Guy de
Maupassant ve Olay Hikayeciliği Fransız öykücü Guy de Maupassant, dünya edebiyatında olay hikayeciliği
denilen öykü tarzının tarzı meydana getirmiş bir öykücüdür. Bu hikâye
tarzına da “Maupassant Tarzı “ veya” Olay Hikâyeciliği” denilmektedir. Olay hikâyesi olay gelişimini temel alarak vakayı serim, düğüm, çözüm
planıyla anlatıp olayı kesin ve biten bir sonuca bağlar. Çevre ve
kahramanlar öyküdeki vakanın gelişimine uygun biz düzen içinde aktarılır. Çevre
ve kişilerin betimlemeleri önemlidir. “Olay hikâyesi, belli bir olayın etrafında
gelişir. Hikâyede asıl olan “olay” dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya
da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü hikaye deki olay,
mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve
ayrıntılı olarak çizilir. Olay hikâyeciliğinde merak ve entrika öykünün
hareket ve odak noktasıdır. Bu bakımdan olay öyküsü, okuyucuda merak ve heyecan
uyandırmak amaçlı bir vaka dizini üzerinde kurulur. ” ( Bkz
Maupassant
Tarzı Olay Hikayeciliği ve Örneği https://edebiyatvesanatakademisi.com/)Guy de Maupassant’ın Mutluluk adlı
öyküsü de olay öykücülüğünü temsil eden bir öykü olmaktadır. Guy de
Maupassant Mutluluk Adlı Öyküsü Bir insan aşkını yıllar boyu sürdürebilir miydi? Kimi ‘evet’ kimi
‘hayır’ diyordu buna. Yaşanan veya tanık olunan olaylar anımsanıyor, farklılıklar
belirlenip ayıklanıyor ve örnekler veriliyordu. Güçlü ve canlı anılarla dolan
kadın erkek herkes aklına gelen örneklerle duygulanmış, aşktan, bu bayağı ve
yüce şeyden, iki varlığın sevecen ve gizemli gönül birliğinden derin bir ilgi
ve duygusallıkla söz ediyordu.Çay içiyorlardı. Lambalar henüz yakılmamıştı. Villa denize yukarıdan
bakıyordu. Gözlerden yitmekte olan güneşin pembeye boyadığı gökyüzüne altın
tozu serpilmişti sanki. Ve Akdeniz en küçük bir dalga ve kıpırtı olmaksızın
günbatımında dümdüz, uçsuz bucaksız parlak metal bir levha gibi ışıldayarak
uzanıyordu. Manzaranın sağ tarafında ise dağlar testere dişlerini andıran
gölgelerini güneşin son ışıklarının erguvan katmanlarına düşürüyordu.Aşktan söz ediyorlardı. Evvelce söylenen şeyleri kimbilir kaçıncı kez
yineliyerek bu eski konuya ilişkin görüşlerini ortaya koyuyorlardı.
Alacakaranlığın tatlı hüznü konuşmalarını yavaşlatmış, içlerini sevecen
duygularla doldurmuştu. Bazen gür bir erkek sesi, bazen de yumuşak bir kadın
sesiyle tekrar tekrar dudaklardan dökülen ‘aşk’ sözcüğü oturdukları küçük
salonda pır pır eden bir kuş, bir ruh gibi dolaşıyordu.Bir insan aşkını yıllar boyu sürdürebilir miydi? Kimi ‘evet’ kimi ‘hayır’ diyordu buna. Yaşanan veya tanık
olunan olaylar anımsanıyor, farklılıklar belirlenip ayıklanıyor ve örnekler
veriliyordu. Güçlü ve canlı anılarla dolan kadın erkek herkes aklına gelen
örneklerle duygulanmış, aşktan, bu bayağı ve yüce şeyden, iki varlığın sevecen
ve gizemli gönül birliğinden derin bir ilgi ve duygusallıkla söz ediyordu.Derken içlerinden biri bakışlarını uzaklara yönelterek bağırdı: “Şuraya
bakın! Bu da ne?”Ufuk çizgisinde sınırları belirsiz gri, dev bir kara parçası
belirmişti. Kadınlar ayağa kalkmış, evvelce görmedikleri bu şeye hiçbir anlam
veremeden şaşkınlık içinde bakıyorlardı.“Korsika’dır o,” dedi birisi. “Olağandışı hava koşullarında,
uzaklardaki şeyleri perdeleyen pus katmanı yok olduğunda senede birkaç kez Ada
böyle görülebiliyor.”Dağların doruklarını belli belirsiz seçebiliyorlardı. Hatta bazıları
zirvelerdeki karları görebildiklerini söylüyordu. Yeni bir dünya, bir hayalet
gibi denizden birden yükseliveren bu şey karşısında herkes şaşkınlık içindeydi;
rahatsız olmuş, neredeyse ürkmüşlerdi ondan. Kimbilir, böylesi büyüleyici
görüntüler belki de Kolomb gibi meçhul denizleri keşfe çıkanların gözlerine
yansımıştı vaktiyle.O ana dek hiç söze girmeyen yaşlı bir bey “Bu ada,” dedi, “konuşmakta
olduğumuz konuya bir yanıt gibi belirdi karşımızda. Benim için eşsiz olan bir
anıyı canlandırdı belleğimde. Orada ben inanılmaz bir aşkın ve bu aşkın
sürekliliğinin hayran olunası bir örneğiyle karşılaşmıştım. Anlatayım size.Beş yıl önce Korsika’ya bir gezi yapmıştım. Bugünkü gibi Fransa
kıyılarından bazen görülebilmesine karşın bu yabanıl ada bizim için Amerika’dan
daha uzak ve bilinmez bir yerdir.Yaradılış günlerinin karmaşasından hâlâ kurtulamamış bir dünya canlandırın
belleğinizde. Aralarındaki dar ve derin koyaklardan sular çağlayan düzensiz dağ
silsileleri. Ova aramayın. Çam ve kestane ağacı ormanlarıyla kaplı, bir inip
bir çıkan dev toprak katmanları ve kocaman granit kitleleri. Ham toprak,
işlenmemiş, öylece bırakılmış. Bazen bir dağın tepesinde kaya yığınını andıran
bir köy çarpar gözünüze. Hiçbir tarımsal etkinlik göremezsiniz. Ne bir işliğe,
zanaata, ne de işlenmiş bir tahta parçasına, taşa, ne denli basit olursa olsun
görmüşlerden miras kalmış, yaşama tat katan güzel bir şeye rastlarsınız orada.
Bu kocaman, çetin kara parçasında insana en vurucu etkiyi yapan şey adına sanat
dediğimiz, hoşa giden biçimler yaratma olgusu karşısındaki kalıtımsal
kayıtsızlıktır.Bir yanda İtalya. Her köşesi başyapıtlarla dolu, bizzat kendisi bir
başyapıt olan İtalya. Mermerin, ahşabın, bronzun, demirin, her bir metal ve
taşın insanın dehasına tanıklık ettiği, eski yapılarda adım başı karşımıza
çıkan irili ufaklı şeylerin güzelliklere övgüler düzdüğü özeni sergileyen ülke.
Orada atalarımızın bize bıraktığı güzellikleri, o kutsal kalıtları hepimiz
sevgiyle kucaklarız. Çünkü onlar bize yaratıcı zekanın büyüklüğünü, gücünü,
çabalarını ve zaferini gösteriyor.Ve İtalya’nın hemen karşısında yabanıl Korsika. İlk günlerindeki gibi
kalmış bu adada insanlar perişan evlerde yaşar. Günlük yaşamına ya da aile
sorunlarına dokunmayan her şeye kayıtsızdır bu insanlar. Olgunlaşmamış ırklara
özgü kabalık, kindarlık, bilinçsiz kan dökücülük gibi nitelik ve kötü huyları barındırırken aynı zamanda konukseverdir,
cömerttir, saftır, vericidir. Kapısını çalanı geri çevirmez, bir gülümseme bile
beklemeden dostluğunu sunar.Dünyanın öte ucundaymışım gibi bir duygu içinde bir ay kadar dolaştım
bu görkemli adada. Ne bir hana, meyhaneye ne de doğru dürüst bir yola
rastladım. Katır toynaklarının açtığı, dağların eteklerine tutunur gibi duran
patikalardan geçerek ulaşırsınız o küçük köylere. Geçtiğiniz yerlerin
kenarlarında derin uçurumlar vardır. Geceleri aşağılardan çağıltılı suların
dinmek bilmeyen fısıltıları gelir.Geceleme umuduyla evlerden birinin kapısını çalarsınız. Derme çatma bir
masada ertesi güne yetecek kadar bir şeyler yer, bir köşede uyursunuz. Sonra da
sizi köyün sınırına dek geçiren ev sahibinizin elini sıkılıp ayrılırsınız.Bir akşam on saatlik bir yürüyüşten sonra az ötede denize açılan bir
koyağın dibinde küçük bir barınak gördüm. Yapayalnız duruyordu orada. Kayalık,
çalılıklar ve dev ağaçlarla kaplı iki dik yamaç bu kasvetli koyağın üzerine iki
kara duvar gibi çöküyordu. Birkaç üzüm asmasının sardığı saz damlı kulübenin
önünde küçük bir bahçe, az ötede de bu çorak yerde hiç olmazsa yiyecek bir
şeyler verdiği için değerli sayılabilecek birkaç kestane ağacı vardı.Temiz görünümlü, ciddi tavırlı yaşlı bir kadın buyur etti beni.
Bahçedeki hasır iskemlesinde oturan yaşlı bir adam beni selamlamak için ayağa
kalktı, hiçbir şey söylemeden tekrar oturdu yerine. ‘Hoş görün onu,’ dedi
kadın, ‘sağırdır, seksen iki yaşında.’Kadın Fransa’da konuştuğumuz Fransızca ile konuşuyordu. Şaşırmıştım.
Korsikalı değilsiniz galiba, dedim. ‘Hayır, adalı değiliz,’ dedi, ‘ama elli
yıldır burada oturuyoruz.’İnsanlardan uzak bu karanlık çukurda geçirilmiş elli yılı düşünmek bir
sıkıntı ve ürküntü duygusu uyandırmıştı bende. Yaşlı bir çoban köpeği girdi
içeriye. Oturduk; akşam yemeğinde domuz yağı, patates ve lahanayla yapılmış
koyu bir çorba vardı sadece.Kısa süren yemek faslı bitince bu kasvetli yerin verdiği hüzün duygusu
içinde dışarı çıkıp oturdum. Issız yerlerin hüzünlü akşamlarında gezginlerin
yabancısı olmayan o sıkıntı duygusu sarmıştı yüreğimi. Her şey, varlığımız ve
evren son bulacakmış gibiydi. Yaşamın ürkünç sefaleti görünümlere büründü
belleğimde; terk edilmişlik, herşeyin hiçliği ve ölümle buluşuncaya dek
düşlerle kendini aldatan yüreklerin karanlık yalnızlığı.Yaşlı kadın yanıma geldi ve ne denli çekinik olursa olsun her canlının
içinde yaşamayı sürdüren merak duygusuyla sordu’Demek Fransa’dan geliyorsunuz?’”’Evet, yeni yerler görmek için dolaşıyorum.’’Parisli misiniz?’ diye sordu.’Hayır, Nancyliyim,’ diye yanıtladım. Nasıl anladım veya sezdim bilmem,
ama kadın heyecanlanmış gibi geldi bana.’Demek Nancylisiniz,’ dedi hafif bir sesle.Yaşlı adam belirdi kapı ağzında. Sağırların durgun tavrıyla
dikiliyordu. ‘Aldırmayın ona,’ dedi
kadın, ‘hiçbir şey duymaz. Nancy’de herkesi tanır mısınız?’’Evet, çok sayıda tanıdığım var.’’Ya Sainte-Allaize ailesini?’’Çok iyi tanırım; babamın dostlarıydılar.’’Adınız ne?’Söyledim. Dikkatle yüzüme baktı. Sonra geçmişin anılarına dalan
insanların yavaşlayan sesiyle ‘Evet, evet, çok iyi anımsıyorum,’ dedi,
‘Brisemare’ları da. Onlar ne oldu?’’Hepsi öldü.’Ya, öyle mi? Peki Sirmont’ları tanır mısınız?’’Evet, aileden sağ kalan biri var; bir general.’Sonra o ana dek yüreğinde sakladığı gizleri açığa vurma gereksinimi
duyduğu için mi, yoksa her şeyi söylemek, isimleri ruhunda sarsıntı yaratan
insanlar hakkında konuşmak isteğiyle mi, hangi karışık ve güçlü ve kutsal
duygularla olduğunu bilmiyorum, heyecan ve hüzün dolu titrek bir sesle ‘Evet,
Henri de Sirmont’u iyi tanırım’ dedi; ‘benim kardeşim o.’Yüzüne baktım; şaşkınlık içindeydim. Birden her şey canlandı
belleğimde.Seneler önce bizim soylu Lorraine’de skandal yaratan bir olay
yaşanmıştı. Suzanne de Sirmont isminde genç, güzel ve varlıklı bir genç kız
babasının komuta ettiği süvari alayındaki bir astsubay tarafından kaçırılmıştı.
Komutanı olan albayın kızını baştan çıkarıp kaçıran bu asker köylü bir ailenin
oğluydu; yakışıklıydı. Kuşkusuz kız onu süslü, mavi üniformasıyla geçit
törenlerinde görmüş ve âşık olmuştu. Fakat delikanlı kızla nasıl görüşmüş, kız
sevgisini nasıl dile getirmiş hiç kimse anlamamış, hiçbir kuşku uyanmamıştı.
Hizmet süresi biter bitmez asker bir gece kızla birlikte ortadan kaybolmuştu.
Aramışlar, ama bulamamışlardı onları. Gençlerden hiçbir haber alınmayınca
öldükleri sonucuna varılmıştı.Ve ben o kızı bu loş koyakta bulmuştum.Başımı salladım. ‘Evet, anımsadım şimdi,’ dedim, ‘siz Suzanne’sınız.’O da başını öne eğerek onayladı beni. Gözleri yaşlıydı. Sonra bakışları
kapı önünde hareketsiz oturan yaşlı adama yöneldi. ‘İşte o,’ dedi bana.O anda onu hâlâ sevdiğini anladım. İlk günlerindeki gibi sevgi dolu
gözlerle bakıyordu ona.’Mutlu oldunuz mu bari?’ diye sordum.Yüreğinden gelen bir sesle yanıtladı beni: ‘Evet, mutlu oldum. Çok
mutlu etti beni. Hiç pişmanlık duymadım.’Hüzün ve şaşkınlıkla, aşkın gücüne tanık olmanın büyüsü içinde kadına
bakıyordum. Bu varlıklı kız bu adamın, bir köylünün peşinden gelmiş, kendisi de
köylü olmuştu. Rahatlıktan, güzelliklerden, her türlü incelikten yoksun
sürdürmüştü yaşamını. Keten eteklik giyen başörtülü bir kadın olmuş, erkeğinin
basit alışkanlıklarına uydurmuştu kendini ve hâlâ seviyordu onu. Kaba tahtadan
bir masanın başında hasır iskemlede oturup toprak bir kapta domuz yağıyla
pişirdiği lahanalı, patatesli çorbasını içiyor, geceleri adamın yanında hasır
bir yatakta yatıyordu.Sevdiği adamdan başka hiçbir şey umurunda olmamıştı. Ne kolyeleri
özlemişti, ne de şık giysileri, zerafeti, yumuşak koltukları, perdelerin
kuşattığı odaların güzel kokulu ılıklığını ve yaslanacağı kuştüyü yastıkları.
Sevdiğinden başkasını gözü görmemiş, onun yanındayken başka hiçbir şeye istek
duymamıştı. Doğup büyüdüğü çevreyi, onu seven yakınlarını çok gençken terk
etmiş, bu yabanıl koyağa birlikte geldiği adam onun her şeyi olmuş, istediği,
düşlediği, beklediği her şeyi onda bulmuştu. O da tepeden tırnağa mutlulukla
doldurmuştu onun yaşamını.Gece boyunca yanında yattığı yaşlı askerin hırıltılı soluklarını
dinlerken bu saf ve harika serüveni, yoksulluk içinde yaşanan bu doygun
mutluluğu düşündüm.Gün doğarken bu yaşlı çiftin ellerini sıkarak ayrıldım oradan.”Öyküsünü anlatan yaşlı adam sustu. Bir kadın “Ne diyelim, yaşamdan
fazla bir beklentisi yokmuş herhalde,” dedi, “gereksinim ve istekleri çok basit
şeylerle sınırlıymış; kadın aptalın biriymiş yani.”“Ne önemi var,” dedi bir başkası, “mutlu olmuş ya.”Ve karşıda, ufukta Korsika, kıyılarında barındırdığı o iki âşığın
öyküsünü kendisi anlatmak ister gibi ufukta duruyor, kocaman gölgesi yavaş
yavaş denize batarak geceye karışıyordu. Türkçesi :
Haluk Erdemol
sonraki yazı
- Yorumlar
- Facebook yorumları