Yorgo Valasiadis, bir şehir, bir ülke ve iki kıta arasında kalmıştır. Şehir İstanbul, ülke Almanya, kıtalar ise Avrupa ve Asya’dır. Valasiadis İstanbul’da yetişmiş bir Rum’dur ve kırk yıldır Almanya’da yaşamaktadır. Hamam’da İstanbul’dan Almanya’ya gelişini anlatıyor. Kitapta azınlıklar ve göç, kimlik ve uyum sorunlarına dair gerilim dolu hikâyeler, acıları önce çıkarmadan, soğukkanlı fakat mizahî bir dille aktarılıyor.
Petros Markaris
…Hamam, kusursuz bir lezzete sahip. Çocukluk çağının yitik memleketlerini anlatan ünlü İtalyan filmlerinden, Fellini’nin Amarcord’u ya da Tornatore’nin Sinema Paradiso’su gibi desem yeridir. Bir gün bu kitabın da yetenekli bir yönetmen tarafından filme uyarlanmasını dilerim…
Yorgo Vidalis
…bugünlerde her şeyi bir kenara bırakıp mutlaka Yorgo Valasiadis’in muhteşem kitabını okumanızı tavsiye ederim. Ergenlik öncesi şehvetin anlatılmaz bir utanç olarak görülmesine inat, Hamam yazarın hassasiyetlerinin oluşmasında büyük rol oynayan sırları, onlarca yıl boyunca yaşadığı şefkat, huzursuzluk ve şehvet dolu anları cesurca ortaya döken bir eser…
Yannis Ksanthoulis
Elefterotipia Gazetesi, Atina
…Yorgo Valasiadis’in, 1940-50’lerin İstanbul’unda bir Rum’un çocukluk ve gençlik yılları ile ilk cinsel kıpırtılarını anlattığı Hamam adlı yapıt, nemli bir cennet köşesini andırıyor. Romanın kahramanı, “Yeniden doğsam, yine yüreğim mutlulukla çarpsın diye Tanrıya beni kadınlar hamamı olan bir yerde dünyaya getirmesi için yalvarırdım” diyor. Küçük bir çocuğun ergenliğe geçişi nazik, hassas, temiz ve mizahî biri dille aktarılıyor…
Tahidromos Gazetesi, Düsseldorf
***
I
kilometrelerce dolaşıp
insanı aradım
hamamda arınmış bir ruh bile
bulamadım
1
MAU-MAU
Rodos Adası’nda günler çabuk geçiyordu. İki hafta dolmak üzereydi. Frankfurt’taki turizm bürosunda söyledikleri gibi Faliraki’deki ‘Asteria Oteli’nin gerçekten de ‘Sauna’sı vardı. Ama ondan keyif alamayacağımı biliyordum çünkü tatilimi geçirmek üzere Türkiye’de yer ayırttığım turistik otellerdeki ‘Turkish Bath’ler gibi onun da hamama benzer bir tarafı olmadığından emindim. Yine de gitmeden önce öylesine bir göz atayım dedim. Tıpkı düşündüğüm gibiydi. Beni cezbeden hiçbir şey bulamadım. Oysa çocukluğumda, hamamcımla, Rebeka Teyzemle, vaftiz babamla, Sesos’la, Manitas’la, diğer akraba ve arkadaşlarımla hamama gitmek apayrı bir zevkti. İçimi sıla hasreti kapladı ve ahizeyi kaldırdım. Atina’da gömlekçilik yapan Boyunlu Yanni’yi arayayım dedim. Güya ona takılacaktım. Aslında bir sesini duymak, kan kardeşler grubumuzun yani ‘iyi çocukların’ haberlerini almak istiyordum.
Telefonu annesi Bayan Anna açtı: “O Rodos’ta. İş için gitti. Zonios’un yanında kalıyor.” dedi. Onlarla burada, Rodos’ta karşılaşabileceğimi düşündükçe kalbim küt küt atmaya başladı. Annesi bilgi vermeye devam ediyordu: “Zonios’un, Thiseos Caddesi’nde kuyumcu dükkânı var.” Telefonunu ve adresini de verdi. Heyecandan sanki dilim tutulmuştu, hiç konuşmadan Bayan Anna’yı dinliyordum. Ne zaman onu ziyarete gideceğimi soruyordu, bana eskiden olduğu gibi kahve pişirecekti, “Bol köpüklü, paşam, evet, ….. İstanbul’daki gibi”. Gözlerim yaşardı. Beni kendi öz oğlu gibi sahiplenecek kadar seven bu kadını çok seviyordum.
Zonios’un yani bizim Mau-Mau’nun işyerine gitmek için bir taksi çağırdım. Dükkâna vardığımda içerde vitrine sırtını dönmüş oturuyordu. Neredeyse hiç değişmemişti. Sol elimi cebime sokup usulca kapıyı açtım ve Türkçe olarak: “Ya paranı ya canını!” dedim. Bir doksana yakın boyu ve yüz kilonun üzerindeki cüssesiyle yavaşça kalktığını gördüm. Karşımda dikilmiş, nasıl bir tepki vermesi gerektiğini düşünüyordu. Yaklaşık bir iki saniye öylece bana baktı. Gözlerindeki parıltıyı gördüm ve boynuna atladım. İkimiz de gözyaşlarına boğulduk. Telefona sarıldı; ‘acil’ kelimesini özellikle vurgulayarak “Manoli, bana iki tane buz gibi bira getir, ‘özellerden’. Acil olsun, anladın mı?” dedi. Sonra bana döndü ve onu nasıl bulduğumu sordu. Daha yanıt veremeden kapı açıldı ve içeri her zamanki aceleci haliyle Boyunlu Yanni daldı. Beni görünce ağzı açık kalakaldı, gözlerine inanamıyordu. O da boynuma sarıldı. Mau-Mau telefona sarılarak: “Manoli, aciller üç oldu, evet üç tane getireceksin!” diye kükredi.
Çocuklar hakkındaki sorularıma cevap verirlerken kapı açıldı ve içeriye üç tane buz gibi büyük boy birayla bir genç girdi. Bardağımı kaldırdım ve yine Türkçe olarak, “En kötü günümüz böyle olsun!” dedim. Arkadaşlarımın dudaklarındaki tebessümün tadını çıkararak biramı yudumladım. İstanbul’da içtiğimiz biraların tadını yakalamayı başarmışlardı ya da bunu sadece şerefsiz Zonios yani Mau-Mau başarmıştı. Yıllar önce delikanlılığımızda boğazımızı serinlettiğimiz Arjantin birasının tadını hissederek, “Onlara bunu ben öğrettim!” dedi. İçtikçe hatırladık, hatırladıkça içtik. Eski dostların sağlığına, Sesos’la Tavukçu’nun anısına, hattâ Manitas’ın şerefine bile kadeh kaldırdık.
Boyunlu Yanni, bana dönerek, “Peki ya bunu biliyor muydun? Manitas, ele karıştı. Bulgaristan muhaciri, şalvarlı, başörtülü bir Türk kızıyla evli, Tepeköy’de bir gecekonduda oturuyor ve ticaretle uğraşıyor.” dedi.
“Ne ticareti?” diye sordum.
Bunun üzerine, Zonios parmağını yavaşça burnunun altına doğru götürdü ve sanki üzerinde bir şey varmış gibi koklayarak içine çekti. Kahroldum, inanmak istemedim. Belki de bu sebepten olacak oteldeki odama nasıl geldiğimi bilmiyorum. Resepsiyondan gelen telefonla uyandığımda dünkü kıyafetlerim üzerimdeydi ve başım kazan gibiydi. Telefondaki görevli uçağı kaçırdığımı düşünerek endişeyle “Efendim, bugün geri dönmüyor muydunuz?” diye soruyordu. Ona ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum ama başımı yastığa gömüp uyumaya devam ettiğimi çok iyi hatırlıyorum.
2
BÖĞÜRMELER
Tezkere alıp askerden dönen babama tenekecilik sanatını öğreten Themistoklis Amcanın, müessesenin önünde gazete, çay, kahve ya da bazen bir duble rakı ile donatılmış yuvarlak bir sehpanın yanına sandalye çekerek oturuşunu hatırlıyorum. İkinci okulum olan Zoğrafyon, duvara mıhlanmış iki taş sfenks tarafından korunur. İşte bizim tenekecilik ‘müessese’mizde de o, bu sfenkslerden birinin görevini üstlenmişti. Üstelik kimse ondan bunu istemeden, ununu eleyip eleğini duvara astıktan ve görevini “Küçük Yanni’sine” devrettikten sonra… Belki de kendi çocuğu olmadığından babama böyle seslenirdi.
Themistoklis Amca uzun boylu, düzgün kılıklı biriydi. O zamanlar altmışlarındaydı. Bembeyaz saçları, kara gözleri, beyaza çalan gri kaşları ve dudaklarındaki tebessümle, merakla burduğu gri-sarı bıyıklarından ve aynı sarı renkteki sağ elinin işaret parmağından kim olsa onu kolayca tanırdı. Ay Thanasi Kilisesi’nin arkasındaki dar sokakta otururdu. Evinin penceresinin altında, yani babamın dükkânının önünde, kimi zaman yuvarlak göbeğinin üzerinde kavuşturduğu ellerini dinlendirir, kimi zamansa bir gazeteyle ya da elinde bir içecekle sakin ve huzurlu bir şekilde, bir sigara ağzında bir diğeri kulağında sabahtan akşama kadar orada dururdu. Birisi ona karşı büyüklük taslamadıkça mülayim ve uyumluydu. Ama bir kere kızdı mı, “Onun diline düşeceğine yüz üstü kubura düş daha iyi!” derdi Katina Nine. Vaftiz babamsa Kurtuluş’un meşhur simalarından olan Themistoklis Amcayı “Kıvrak zekâlı ve sivri dilli” olarak tanımlardı.
Benden söz açıldıkça babam beni ustasına şikâyet ederdi: “Çok imla hatası yapıyor!”
Themistoklis Amca keyfinin yerinde olduğu bir gün, “Gel bakayım yavrum!” dedi. Eşikten geri dönüp yanına gittim.
“Senin öğretmenin kim?”
“Matmazel Ağlaia.”
“Ha! Şu kız kurusu olan!…”
Rakısından bir yudum aldı. Gazetesini sehpanın üzerine açtı ve bana kalın bir kalem verdi. Eliyle bıyıklarını düzelterek, “Haydi bakalım, yaz!” dedi. “An-ne, ba-ba… evet öyle bravo,… öğ-ret-men, ör-dek, hımmm, Ca-ra-cal-la … işte böyle ciğerim, … ha-mam!… ver bakayım”.
“Yaaaannniiii…” diye seslendi. “Bir tabure getir!”
Babam bir elinde tabure, diğerinde teneke sacı ile geldi.
“Oğlum Yanni” dedi çırağına, “Otursana bre! Bak, oğlun hiç imla hatası yapmadan bunları yazdı. Boş yere çocuğun günahını alıyorsun. Öğretmeni olacak o kız kurusuna de ki hiçbir bok bilmiyormuş. Sor bakalım Demosthenes’ i duymuş mu hiç?”
“Otur da dinle, çocuğa bir hikâye anlatmak istiyorum.” Babam elindeki tenekenin üzerine gelişigüzel bir şeyler çizerken o hikâyesini anlatmaya başladı.
“Eski zamanların birinde çok açıkgöz bir genç yaşarmış. Köklü bir ailedenmiş ve çok iyi şartlarda büyümüş. En büyük hayali bir gün avukat olmakmış. Buraya kadar her şey çok güzel… Fakat gel gör ki bir kusuru varmış”. Bana dönerek, “Pepelemek nedir bilir misin?” diye sordu.
“Hayır!”
“Peki ya kekelemek?”
“Evet, kekeme!”
“Bravo yavrum! Zavallı, kekeme olduğundan hiçbir kelimeyi tek seferde söyleyemezmiş. Çocuğu doktorlara, terapistlere hattâ falcılara bile götürmüşler. Ama bir faydası olmamış. Yine de yılmamış ve ümit etmeye devam etmiş. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, öğretmeninin adı İseo’ymuş. Çile çeken çocuğa baktıkça İseo’nun yüreği sızlarmış. Bir akşamüstü ders bitiminde onu teselli etmek için, ‘Dinle evladım Demo (çocuğa böyle hitap edermiş) yarın okula gelmeden önce sahile in, birkaç çakıl taşı al, ağzına koy ve dalgalara derdini anlatmaya çalış. Ama mırıldanarak değil, var gücünle böğürerek! Bet sesin dalgaların gürültüsünü bastırsın ve kayaların üzerinden Tanrılara ulaşsın!’demiş.” Themistoklis Amca hararetli hararetli anlatmaya devam ediyordu: “O zamanlar, hocalar öyle tumturaklı konuşmayı severmiş.”
“Usta”, babam araya girdi. “Ateş yanıyor… lehimlenecek işlerim var.”
Themistoklis Amca sözünün kesilmesinden rahatsız olmuş bir şekilde babama bakarak, “Ateş beklesin, bekleyemiyorsa da bırak sönsün!” diye tersledi ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti: “Nerede kalmıştık?… A!… Öğretmen lafını bitirir bitirmez Demosthenes doğru sahile inmiş. Çakıl taşlarının en güzellerinden bir avuç toplamış ve evinin yolunu tutmuş. Taşları özenli ve düzgün bir şekilde keçi derisinden bir keseye yerleştirip cebine koymuş ve heyecan içinde günün ağarmasını beklemiş. Sabah horoz sesleriyle sahile gitmiş ve denize karşı oturmuş. Keseden bütün çakıl taşlarını çıkarıp ağzına doldurmuş ve kayalara bakarak böğürmeye başlamış!” Themistoklis Amca rakısından bir yudum daha aldı, bir sigara yaktı ve devam etti: “Bizim Demo acemi olduğundan ağzının içindeki çakılları kontrol edemiyor ve taşlar boğazını rahatsız ediyormuş. Ama asla pes etmemiş. Acıya alışmış ve sadece sabahları sahilde değil akşamları da ormanda çalışmalarına devam etmiş! Gün be gün cesareti artmış, yavaş yavaş kekemeliği azalmış ve zamanla iyileşmiş. Saygın ve ünlü bir hatip ve avukat olmuş”. Themistoklis Amca hikâyeyi bitirir bitirmez diken üstünde oturan babam ayağa kalktı ve kafasını sallayarak ateşin başına geçti.
3
CARACALLA
Roma’da, tarihî kaplıcaların önünde durmuş, rehberin Caracalla hakkındaki açıklamalarını dinlerken Posbıyık’ı hatırladım. O öğleden sonraki hali geldi gözlerimin önüne. “Biraz oynamaya gidiyorum” diyerek ve her zamanki “Sakın geç kalma!” lafını işiterek evden çıkmıştım. Canım oyun oynamak istemiyordu. Sadece babamın dükkânına gidip Themistoklis Amcaya geçenlerde bahsettiği Caracalla neyin nesidir diye sormak istiyordum. Bu kelime günlerdir beynimi meşgul ediyordu. Kara, Türkçe’de siyahın eş anlamlısı olduğundan kömür benzeri bir şey olabileceğini düşünüyordum. Bir elim cebimde, ıslık çalarak güya umursamaz bir şekilde karşısına geçip hiç kıpırdamadan beni fark etmesini bekledim.
“Hoş geldin ciğerim” diyerek oturmam için ayağını iskemleden indirdi.
Bodoslama lafa daldım: “Caracalla nedir?”
“Marcus Aurelius Antoninus’a, yani Septimius Severus’un piçine Caracalla derler evladım. Otur da anlatayım… Septimius Severus ilk siyahi Roma imparatorudur. Bugün Libya sınırları içerisinde bulunan, o zamanlar Leptis Magna denilen bölgede dünyaya gelen Severus, oğluna küçüklüğünden itibaren dönemin modasına uygun olarak koyu gri, neredeyse siyah renkli upuzun entariler giydirirmiş. Kem gözlerden sakınmak için parmağındaki tırnağı bile örten, yerlere kadar inen entariler… Genç yaşta Afrikalı bir güzelle evlendirilen Caracalla, yaşamının sonuna dek ne taç takmış ne de nakışlı pelerinler kullanmış. Entarisine ne diyorlarmış biliyor musun?… Hı?… Kimileri Karakal demiş Kuzey Afrika’nın ıssız bölgelerinde yaşayanlar gibi, kimileriyse Karakala… Her neyse. Babası ölünce yerine kim geçmiş dersin?… Ha?… Entarili oğlu… Ona asla asıl adıyla seslenmemişler. Entarisinden dolayı ona İmparator Caracalla demişler. Bu isimle de günümüze kadar gelmiş.”
Roma’da günbatımını seyrederken küçüklüğümde olduğu gibi bir endişe kaplıyor yüreğimi: Yoksa geç mi kaldım?
Themistoklis Amcaya “Hikâye bitti mi?” diye sordum. Acaba eve mi dönsem yoksa babamı mı beklesem bilmiyordum.
“Sana sadece bana sorduğun ismi açıkladım.” dedi kaşlarını çatarak. “Ama hikâyenin devamını anlatmamı istiyorsan o başka. Merak etme, Yanni’nin çıkışına kadar bitmiş olur, ne dersin?”
Hiçbir şey demedim. İki yudum rakı alıp yeniden başladı.
“Babası, bebek Caracalla’nın canı istediği gibi oynaması, yüzmesi ve dalması için soğuk-sıcak havuzlar yaptırmış. Havuzların yanına çeşmeler ve şadırvanlar inşa ettirmiş. Oğlu, Suriyeli annesinin istediği gibi mis koksun diye kokular ve yağlar sürünebileceği özel alanlar hazırlatmış. Bu da yetmezmiş gibi askerleriyle çekirge sürüsü misali Bizans’ın tepesine üşüşüp onları bozguna uğrattıktan sonra oralara da muazzam saraylar, -o zamanlar Romalılar’ın kaplıca dedikleri- hamamlar ve biricik oğlu büyüyünce oralarda da yıkanabilsin diye termal havuzlar yaptırmış. İşte böyle… Bizim kara oğlan da küçüklüğünde ne görüp öğrenmişse büyüyünce aynısını yapmış. Roma’daki hamamını dört yüze dört yüz metre olacak şekilde büyütmelerini emretmiş.” dedi ve tarif etmek istercesine ellerini iki yana açtı.
Rehber, Caracalla’nın termal havuzlarını göstererek, “Sadece Roma vatandaşlarına değil, aynı zamanda kölelerine de dönemin iç ve dış mimarisinin bu olağanüstü yapıtını ziyaret etme iznini vermesi takdire şayandır” diyordu. Hayır! Aslında rehber değildi. Bana yeni kaplıcayı, Hipokaust’u (zeminden merkezi ısıtma), Kaldaryum’u (sıcak bölüm), Tepidaryum’u (ılık bölüm) ve Frijidaryum’u (soğuk bölüm) anlatan Posbıyık’tı. Hattâ Romalıların o dönemde Natatio dedikleri açık havuzu anlatan da oydu.
“Tabii ki deniz filosu küçük sandallarla talim yapsın diye değil; 1000’den fazla insan hep birlikte yıkanabilsin diye” ekledi Themistoklis Amca.
Rehber anlatmaya devam ediyordu: “Gördüğünüz gibi soyunma odaları, güreş salonları ve diğer eğlence alanları rengârenk seçme mermerlerle, tunçla, altın ve gümüşten mozaiklerle cömertçe süslenmiş. Hamamları yıkanma amacıyla kullanmak, kuşkusuz tarihsel bir sürece dayanır ve bu Romalıların buluşu değildir. Ancak Romalılar onları geliştirmiş ve birer sosyal merkez haline getirmişlerdir. Keza kiliselerin, Roma kaplıca ve hamamlarının iç ve dış mimarisinden etkilenmiş olduğu kanıtlanmıştır.”
Tam o anda Themistoklis Amcanın sureti gözlerimin önünden kaybolarak yerine vaftiz babam geçti: “Vaftiz baba, hamamlar ne işe yarar? Neden onların kümbetleri kiliselerimize benziyor?”
“Kiliselerimizin mimarları, Roma mimarisinden özellikle de kaplıcalarının kubbelerinden etkilenmiştir evladım. Hamamların varlığına gelince, zaten biliyorsundur, her canlının doğası gereği kirden arınma eğilimi vardır. Mesela bitkiler kimyasal maddeler salgılayıp parazitleri yok ederler, filler de temizlenmek için kumda ya da çamurda yuvarlanırlar. Sinek bile temizlenmek ister ve bunu salyasıyla yapar. Nerde kaldı insanoğlu! Yaradılışından bu yana sen de temizleniyorsun. Eee… Elbette miskinler de vardır. Ancak Tanrı pisliği sevmez. İnsan sadece yıkandığı zaman günahlarından kurtulmak üzere O’nun karşısında durabilecek kadar temiz olabilir. İşte bu yüzden hamamlar var.”
“Rebeka Teyze neden mikve yapıyor öyleyse?”
“Yahudi kadınlar, dini inançları gereği, ayda en az bir kez Müslümanlar gibi akan suyla yıkanırlar. Akan suyla doldurulan büyük bir kurnaya benzeyen bir şeyin içine girerler. Kurna bir taraftan dolarken diğer taraftan boşalır. Önemli olan, yaz-kış tüm bu işlemlerin sıcak ya da ısıtılmış su kullanılmadan gerçekleştirilmesidir.”
Rehber, ziyaret ettiğimiz kaplıcalar hakkında bilgi vermeye devam ederken; vaftiz babamın, Caracalla’yla, Posbıyık’la, arkadaşım Manitas ve bir şekilde benimle pek çok ortak yanı olduğunu düşünüyordum. Onun da bir lakabı vardı, hamamları seviyor ve ara sıra felsefe yapıyordu.
4
MANİTAS
Yıllardır doğduğum yerleri ziyaret etmemiştim. Yaptığım ilk şey telefon numarasını Zonios’tan aldığım Manitas’ı aramak oldu. Sesimi duyunca heyecandan nefesi kesildi. Hoş beş edip iki gün sonra Galatasaray Hamamı önünde buluşmaya karar verdik.
Sonbahar olduğundan hava pek keyifsizdi. Pera’daki eski konaklar olduklarından daha melankolik görünüyorlardı. Sanki çok üzgündüler ve benimle konuşuyorlardı: “Yas tutuyoruz çünkü güzelliğimizi ve gururumuzu aldılar”. Utandım. Kendimi bir suçlu, bir kaçak gibi hissettim. İki büklüm bir şekilde Galatasaray’ın ara sokağına saptım. Ağır adımlarla Zoğrafyon’un önünden geçerken okul sıralarında eskittiğim pantolonlar geldi aklıma. Hüzünlendim. Hava gibi benim de keyfim kaçmıştı. Arkadaşım Manitas’la buluşmak üzere hamama doğru yürümeye devam ettim. Geçen yılların izlerini üzerinde taşısa da onu hemen tanıdım. Yolun kıvrıldığı yerde duvara dayanmış, dudaklarında biraz laubali biraz sinsi bir tebessümle ve elinde sigarayla beni bekliyordu.
Kilo almış, gür saçları seyrekleşmiş ve şakaklarına gölgeler düşmüştü. Acaba o da beni tanıyabilecek mi diye düşündüm. Beni görür görmez sigarasını yere atıp tıpkı eski günlerdeki gibi ayağıyla söndürdü ve koşar adım yanıma gelip beni canı gönülden selamladı. İkimiz de duygu seline kapıldık. Yine de ona, “Ara sıra eskileri hatırlıyor musun?” demekten kendimi alıkoyamadım.
Kışkırtıcı bir şekilde gözlerimin içine bakarak Türkçe “Hatırlıyor muyum? “Ben her şeyi çok iyi hatırlıyorum. Burada bizi bir başımıza bıraktınız. Göç ederek hepimizi yerle bir ettiniz. Peki ya siz bunları hatırlıyor musunuz? Bizi hatırlıyor musunuz?” dedi.
İthamındaki acıyı yüreğimin derinliklerinde hissettim: “Elbette çok iyi hatırlıyorum. Hattâ Sesos tarafından tanıştırıldığımız o günü bile tıpkı bugünmüş gibi hatırlıyorum.”
Sarmaş dolaş bir şekilde laflayarak hamama doğru yöneldik.
“Tanışıyor musunuz?” diye sormuştu Sesos. “Tanıdık gibi” demiştim yarım ağızla. Toni yani Manitas, o zamanlar sahip olduğum ya da olmak istediğim arkadaş tipi değildi. Yirmi üç – yirmi dört yaşlarında, yaklaşık bir yetmiş yedi boyunda, altmış beş kilo civarındaydı. Sol yana ayrılmış siyah saçları, düzgün şekilli, oldukça küçük burnu ve durmadan hareket eden ışıltılı siyah gözleri vardı. Sinsi tebessümünün yamukluğu, bir yandan sol köpek dişlerindeki eksikliği ortaya çıkarırken diğer yandan da bu nezaketin doğuştan mı geldiğini yoksa seninle dalga mı geçtiğini anlamana izin vermiyordu. Siyah gömleğinin altına siyah bir fanila giymişti. Üzerinde siyah bir pantolon ve açık gri renkte çizgili flanel bir ceket vardı. Sol elinin serçe parmağına altın bir yüzük takmıştı. Sağ başparmağının tırnağı oldukça uzundu. Siyah ayakkabıları aceleyle dışarı çıkarken ayağından çıkarmayı unuttuğu ev terliklerini andırıyordu.
“Bre Sesos, Manitas yolda terlikle mi yürüyor?” demiştim.
“Sus! Ayakkabı onlar, hem de kendisi yapmış.” diye arkadaşını müdafaa etmişti Sesos.
“İyi de ona ne iş yaptığını sorduğumda ayakkabıcı olduğunu söylemedi ki; ‘İşportacıyım’ dedi sadece.”
“Evet, yağmurda asla karşılaşamayacağın bir işportacı.”
“Niye, eriyecek mi?”
“Hayır da ayakkabılarının tabanları açılabilir.” demişti bu sefer de Manitas gibi gülümseyerek.
Hem Sesos hem de Manitas, insanı ikilemde bırakan ve sebebi anlaşılamayan, aynı sinsi tebessüme sahipti. İkisi de doğma büyüme Kurtuluşlu değildi. 1955 yılının 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’un başka semtlerinden Kurtuluş’a taşınmışlardı. Manitas, Kurtuluş’a geldikten birkaç ay sonra ortadan kaybolmuştu. Onu iki buçuk yıllığına askere alıp neredeyse beş yıl sonra terhis etmişlerdi. Zonios, “Ne oldu bre uyanık!… Sen mi unuttun yoksa onlar mı unuttu günleri saymayı?” diye takılmıştı o zamanlar. Manitas da tebessümle “Bizi çok sevdiler be birader, ne yapalım” demişti.
Manitas’ın başından geçenler koca bir kitaba sığmaz. Yine de onun bazı büyük başarılarına kısaca değinmek istiyorum. Askerliği mesela. Denizci üniformasıyla evine gelişini hatırlıyorum. O zamanlar İsa adında bir arkadaşı vardı. İyi bir aileden gelen yakışıklı, nazik bir delikanlıydı. Bu kadar zıt olmalarına rağmen nasıl da iyi anlaşırlardı, inanılır gibi değildi. Belki de iki kız kardeş olan Nitsa ve Fofo’nun marifetiydi. Kızların evinin karşısındaki duvara dayanıp İsa’nın kaliteli Pall Mall sigaralarını içerek zamanlarını geçirirlerdi. İsa, Manitas’tan daha uzun, zayıf ve soluk benizliydi. Ensesine kadar inen siyah saçları ve melankolik bakışlı iri siyah gözleri vardı. Yanaklarındaki hafif koyu renkli tüyleriyle bir Hollywood filminde İsa Peygamber’i mükemmel bir şekilde canlandırabilecek durumdaydı. Sebebini bilmiyorum ama Manitas askerden döndükten sonra araları bozuldu ve ‘yapışık ikizler’ dediğimiz, asla ayrılmayan iki eski dost birbirlerine küstüler. İçimizden bazıları “Kızlar yüzünden!” demişti o zamanlar. Manitas’la konuşurken aklımdan bunlar geçiyordu.
Tanıştırıldığımız o güzel cumartesi öğleden sonrasında Manitas’ın kadim dostu Sesos “Haydi çocukları bulmaya gidelim” demişti. Genellikle kan kardeşler grubu ile buluştuğumuz Ali’nin kahvesine doğru yola koyulmuştuk. Manitas, alaycı bir tavırla minik bir reverans yapıp önce benim geçmeme izin vererek kapıyı açmıştı. Sonra da sigarillosundan derin bir nefes çekip gözlerime dokunan ve beni boğan dumanını yüzüme üflemişti. Ya Kurtuluş’un en iyi çocuklarından oluşan kan kardeşler grubunun üyesi olduğundan dik yakalarla ve dudağının ucunda bir sigarayla soğukkanlılığını koruyup ölçülü ve çevrende olup bitene kayıtsızmış gibi davranacaktın ya da çoğunluğun sıradanlığı içinde kaybolup kurtlara yem olacaktın.
Sesos’un “Merhaba”sına, İngo’nun ve Arnavut’un yarım ağızla “Merhaba” dediğini; Toni Manitas’ın “Selamün Aleyküm”üne ise etraftaki çoğu ağzın tertemiz bir “Aleyküm Selam” dediğini hatırlıyorum. İngo ve Arnavut tanımadığım iki kişiyle kâğıt oynuyorlardı. Kumarbaz Sesos ile Manitas, seyirci gibi masadaki yerlerini alıp büyük bir dikkatle oyunu izlemeye başlamışlardı. Bir saattir sürekli kaybeden İngo kart dağıtma sırası kendisine gelince Manitas’a dönüp “Benim yerime devam etmek ister misin?” demişti. Manitas, her zamanki gibi Türkçe olarak “Tamam birader” demiş, dudaklarına yerleştirdiği tebessümle İngo’nun yerine kurulup kâğıtları karmaya başlamıştı.
Genel olarak ben kâğıt oyunlarından hiç anlamam. İlgilenmem de. Belki de bu yüzden olacak Manitas desteyi eline alıp karmaya başlayınca çok şaşırmış ve “Her şeyden de anlar kör olmayasıca, Altınparmak bile Manitas’ın yanında bok yemiş.” demiştim kendi kendime. Manitas’ın o hali Göksu Panayırı’ndaki Altınparmak’ı anımsatmıştı bana.
Göksu Boğaz’da bir mahalledir. Eskiden Meryem Ana’ya ibadet etmek ve güzel bir gün geçirmek için çok kalabalık bir halk kitlesi buraya gelip panayırı ziyaret ederdi. İnsanlar mukaddes kaynağın aktığı yerden, kırmızı balçıktan emzikli testilerini kutsal su olan ayazmayla doldurur, çocuklarsa testinin emzik kısmını (suyun aktığı yeri) üfleyerek ıslık sesi çıkarır, neşe içinde oyunlar oynarlardı. Altınparmak’sız bir panayır düşünülemezdi. Hokkabazlıkla seyyar satıcılık arası bir iş yapan Altınparmak, altın işlemeli bir ceketle siyah bir pantolon giyer, büyük bir şapka ve beyaz eldivenler takar, burnunu kırmızıya boyar sonra da kâh köpüklü sudan baloncuklar yaparak kâh boş sanılan şapkanın içinden rengârenk kâğıtlar çıkararak çocukları eğlendirirdi. Kimi zamansa izleyenlerden birine bir iskambil destesi verir ve içinden seçtiği kartı bulmaya çalışırdı. İşte böyle şeylerle çocukları etrafına toplayıp mallarını satardı. Tezgâhında kavallar, düdükler, oyuncak tabancalar, renkli bilyeler ve başka pek çok gösterişli oyuncak olurdu.
Kartları dağıtmada en hızlısı ve profesyoneli Manitas’tı. Oyun kuralınca oynanıyor, gülüyorlar, eğleniyorlar, kaybedince mızmızlanıyorlardı. Oyunun sonunda Manitas sadece İngo’nun kayıplarını kapatmakla kalmadı, üstüne bir de kâra geçti. Kaybedenlerden hiçbiri destedeki beşinci valeyi fark etmemişti. Fakat etraftaki uyanıklardan biri kazananın elinde hileli kartlar olduğunu söyleyince deste incelendi, kartlar iki kez sayıldı. Her şey normaldi.
“Yok be birader, dört taneler işte!” demişti Toni’miz masumca. Mızmızlanan iki kişi, sonunda çayları, kahveleri ve şerbetleri ödemiş, biz de yavaş yavaş evimize doğru yola koyulmuştuk.