Ölüm ve doğum…
Geçmiş ve Gelecek…
Tıplı kar taneleri ve baharlar gibi…
Hayatımızı oluşturan değişik renkler…
Bitmedi bir de ofiste yaşananlar var.
Dedim ya süperstar gibiyim, diye.
Dün sabah ofise geldiğimde ne göreyim… Masam çiçekler içinde…
Ve bir not
“Tanrının verdiği en güzel hediye. Tadını çıkar.”
Ve altında tüm çalışanların imzaları…
Kutlamalar. İyi dilekler… Çok çok hoştu.
İşte sayende yaşananlar, sevgili bebiş.
İstersen artık birbirimize iyi geceler, yedi cüceler diyelim ve uyuyalım.
Ne dersin?
13 Ağustos, Pazar
Müjdeler olsun!
Bir kızımız oldu…
Bekleye bekleye bir hal olduğumuz kızımız nihayet dünyaya geldi.
Yani,
Şu bizim süslü Sırma saatlerce hepimizi perişan ettikten sonra bebişini doğurabildi de bizler de bir rahat nefes alabildik.
Yaa sevgili defterim, işte böyle…
Öyle heyecanlıyım ki anlatamam.
Şu anda saat sabahın 6:15 i ve ben Alladın Dubai’sinde, bana yabancı bîr evin konuk odasında oturmuş, zırıl zırıl ağlıyor, bir yandan da bu satırları yazıyorum.
Şu yazdıklarıma baktım da, öyle karmakarışık yazmışım ki, bu satırlara göz atan biri, deli saçması, der çıkar. Onun için önce gidip bir güzel yüzümü yıkayayım, sonra da aylardır beklenen bu önemli haberi oturup adam gibi, sırasıyla yazayım. Ne de olsa ailemiz için tarihi bir olay bu.
Evet… Bundan sadece ve sadece üç gün önce yurdumun İstanbul kentinde mutlu bir vazıyette yaşayıp giderken…
Akşam vakti bir telefon… (bilirsin, gece gelen telefonları hiç sevmem)
Arayan, annem…
“Serra, hiç beklenmedik bir şey oldu.”
O saatte aradığına göre, olmasaydı şaşardım zaten.
Ve benim bir şey söylememe fırsat bırakmadan hızlı hızlı konuşmasını sürdürdü.
“Defne Dubai’den dönüyor.”
“Ama anne, teyzem doğum için gitmişti. Doğuma ne kaldı
“Biliyorum, biliyorum canım, ama sorun Murat.”
“Enişteme bir şey mi oldu yoksa?”
“Geçen sabah yürüyüş yaparken birden fenalaşmış. Allahtan civarda birileri varmış da, onu alıp en yakın hastaneye götürmüşler. Şu anda hastanedeymiş.”
“Peki, neden fenalaşmış? Ciddi bir şey mi yoksa?”
“Kalp krizinden şüpheleniyorlar ama doğru tanı için bir dizi tetkikin sona ermesini bekliyorlarmış.”
“Hay Allah… Murat Enişte’ye hiç yakışmadı bu.”
Annemin içini çektiğini duydum.
“Böyle şeyler belli olmuyor. Şükürler olsun ki, hemen müdahale edilmiş, ya orada kimseler olmasaydı…”
Ve sessizlik…
ikimiz de bu beklenmedik olayı sindirmeye çalışıyorduk.
Annem devam etti.
“Bu durumda sana görev düşüyor.”
“Nasıl yani…”
“Şöyle ki, Murat rahatsızlanınca, Deme’nin derha! dönmesi gerekti. Öte yandan, Sırma’nın doğumu da an meselesi. Ben gideyim, dedim ama Sırma seni istiyormuş. Madem annemin gitmesi gerek, bari Serra olsun yanımda, diyormuş.”
“Ah canım süslüm benim.”
“Gördüğün gibi sana yol göründü. Özgür de yurtdışndaydı, değil mi?”
“Sorun değil, ona bildiririm. Şimdi önemli olan en acele tarafından bir bilet ayarlayabilmem.”
“Haydi öyleyse, telefonu kapatayım da sen de işe koyul.”
Başladım sağı solu aramaya… ve türlü eziyetlerine karşın turizmci olmanın nimetlerinden yararlanarak bilet işini hallettim Sonra Özgür’ü aradım, telefonu cevap vermiyordu. Ben de bir mesajla durumu ona bildirdim ve ver elini Dubai.
Oraya vardığımda Defne Teyzem çoktan Türkiye’ye uçmuştu. Sırma’nın bana bir sarılışı vardı, görmeye değer.
“Çok teşekkür ederim, geldiğin için çok tefekkür ederim,” deyip duruyordu.
“Bu ne hararetli karşılama böyle kızını. Bileydim daha önce gelirdim,” diye çakıldım ona.
Canım benim!
Derkceeen dün akşam üstü ilk işaretler başlamaz mı…
“Galiba doğum sancıları başladı,” diye fısıldadı Sırma.
Bembeyaz olmuştu!
O güzel gözleri korku doluydu.
“İyi ya kızım,” dedim, sesimi neşeli tutmaya çalışarak. “Şu işi bir ana evvel hallet de, yeğenimizi kucağımıza alalım.”
Yüzü küçülmüş, küçük bir çocuk yüzüne dönülmüştü adeta.
Olduğu yerde öylece duruyordu,
Deniz ise çoktan içeri koşmuş, günlerdir hazır bekleyen Çantaları kapmış, haydi gidiyoruz, diyordu soluk soluğa.
Sırma hâlâ olduğu yerde duruyordu.
“Korkuyorum Serra,” dedi küçücük bir sesle.
“E, aşk olsun Sırına,” dedim, “onca nefes talimi, onca yoga dersinden sonra korkacak ne var ki… Alacaksın nefes, vereceksin nefes ve birde bakmışsın, tataaa bebiş burada… aramızda…”
Doktorumuz Deniz Bey’c gelince, kelimenin tam anlamıyla bir panik vakasıydı.
“Haydi ama Sırma! Oyalanmayalım! Hemen gitmemiz gerek! Vakit geçirmeyelim! Hem yolda lastik mastik patlarsa ne yaparız!” gibi inciler sıralıyordu.
“Benim de gelmemi ister misiniz?” Serra’mn yanında olup elini tutmak, ona sarılıp, merak etme, her şey yolunda gidecek, demek istiyordum.
O küçülmüş güzel yüzü okşamak, gözlerindeki korkuyu silmek istiyordum.
Benim biricik, kıymetli Sırma’mdı o.
“Sağ ol Serra ama bence evde kalsan daha iyi,” dedi Deniz. “Orada ne kadar bekleyeceğimizi bilmiyoruz. Arayanlar olursa, onlara cevap verecek biri bulunsun evde. Benim cebim hep açık, ne zaman istersen ulaşabilirsin. Ben de seni gelişmelerden haberdar ederim.”
Haklıydı.
Hem bu yabancıların hastaneleri bizimkiler gibi değil. Bizde basta odası dolup dolup taşar, oysa onlarınkinde, (Alman hastanesi miydi, Amerikan mıydı, inan anımsamıyorum) ziyaretçilere pek de sıcak bakılmıyor anladığını kadarıyla. Her şey kurallara bağlı. Sırma anlatmıştı; son doktor kontrolüne annesi ve Deniz’le gittiğinde, doktor onlara şöyle bir bakıp gülümsemiş ve, “Hmmm, bakıyorum bugün epeyce kalabalığız,” diye dalgasını geçmiş.
“Oysa sadece annem ve Deniz vardı yanımda,” diye homurdanmişti Sırma.
Sonuçta, çıkıp gittiler.
Ve benim için de bekleme faslı başladı.
Aman Tanrım, meğer ne zor şeymiş beklemek.
Bekle, bekle, bekle…
Git saate bak…
Geçe geçe yarım saatçik geçmiş.
Acaba arasam mı?
Ama yarım saatte de ne olabilir ki, diye tartışıyordum kendi kendimle. Dört dönüyordum evin içinde. Nasıl oyalansam? Ne yapsam? Acaba Sırma’nın sancıları sıklaştı mı?
Acaba çok acı çekiyor mu? Ah Tanrım, ne olur yardım et ona. O kadar kırılgan,o kadar narin, o kadarda çocuksu ki…
Telefon sesi…
Deli gibi koşuyorum.
Sırma’dan bir haber? Ah Tanrını, ne olur iyi bir haber.
“Serra, ben Defne.”
“Teyzeciğim, sen miydin?”
“Aklım fikrim sizde. Ne haber?
“Deniz’le Sırma az önce hastaneye gittiler.”
“Ah canım evladım,” diye bir çığlık attı teyzem ve hemen sordu. “Durumu nasıl?”
Bir bilsem, demek geldi içimden ama tabii ki bir şey demedim.
“Gayet iyi, teyzeciğim. Çantası filan da çoktan hazırmış meğer. Denizle birlikte çıktılar. Ben de onlardan haber bekliyorum.”
“Öyleyse hemen arayayım.”
‘Yeni bir şey öğrenirseniz, n’olur bana da haber verin, ikide bir arayıp onları rahatsız etmek istemiyorum.”
“Elbette canım.”
“Teyze…”
“Efendim…”
“Eniştem nasıl?” Zavallı eniştemi unutmuştuk bu telaş içinde.
“Şükürler olsun, iyi. Meğer bir damar neredeyse tümden tıkalıymış, ama gereken hemen yapıldı, o da rahatladı. Ah Serracığım, geldi mi gelir zaten… Tam doğum zamanı şu eniştenin durumu olacak iş miydi… Hangisine koşacağımı şaşırdım.”
“Ama en azından eniştem artık iyi. Sırma da hayırlısıyla, birkaç saat içinde kurtulacak,” diyerek onu teselli etmeye çalıştım.
“Haklısın, zaten doktoru Murat’ın en fazla üç gün içinde eve çıkabileceğini söyledi. Böylece ben de hafta içinde Dubai’ye gelebileceğim.”
“Peki, eniştem evde yalnız mı kalacak?”
“Yardımcımız çok becerikli ve candandır. Nitekim görümcem gelmek istedi ama Murat, hiç gerek yok, biz Hatice’yle pekâlâ idare ederiz, diyerek önledi onu.”
“İyi öyleyse.”
“Hadi canım, seni öpüyorum. Yine konuşuruz.”
“Tamam teyzeciğim.”
Ve döndük mü yine beklemeye…
Derken yine telefon…
Annem arıyordu.
Aynı laflar, aynı dilekler…
Tekrar telefon…
Bu kez Özgür’ün şakacı tavrını yansıtan sesi yankılandı. “Ece, teyze olabildin mi bakalım?”
“Ah Özgür,” dedim ve başladım ağlamaya. Onun sesini duyunca tüm direncimi yitiriverdim, oysa annem, teyzem ve Sırma’yla aslanlar gibi konuşuyordum. Bir güç abidesiydim sanki.
‘Yakıştı mı şimdi bu benim kızıma…”
“Ama Özgür burada yalnız başına beklemek öyle zor ki… Hem Sırma’nın yüzünü bir görseydin… Keşke sen burada yanımda olsaydın,” diye içimi çeke çeke sıralayıverdim dertlerimi.
“İstersen hemen atlar gelirim.”
“Yok, yok,” dedim, bir yandan da burnumu çekip duruyordum. “Defne Teyzem geliyor, o gelince ben döneceğim nasıl olsa…”
“Senin asıl derdin ne biliyor musun?”
“Neymiş?”
“Sen beni özlettin de ondan böyle perişan oldun,” derken o çok sevdiğim muzır sıcacık gülüşü bana ulaşıp yüreğimi ısıtıverdi.
Kendimi tutamayıp güldüm.
“Bak gördün mü, toparlanmaya başladın bile.”
“Alemsin Özgür.”
“Yoksa beni özlemedin mi?” diye fısıldadı bu kez.
“Özlemez olur muyum…”
“Tamam öyleyse, hemen geliyorum.”
“Yok Özgür, gerçekten. Sırma eve çıkar çıkmaz dönmek niyetindeyim.”
içini çekti. “Eh, ne yapalım, sabredip sevgilimize kavuşacağımız günü bekleyeceğiz artık.”
“Seni çok öpüyorum, canım benim,” diyerek, telefon aracılığıyla da olsa sevgimi iletmeye çabaladım.
“Ben de senin yolunu gözlüyorum sevgilim,” dedi alçak sesle, sonra da ekledi. “Haydi göreyim seni… Benim Serra’m önce Sırma’ya destek olacak, sonra da benim kollarıma koşacak.”
Özgür’ün telefonu bayağı iyi gelmiş, moralim düzclmiş
Tabii ya, millet ne koşullarda doğuruyor. Bizimki sağlıklı, güçlü, genç bir kadın; yanında da kocası… Üstelik iyi bir hastanede. Daha ne…
İşte kendime böylesine gaz vererek ve de bir aşağı bir yukarı yürümeyi sürdürerek beklemeye devam ettim.
Öte yandan gece yarısı olmuştu, saat on ikiye çeyrek vardı, Deniz’den ise ne bir ses ne bir nefes…
Artık dayanamadım, ben aradım onları.
Çaldı, çaldı, çaldı. Sonunda Deniz’in uykulu sesi.
“Efendim, Serra.”
“Çok özür dilerim Deniz, uyandırdım galiba.”
‘”Önemli değil.” Ay, adanı bîr şey söyle!
“Şey… Sırma’mn durumunu merak ettim de…” “Sancıları belli aralıklarla devam ediyor, her şey yolunda, merak etme.”
“Peki öyleyse…” dedim ve kapattım. Merak etmeyelim diye Deniz dümdüz bir ses tonuyla konuşuyordu. Belki de gerçekten merak edecek bir durum yoktu.
Böylece bu telefon konuşmasının ardından gecenin karanlığıyla baş başa kaldım.
Daha sabaha ne çok vardı. Günün aydınlanmasıyla tüm sorunlar buhar olup uçacakmış gibi sabahın olmasını bekliyordum.
Işığı söndürüp yattım. Uyumak ne mümkün… Dön sağa, dön sola. Karanlık beni boğuyordu sanki.
Hem Sırma’mn da uyuyamadığma, aynı benim gibi sabahı beklediğine emindim, o zaman ben de uyumayacak, uzaktan da olsa ona katılacaktım. Sabahı birlikte bekleyecektik. Kalkıp başucumdaki ışığı yaktım. Sözünü ettiğim, minik bir gece lambası… Doğru dürüst aydınlatmıyor bile ama gecenin kuşkularım, korkularım, karanlıklarla birlikte kovalıyordu ya, bu da bana yeter de artardı bile. Saatler geçti.
Ve sabahın altısında telefon çaldı! Telefonun üstüne nasıl da atladım… Arayan Deniz’di. “Serra Teyze, yeğenin bir güzel ki…” “Şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun.” “Ne o, sen ağlıyor musun yoksa?” “Canım sevinç gözyaşları bunlar…”
“Hah şöyle… Ben senin kahkahalar atmanı beklerken,
“Şimdi sen beni bırak da söyle bakalım, baba olmak nasıl bir duygu?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse. şu anda Sırma ve bebek sağ salim bu işi başardılar diye müthiş bir ferahlama duygusu içindeyim.”
“Deniz, üstelik sen bir doktorsun. Senin daha rahat olman gerekmez miydi?”
“Tını tersine Serra. doktor olunca sanki daha bir zor.”
“Sanırım her şeyi bilmek o kadar da iyi değil.”
Gülüştük karşılıklı.
Deniz devam etti. “Bebek çok tatlı, ama işin doğrusunu söylemek gerekirse, ben şu aşamada, bu benim kızım öyle mi, işte bu inanılmaz, türü düşünceler içindeyim.”
“Peki, Sırma nasıl?”
“Nasıl olacak, bebeğini bağrına basmış, sanki kaçacakmışçasına sımsıkı tutuyor ve gülümsüyor. Havatımda gördüğüm en güzel anakız…”
Nasıl da mutluydu Deniz.
“Peki, o dünyalar güzeli anne kızı ben ne zaman görebileceğim?”
“Hiç merak etme, ilk fırsatta eve gelip seni alacağım. Ama bu birkaç saatten evvel olmaz.”
Telefonu kapattığımda ne kadar ferahlamış olduğumun farkına vardım. Göğsümün üstündeki o kocaman, o ağır, simsiyah taş eriyip yok olmuştu. Rahat nefes alabiliyordum artık.
Ve şimdi…
Yatağıma girip iki saat için de olsa bir güzel uyku çekeceğim.
Öldüm valla…