Acaba küçük Catherine’in çingene annesi ve bu çingeneye âşık babası, aylardır bir lokma uyuyamazken, sirenlerin hiç susmadığı o gece nasıl mışıl mışıl uyuyabiliyorlardı? Belki de huzurlu bir sonsuzluğa doğru başbaşa bir yolculuğa çıkmak üzere hünerli çingene ellerinin hazırladığı uyuşturucu bitki özlerini çiğneyerek ya da bir avuç uyku ilâcını… Ne kızları Catherine ne de şimdi karşımda oturan hiç tanışmadıkları torunları Klaus, böyle bir olasılığı hiç düşündüler mi acaba? Bilmiyorum… Bunu ona söylemeye de kıyamıyorum… Öyle saf, öyle inançlı ki, hikâyesini bozmaya niyetlenmiyorum bile…)

“Gel bak Adalar göründü! Hüreyyyy! Prens Adaları bunlar. Yeni yıla bu adalarda gireceğimiz için çok mutluyum Yasemin. Hem bu kez İstanbul’un değişik bir parçasını keşfedeceğim, hem de, gelsene şöyle yanıma, hem de yeni yıla seninle başbaşa bir adada girme fikri çok erotik çağrışımlar uyandırıyor bende… Ne saçma değil mi? Yani, denizle çepeçevre sarılmış, toprakla ilintisi kopuk bir kara parçası, cinsel duyarlılığımı artırıyor benim… Beni dinliyor musun sevgilim? Bak şu ilk ada Kınalı Ada olmalı, doğru mu? Dur haritama bakayım bir… Ne düşünüyorum biliyor musun canım, ne kadar Almamın ben, tartışılır bu ama, çok aptal buluyorum bu ulusu ya da ulusumu diyeyim ki. ne cesur olduğumu anla, hımmm. heh he! Yani, güneye geleceğiz diye bütün yıl programlar yaparlar, sonra da bütün zamanlarını güneş altında bir hippopotamus gibi yatarak boşa geçirirler. Müzeleri, camileri de paket programı bozmaya cesaret edemeyen Protestan ahlâkları yüzünden geziyorlar ha… Sen beni dinlemiyorsun Yasemin? Çok mu konuştum yine?”

(Seni dinleyemiyorum. Aklım, Alman babaannen Ingrid’le, onun yarı çingene Fransız gelini Catherine’de. Böylesi güçlü iki kadının yetiştirdiği, senin gibi güzel bir erkeği seven ben, galiba biraz da o kadınların büyüsüyle sana tutuldum… Biraz mı?)

“Fassbinder’i seviyorsun ama. onun film çekerken nasıl bir diktatör olduğunu görseydin belki de soğurdun ondan… Geriye insanın yalnızca yarattıkları kalıyor diyeceksen eğer, ben de sana soracağım; bir sanatçının yaşamını ve kişiliğini nereye kadar eserlerinden soyutlayabilirsin diye? Fassbinder’le bir kez aynı sette çalıştım ve her şey bitti.”

(Klaus’un bana anlatacağı pek çok ilginç deneyimi var. Set işçiliğinden kameramanlığa, kamyon şoförlüğünden pilotluğa dek yapmadığı iş, dört kıtada görmediği ülke, âşık ol-madığı birbirinden cesur ve güçlü kadın kalmamış. Fakat beni daha çok o iki kadın ilgilendiriyor: Ingrid ve Catherine!)

Oğlumu tahta bacakla karşımda görünce, az daha bayılacaktım. On altı yaşında küçücük bir çocuk! Tek bacağı yok! Kocaman bir erkek, tek bacakla yaşama meydan okuyor! Nasıl oluyor da umutları, hayâlleri ve yaşama sevinci böyle taptaze yeşil kalabilmiş? Yanıt; Catherine! Ah benim güzeller güzeli gelinim, küçük kızım, sana en değerli şeyimi, oğlumu borçluyum ben! Onu ilk kez ben, ikinci kez sen doğurdun… Yürekten ve beyinden doğum, uterustan doğum yapmaktan daha zordur; çünkü bu sonuncusunun kocaman bir ağzı var!

“Babaannemle annem arasındaki dostluk, dillere destan olmuştur hep. Anne-kız olsalardı, böylesi yaşanamazdı. Bir-birlerine kendi dillerini öğrettiler, birbirlerine ’anne’ ve ‘kızım’ diye hitap ettiler ve evin içinde Amour’la, Liebe’yi kardeş kıldılar. Babaannemin, annemin çingeneliğiyle gurur duyuşunda hep Nazi ideolojisine en somut başkaldırının kokularını duydum ben… Kötü mü? Niye olsun… Derken ben doğmuşum; tam anlamıyla yokluğun, yoksulluğun ve işsizliğin içine!”

(Sakat bir oğul, yarı çingene yabancı bir gelin ve bir de bebek torun! Acaba Ingrid, kırk yaşında hâlâ genç bir kadınken, savaş sonrası Almanya’nın utanç duyduğu yıkıntıları arasında bütün bunları nasıl yaşatıyordu kendi içinde?)

“Babaannemin sevgilileri oluyormuş tabii. Güzel bir kadındı. Beni elimden tutup gezdirmeye çıkarttığında, sokakta erkeklerin babaanneme baktığını görürdüm. Uzun boyluydu. fabrikalarda çalışa çalışa kolları çok güçlenmişti, iri kıyım erkeklerin açamadığı kapıları açar, yükleri taşır, bilek güreşinde patır patır yenerdi onları. Çok gururlanırdım onunla. Sevgililerini eve getirmezdi. Biraz büyüdüğümde, sevgilisi olduğunu sezdiğim erkeklerle bira içmeye giderken bazen beni de götürürdü yanında.

“Eli eline değmeden ölen kocasından sonra, bir daha hiç evlenmedi.”

Bak kızım, böyle ağlamakla hiçbir sorunu çözemezsin! Anneni düşün, beni düşün; ikimiz de yenilgiyi kabul etmedik. Şimdi sıra sende! Madem kocan takma bacağına alışamıyor, madem onu takmayı unutup sokağa fırlıyor ve yolun ortasında eksik bacağını fark edip, günlerce sürecek bir bunalıma sürükleniyor, senin güçlü olman gerekir! Oğlumu tanırım; güçlü kuvvetli bir çocuktu, çalışmayı severdi. Şimdi yarım bir adam ve buna alışamıyor. Bütün bunalımı bu! Seni ve küçük Klaus’u çok seviyor, inan bana güzel kızım. Burada iş bulmak olanaksız, al kocanı, kalkın gidin Münich’e…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Issız Erkekler Korosu

Editor

Ekinler Yeşerdikçe

Editor

Mutluluk – Zülfü Livaneli

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası