Roman (Yabancı)

Güneşi Uyandıralım

Birinci Bölüm
MAURICE VE BEN
Değişim 

Birden gözlerim karanlıkta değildi artık. On bir yaşındaki yüreğim korkudan göğsümde hopladı. “Sırtınızdaki kuzunuzla ey küçük Isa, beni koruyun!” Işık büyüyordu. Biraz daha. Biraz daha. Büyüdükçe de, benim korkum büyüyordu; bağırmak istesem başaramazdım. Herkes sakin sakin uyuyordu. Bütün kapalı odalar sessizlik doluydu. Sırtımı duvara verip yatağımın içinde oturdum. Gözlerim öylesine zorlu bakıyordu ki, yuvalarından uğrayacaklardı neredeyse. Yakarmak, bütün koruyucu azizlerimin adlarını anmak isterdim, ama Lourdes
Meryem’inin adı bile çıkmıyordu ağzımdan. Şeytan olmalıydı bu. Herkesin sık sık sözünü edip beni korkuttuğu şeytan. Ama o olsaydı, ışık, lambanın renginde olmazdı, kan ve ateş rengi olurdu ve herhalde bir kükürt kokusu duyulurdu. Sevgili Fayolle’um peder Feliciano’yu bile yardımıma çağıramıyordum. Bu saatte Fayolle üçüncü uykusunda olmalıydı, mutlu biri gibi Maristler lisesinde horlamaktaydı herhalde, incecik ve tatlı bir ses kendini duyurdu: “Korkma, çocuğum. Sana yardım etmeye geldim.” Yüreğimin atışı şimdi duvarda
yansıyordu, sesim, genç bir horozun ilk ötüşü gibi güçsüz ve titrek, çıkmayı başardı: “Kimsin? Öbür dünyadan gelme bir ruh mu?”
“Hayır koca salak.”
Ve hoşgörülü bir kahkaha odayı çınlattı.
“Biraz daha aydınlatacağım burasını, ama kaygılanma, kötü bir şey olamaz.”
Kararsız bir “evet,” dedim, ama gözlerimi kapadım.
“İşte böyle, oyun değil bu dostum. Gözlerini yeniden açabilirsin.”
Bir gözümü araladım, sonra öbürünü. Odada öyle güzel bir ışık vardı ki ölmüş olduğumu ve cennette bulunduğumu düşündüm. Ama bu olanaksızdı. Evde herkes cennetin bana göre bir yer olmadığını söylüyordu. Benim gibiler yanıp kavrulmak üzere dosdoğru cehennemin kazanlarını boylardı.
“Bana bak. Çirkinim, ama gözlerimden bana güvenebileceğini okuyacaksın.”
“Neredesin?”
“Burada, yatağın ayak ucunda.”
Yatağın kıyısına yaklaştım ve bakmak için tüm cesaretimi topladım. Gördüğüm şey içimi yılgıyla doldurdu. Öylesine ürkmüştüm ki, fermuar gibi bir ürperti tepeden tırnağa dolaştı her yerimi. Titreyerek ilk durumuma döndüm.
“Hayır, yavrum. Çok çirkinim, biliyorum. Ama bu kadar korkarsan sana yardım
etmeden giderim.”
Sesi yalvarır olmuştu, kendimi tutmaya karar verdim. Ama isteksizce süründüm ondan yana.
“Bu kadar korku neden?”
“Ama sen bir kurbağasın!”
“Evet. Ne olmuş?”
“Başka bir şey olamaz mısın?”
“Bir yılan mı? Bir timsah mı?”
“Onları yeğlerim, çünkü yılanlar güzeldir, kaygandır. Timsahlar da
yüzdüklerinde çok hoşturlar.”
“Beni bağışla, ama ben yoksul bir cururu kurbağasıyım, senin dostunum. Peki, hoşuna gitmiyorsa giderim. Yine de tekrarlıyorum: Yazık olacak!”
Kocaman benekli kurbağa o kadar üzgün ve duyguluydu ki neredeyse ağlayacaktı. Bu beni yumuşattı, çünkü öylesine duyarlıydım ki birinin ağladığını ya da acı çektiğini gördüm mü benim de gözlerim yaşlarla doluyordu.
“Kabul. Ama bırak da bir soluk alayım, sonra düzelirim, sana alışmaya başlıyorum.”
Gerçekten de durum değişmeye başlıyordu. Belki de gözlerinin tatlı parıltısından ve korkunç gövdesinin hareketsizliğinden ötürüydü bu. Bir dostluk cümlesi edecek oldum. Kekeleyerek çıktı ağzımdan. Bir şey beni onunla sizli bizli konuşmaya itiyordu. “Adınız nedir?” Gülümsedi. Sizli bizli konuşmamın onu şaşırttığı açıktı. Ama konuşan bir kurbağaya her gün rastlanmaz. Bu bende saygı uyandırıyordu. Başını kaşıdı ve karşılık verdi: “Adam.” “Adam ne?”
“Yalnızca Adam. Soyadım yok.” Duyarlılığım yine kendini gösterdi. Neden bir kurbağa için heyecanlanacaktım?
“Soyadımı taşımak istemez misiniz? Bu hiç canımı sıkmaz. Bakın ne kadar güzel: Adam de Vasconcelos.”
“Sağol dostum. Şu ya da bu biçimde sana öylesine yakın oturacağım ki, dolaylı olarak soyadından yararlanacağım.”
Doğru işitmiş miydim söylediğini? Benimle oturmak ha? Tanrım, ey Mangabas Meryem’i! Analığım onu odamda görse, Ponta Negra plajına dek çın çın ötecek bir çığlık atardı. Sonra da süpürgesiyle İsaura’yı çağırır, onu merdivenlerden aşağı yuvarlardı. Bu da yetmiyormuş gibi, Isaura, Adam’ı küçük ayaklarından
yakalamak ve Petropolis gezisinin tepesinden aşağı fırlatmak zorunda kalırdı.
“Ne düşündüğünü kestiriyorum. Ama tehlike yok.”
“Daha iyi!”
Rahatlamış olarak bir soluk aldım.
“Ya ben sana ne diyeceğim? Zeze mi?”
“Rica ederim. Zeze yok artık. Geçmişteki budala çocuktu o. Bir sokak çocuğu adıydı.. Şimdi çok
değiştim. Terbiyeli, kibar bir çocuğum ben…”
“Ve hüzünlü. Özellikle hüzünlü. Belki de yeryüzünün en hüzünlü çocuklarından biri, değil mi?”
“Biliyorum.”
“Yeniden Zeze olmak ister miydin?”
“Hayatta hiçbir şeyi geri gelmez. Bir bakıma, isterdim. Bir bakıma da, hayır. O sürekli dayak yeme ve aç kalma hikâyesi…”
Hep peşimden gelmek isteyen o eski acıyı anımsıyordum. Yeniden Zeze olmak, bir şekerportakalı fidanı edinmek, Portuga’yı yine yitirmek mi?
“İtiraf et gerçeği. O sıralar, uzun süreden beri duymadığın bir şeyin vardı.
Minimini ve çok iyi bir şey: Sevgi.”
Cesaretim kırılmış olarak başımla onayladım.
“Her şey yitirilmiş sayılmaz. Hâlâ birtakım şeylere olan sevgin duruyor, yoksa benimle böyle gevezelik edemezdin.”
Bir an sustu ve çok ciddi bir yüzle ekledi:
“Dinle Zeze, bunun için buradayım. Sana yardım etmeye geldim. Hayatta her eye karşı kendini savunmana yardım etmeye. Artık hem çok yalnız bir çocuk olduğun… hem de piyano çalmak zorunda kaldığın için acı çekmeyeceksin.”
Adam, piyano çaldığımı nereden keşfetmişti. Ve bunun hayatımın en büyük işkencelerinden biri olduğunu nasıl anlamıştı?
“Her şeyi biliyorum, Zeze. Bunun için geldim. Yüreğinde yaşayacak ve seni koruyacağım. Bana inanmıyor musun?”
“Evet, inanıyorum. Hayatımda bir kere benimle yeryüzünün en güzel şarkılarını söyleyen bir kuşum oldu yüreğimde.”
“Şimdi nerede?”
“Uçtu. Gitti.”
“Bu da beni saklayacak boş bir yerin olduğu anlamına geliyor.”
Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Düş mü gördüğümü, yoksa bir mucize mi yaşadığımı.söyleyemezdim. Çok zayıftım ve kuyu çıkrığı gibi eğri kaburgalarımla içeri göçük bir göğüs kafesim vardı. Kocaman bir kurbağa orada nasıl barınabilecek? Bir kere daha düşüncelerimi keşfetti:
“Yüreğine sığmak için iyice ufalacağım, bir şey duymayacaksın.”
Duraksadığımı görünce yine açıklamada bulundu:
“Dinle, Zeze, beni içine kabul edersen her şey daha kolay olacak. Sana yeni bir hayatı, kötü olan her şeye karşı kendini savunmayı öğretmek ve seni hep kovalayan şu hüzün perdesini yavaş yavaş silip süpürmek istiyorum. Tek başına da olsan, artık eskisi kadar acı çekmediğini göreceksin.”
“Gerçekten gerekli mi bu?”
“Hayatta çok yalnız bir adam olmaman için gerekli. Yüreğinde yaşamaya başladığımda, yeni bir ufuk açılacak. Bir değişim olduğunu göreceksin.”
“Değişim nedir?”
“Değişiklik. Biçim değiştirme.”
“Anlıyorum.”
Gerçek şu ki, artık hiç korkmadığımı, kurbağadan hiç mi hiç ürkmediğimi
anlıyordum. Neredeyse iki yüz yıldan beri dostmuşuz gibi bir duygu içindeydim.
“Ya kabul edersem?”
“Kabul edeceksin.”
“Ne yapmam gerekiyor?”
“Senin mi? Hiç. Her şeyi ben yapacağım. Sen yalnızca yüreğine girmeme fırsat
vermek için çok yürekli ve iradeli olmak zorundasın.”
Bir elektrik akımı ayaklarımı gıdıklamış gibi, her yanım ürperiyordu.
“Ağzımdan mı gireceksin?”
“Hayır, budala. Ayrıca ağzından sığamam da.”
“Öyleyse nasıl olacak?”
“Gözlerini kapatacaksın, ben göğsüne yatacağım ve içine gireceğim yavaş
yavaş.”
“Canım acımayacak mı?”
“Hiç acımayacak. Gözlerine büyük bir uyku indireceğim.”
Korkumla savaşıyordum. Tenimde vıcık vıcık karnının buz gibi soğuğunu duyar
gibiydim. Adam düşüncelerimi okumaya devam etti.
“Bana elini ver.”
Soğuk terler dökerek dediğini yaptım.
“Benim elimin de yumuşacık olduğunu göreceksin.”
Bir mucize oluyordu. Kurbağanın eli büyümüştü, benim elimin boyutlarındaydı,
dostça ve sevecen bir sıcaklığı vardı.
“Gördün mü?”
Parmaklarımla avucunu yokladım. Şaşkınlık içindeydim:
“Siz de piyano çalıyor musunuz?”
Neşelenmiş gibi güldü:
“Neden sordun?”
“Çünkü avucunuzda tek nasır yok. Ben de öyleyim, ağaçlara tırmanamam,
parmaklarımda sıyrık olmamalı; eklemlerimi bile çatırdatamam. Bütün bunlar,
piyano çalışmalarımı aksatmamak için yasaklanmıştır.”
Umutsuzlukla içimi çektim.
“Görüyorsun ya, bana gereksinim duyuyorsun.”
“Ya bir gün piyanoyu bırakırsam?”
“Müzikten bu kadar mı nefret ediyorsun?”
“Sevmediğimden değil. Benim sevmediğim, günlerimi şu klavyenin üzerinde
geçirmek. Sonsuz bir alıştırmalar, bitmek bilmeyen bir gamlar dizisi üzerinde.”
Tam o sırada bir şey hatırladım:
“Biliyor musunuz bay Adam, kromatik gamı severim ben.”
“Biliyorum bay Zeze.”
Şimdi, sizli bizli konuşamayacak kadar yakınlaştığımızı keşfediyordum. Aynı
anda gülmeye koyulduk.
“Piyano çalmaktan vazgeçmeme yardım edecek misin,?”
“Hayır, Zeze. Sana bu konuda söz veremem. Belki çok acı çekmemen için bir

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kırk Yılda Bir Gibisin

Editor

Ardında Bıraktığın Kadın

Editor

Elit

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası