İnsan yaşamı oldukça kısa. Birkaç bin yıllık “modern” insanlık tarihinde sizin ortalama altmış yıllık ömrünüz çok kısa. Gerçi bunu fark etmeniz için o kısa yaşamınızın da ikinci yarısına geçmeniz gerekiyor. Ben fark edeli çok oldu… İlköğrenim çağınızda bitmez yaz tatilleri vardı. Okullar kapanınca sabahları geç kalkardınız; mahallede top oynardınız; öğlen uyuklar, akşam yine oynardınız.
Akrabaların yanına, başka şehirlere giderdiniz. Geri gelirdiniz. Eğer şanslıysanız (ben değildim) yazlığınız vardı ve oraya giderdiniz. Olmadı, bir pansiyona, motele, bir dinlenme kampına gidilirdi ailecek (O zamanlar, “her şey dâhil tatil köyü” diye bir şey yoktu Allahtan). Bir grup arkadaşınız da orada olurdu; tatil, deniz, yine oyun…
Hatta okulu bile özlerdiniz. Tatil ne kadar uzundu; bir üst sınıfa geçmek ne kadar uzak. Tek derdiniz dersleriniz, alamadığınız bisiklet ve tanışamadığınız o güzel kızdı. Ne güzeldi. Zaman yavaş geçerdi. Ne güzeldi. Sonra zaman hızlanmaya, hafta sonları göz açıp kapayıncaya kadar geçmeye başladı.
Yeni bir yıla girdikten “çok kısa bir süre sonra” yılı ortalamaya başladınız. “Geçenlerde” diye anlatmaya başladığınız bir olayın geçen yıl gerçekleşmiş olduğunu fark etmeye başladınız. Heyecanla arkadaşlarınıza anlatmaya başladığınız o güzel, unutulmaz anıların hep otuz yaşınıza kadarki dönemde yaşanmış olduğunu hissettiniz.
Sağlık ve aile sorunları ardı arkasına gelmeye başladı. Her şey çok hızlı olmaya, kitaplarda okuduğunuz ve “kurgusal” olarak algıladığınız, yalan, ihanet, acı, hastalık ve sefaleti yakınınızda bulmaya başladınız. 40 yıldır, mutluluğa, aşka, sevgiye ulaşamadığınızı fark ettiniz belki de. Ve bir şeyi daha fark ettiniz: Zaman ne kadar hızlı akıp gidiyordu.
Finale doğru… Uzun mesafe koşucuları, başta dengeli ve birlikte koşarlar, makul bir tempo aşılmamalıdır. Sonuçta yol uzundur ve enerjiyi dengeli kullanmak gerekir. Ama sonlara yaklaştıkça (ki son mutlu sondur aslında) zaferi elde etmek, ipi göğüslemek için hızlanmaya başlarlar; güçlerinin kaldığı ölçüde depar atarlar ve ip göğüslenir.
Bizimki de bu hesap belki de; başlarda zaman çok, hedef yok, ip çok uzakta, sakin sakin gidiyoruz. Zaman hiç bitmeyecek gibi. Yarışın yarısı tamamlandıktan sonra ise, artık hızlanmak lazım. Zaman daralıyor, kaslarda yorgunluk veren asitler birikiyor, “dağılmadan” bitirmek lazım yarışı; koş, koş…
Yaşamlarının son baharındaki ünlü zenginlere röportajlarında sorulan ve belli bir yanıt beklenen bir soru vardır: “40 yaş daha genç olmak için şu anda sahip olduğunuz servetinizin bir kısmından vazgeçer miydiniz?”.
Yanıt klasiktir: “Evet, daha genç olmak için her şeyimi verirdim”. Bu kavram binlerce yılın efsanesi gençlik iksiri alegorisi ile örtüşür. Kozmetik de, saç ektirme de, botoks da budur. Peki ya, yukarıdaki soruya şu cevabı verebilen var mı aramızda: “Yeniden çok genç olmak mı? Asla! Siz maraton yarışını başarı ve şerefle bitirmek üzere olan tecrübeli bir yarışçıya başa dönmeyi mi teklif ediyorsunuz?
Çok saçma!”. Eğer bu cevabı verebiliyorsanız, zaten benim kitabımı okumaya zaman ayırmayınız. Tam tersine, size yüz sürmem için lütfen bana zaman ayırın. Gelelim sadede… Madem zaman kısa, onu iyi değerlendirmek lazım. Kitap seçiminde de durum böyle.
Çok iyi bir kitap okuyucusuysanız bile, yaşamınız boyunca en çok 2.000 kitap okuyabilirsiniz. O hâlde, benim için en kötü armağan “kitap”tır. Bu anlamda, çok değerli zamanımı, sadece 2.000 kitap kapasiteli ömrümü, bir başkasının benim için “uygun olduğunu düşündüğü” bir kitaba ayırmamalıyım. Yani “nezaket” sonucunda değerli kapasiteyi 1.999’a indirmemeliyim. Hatta bir kitabı beğenmediysem, ceza niyetine, “zorlayarak” okumayı sürdürmemeliyim. Bu tespit, elinizdeki bu kitap için de geçerlidir.