İnsan düşüyor, kalkıyor, kendisine bir hikâye kuruyor. Kendi hikâyesine çok inanıyor, az inanıyor, hiç inanmıyor. Başkalarının hikâyesine inanıyor. Kendisine inanılacak değişik hikâyeler buluyor. Bir ömrü bir hikâyenin parçası olmak için tüketiyor.
Bana diyorsun ki “Bu dünya anlamsız; ben burada olmayı kendim seçmedim.” Bu sözcüklerde burası ile orası arasında asılı duran bir hayatın izleri var. Yokluk ve varlık arasında yürüyen bir ip cambazının hüneri.
Şimdi diyorum ki ben sana, her şeyin bir anlamı var. Çiçeğin, böceğin, dalları eğen rüzgârın, ağzımızdan çıktıktan sonra yüzyıllarca uzayda asılı duran sözcüklerin bir anlamı var.
Konuşuyoruz seninle. Yavaş yavaş iyileştiğini hissediyorum. Öfken azalıyor. Artık Tanrı’ya kızmıyor gibisin. Ve artık şükür ki, yaralarından ibaret değilsin. Hayatın çiçek tozları gibi oradan oraya neşe içinde uçuşuyor. Varoluşuna sinen ıstırap sanki daha derinlere, kımıldadığında hissetmeyeceğin bir yerlere iniyor. Onunla da başın hoş olsun, çünkü bir anlamı var.
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR
Güzelliği Ararken
Her Dem Yeniden
Aşk Uygarlığı
Hazan Yaprakları
Kaderin Tanığı
Her Şeyin Bir Anlamı Var
Mutluluk Kelebeği
Ümidin Gücü
Tanığım Yeryüzü
Sarhoş Gemi
İKİNCİ BÖLÜM SESSİZLİĞE ÖVGÜ
Söylenmemiş Aşkın Güzelliğiyledir
Sev ya da Sus!
Alo
Kapsama Alanı
Orada Olmak
Biraz Konuşmaya Ne Dersin?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ÖNCE AHLÂK
Kaygı Çağı
Narsisizmin Günahları
Dindarın Şüphesi
Dindarın Günahı
Onbirinci Saat
Kurt ve Kuzu
Önce Ahlâk
Radikal Empati
Sokak Ağzı
Haset ve Şükran
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YİTİK CENNETE YOLCULUK
Bir Ruhum Var, Baki
Babam İs, Gezisinde
Korkuyorum Anne!
Hormonlu Çocuklar
Organik Çocuklar
Gecegezen Kızlar
Rahme Rahmet Yok
Nuri’nin Oğlu
BEŞİNCİ BOLÜM
SANA, BANA VE ÜLKEME DAİR…
Hayat, Teselli Bulmaktır
Görünmez Duvarlar
Asansörde Birden İsa
Aklımı Seveyim
Bedenim Benim Meselemdir!
Nefret
Gülelim. Eğlenelim
İnsanlığın Acısı
Türkiye İçin Henüz Vakit Var
Yarın Başka Bir Ülke
Başka Bir Dünya
isim İndeksi
Birinci Bölüm / HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR
Güzelliği Ararken
Ruhun ihmal edildiği bir dünyada, güzellik, öncelikler listesinde sonuncu. Güzelliğin feda edilebilir bir şey olduğunu düşünmekle ruhu gıdasından mahrum bırakıyoruz. Ruh, güzellikle beslenir; onun yokluğunda ‘güzellik nevrozu’ndan muzdariptir.
Yönergeler insanları daha bilgili kılar. Hissetmek ise daha bilge. Ruhun ihmal edildiği bir dünyada, güzellik, öncelikler listesinde sonuncu. Güzelliğin feda edilebilir bir şey olduğunu düşünmekle ruhu gıdasından mahrum bırakıyoruz. Ruh güzellikle beslenir. Besin beden için neyse; insanı mutlu eden, karmaşık, büyüleyici imgeler de ruh için odur. Eğer psikoloji fikrimizi ruh üzerine inşa edersek, tedavi çabalarımızın amacı güzellik olacaktır. Hayatlarımızda güzellik eksik kalırsa, ruh da benzeri ızdıraplara duçar olacaktır: Depresyon, paranoya, anlamsızlık, bağımlılık gibi. Ruh güzelliğe açtır ve onun yokluğunda ‘güzellik nevrozu’ndan muzdariptir.
Ruh için günlük pratik hayattan zaman zaman uzaklaşmak ve zamansız, ebedî gerçeklikleri tefekkür etmek önemlidir. Kimi geleneklerde bu duruma ‘ruh tatili’ adı verilir. Hayret ve tefekkür anları için günübirlik etkinlikten sarf-ı nazar etmek. Yoldan geçerken manzara sizi büyüler ve hemen bir mola verip o güzelliği içinize çekersiniz. Ruh, her gün bir güzellik anını yakalar. Güzellik biçimde değildir, eşya ve tabiatın bizi tefekküre ve kâinatla yekvücut olmaya davet eden yanı niteliğindedir. Güzellik, tahayyüle hadsiz bir ufuk kazandırır, asla kuruyup yitmeyecek bir tahayyülü besler. Seyri hoş olmayan bir şey bile kalbi derin bir tahayyüle gark etmek suretiyle kendi güzelliğini vazeder.
Mabetler sadece pratik sebeplerle inşa edilmez, onlar aynı zamanda tahayyül içindir. Sinan’ın eserleri ruhun güzellik ihtiyacına hitap eder, bize kutsalı düşleme imkânı sunar. Güzelliği takdir etmek, ruhu karıştıracak şeylerin gücüne açık olmakla mümkündür. Eğer güzellik karşısında etkileniyorsak, o halde ruh uyanıktır. Ruhun yeteneği, etkilenebilmesinde gizlidir.
Yıldızların parladığı bir çöl gecesi tahayyül edin. Saf ve duru sessizliğin ortasında. Oradan yayılan şey, güzelliktir. Burada güzellik, gözlemcinin yansıttığı bir şey değildir, kaçınılmaz bir biçimde gerçektir ve kalplerimizde karşı konulmaz bir tepki uyandırır. Tıpkı doğruluk ve iyilik gibi, güzelliğe de tepki veririz. Çünkü onlar bizim dışımızdaki nesnel gerçeklerdir, bize ilham verir ve bizi ışığın kalbine taşırlar.
Estetik deneyim, bize acil ben-yönelimli ihtiyaç ve ilgilerimizin dışında ulvî bir dünya olduğunu fısıldar. İnsan iyilik, doğruluk ve güzelliğe cevap veremediğinde tam ve sağlıklı bir biçimde yaşayamaz. “Kendi değerini kendin yarat” tarzı yüzeysel bir felsefe burada işe yaramaz, kendi adımıza hedefler icat ederek hayatın anlamını yakalayamayız. İnsan tabiatı, ancak dünyanın güzelliği karşısında duyduğu hayret ve lezzet yeteneklerini sistemli bir biçimde derinleştirmekle kendisini gerçekleştirir. Şefkat, merhamet, sempati ve diyalog gibi ahlâkî duyarlılıkları geliştirmekle kendimizi gerçekleştirebiliriz. İnsanlık durumu kırılgan. O halde, rasyonel bir biçimde iyiliğin tarafında saf tutmak yetmez. Sonunda iyiliğin kazanacağına, iyiliğin mukavemet edeceğine de inanmamız icap eder. Ümidin ışığında yaşamak gerekir. Böyle bir iman ve ümit, ikisine ilham veren aşk gibi, bilimsel bilginin alanından devşirilemez. Onları ancak manevî disiplinlerin yardımıyla elde ederiz. Bütün iyi manevî yollar insanı doğru eyleme, kendini keşfetmeye ve diğerlerine saygı duymaya davet eder. Manevî olan ancak güzelliği görmekle başarılır ve nihayet ancak manevî temrinlerle güzelliği açık seçik görebiliriz.
Tanrı, Hüsn-ü Mutlak’tır, mutlak güzel. Güzellik karşısında duyduğumuz hayranlık, bizi Güzeller Güzeli’ne yaklaştırır. Bütün güzellikler O’nun güzelliğinin tecellisidir. Güzeller ve güzellikte ezel âleminin hatırası vardır. “Nereye dönerseniz dönün, orada O’nun yüzü, O’nun güzelliği var.”
Güzellik, insanın içinde uyanmak isteyen bir hatıradır.
Her Dem Yeniden
Yeni paradigma bizi haşyete çağırıyor. İnsan bilinemeyen karşısında kendi sınırlarını keşfediyor. Bilim ve ruhu birbirinden ayıran sınırlar anlamsızlaşıyor, ruh yaratılışın görkemi karşısında haşyetle sarsılıyor. Bilinç, sufilerin irfanıyla tanışıyor.Her şeyin önceden kestirilebilir olduğu bir dünyada mı yaşıyoruz, yoksa belirsizliğin kol gezdiği bir dünyada mı? Yeni bilimsel paradigma, bize dünyanın bir dengesizlik ve belirsizlik halinde bulunduğunu söylüyor. Sistemler dengeden uzaklaşıp belirsizliğe yaklaştığında daha yaratıcı bir hüviyet kazanıyor. Aslında belirsiz bir dünyada bulunmanın kendisi endişe uyandırıyor. Daha fazla özgürlüğe doğru yol aldığımızda, önümüzde, aralarında seçim yapmamız gereken daha fazla seçenek beliriyor ve endişe tırmanıyor.
Kimi insanlar bu endişeyle baş etmek için yaratıcı itkilerini dizginler. Kişiliğin yoksullaşması pahasına endişeden muaf bir hayat yeğlenebilir. Ama insan bu pazarlıkta belki de benliğinin en değerli parçalarını rehin bırakacaktır. Endişe, yeni şeyler söylemek, farklı düşünebilmek için gerekli. O halde onu yeni bir kalıba sokmalı ve olumlu bir hayat kuvveti haline dönüştürebilmeliyiz. Endişe bizi yutacak gibi olur, varlığımızı tehdit eder, teyakkuza geçirir. Ona karşı koymak için kimileyin duyarlıklarımızı törpüler, duygusal olarak geri çekilir, bilincimizi örteriz. Oysa, bilinç büzüşmesi ancak arızî olarak işe yarar. Yaptığımız şey, içimizdeki yaratıcı enerjiyi tıkamaktan başka bir şey değildir. Kendisini yenileyen, belirsiz bir evren karşısındayız ve bilincimizi endişeye açmakla, içimizdeki yaratıcı potansiyeli de harekete geçirmiş olacağız.
Kimsenin kalabalığa sığınarak yüzünü gizlemek gibi bir hakkı yok. Her insan, biricikliğinin ve varoluşunun özel amacının davasını gütmek zorunda. Özgürlük ihtimali her zaman endişe uyandırıyor. Her varlık anında, sonsuz seçenek gizli. Her biri başka biçimlerde çiçek açabilecek sonsuz ihtimal. Belirsizliğin toprağında yollar daima çatallanıyor. Ya birini ya da ötekini seçmek zorundasın.
Bilge bilim insanı İlya Prigogine, belirsizliğin varlığa içkin olduğunu söylüyor. “Şans veya ihtimalden bahsettiğimizde artık bilgisizlikten dem vurmuş olmuyoruz, yeni, daha geniş bir rasyonaliteden söz ediyoruz.” Üstada göre, hakikatin tam da kalbinde yatar belirsizlik. Determinist dünya tasavvuruysa, bugüne dek bize şu masalı söylüyordu: “Dünya öyle yapılanmıştır ki, herhangi bir olay rasyonel olarak öngörülebilir. Geçmiş olayları kesin bir biçimde tarif eder ve doğa kanunlarını uygularsak doğru tahminlerde bulunabiliriz.” Oysa yeni bilimsel paradigma kâinatın her an yeniden şekillendiğini, ‘her dem yeniden doğduğunu,’ parçaların birbirine bağımlı bir şekilde bu yenilenme sürecine katıldığını haber veriyor. Kâinatı kapalı ve statik bir sistem olarak gören anlayış terk ediliyor. Yeni modelde belirsizlik gerçektir, kâinat her dem yeniden yaratılmakta ve bu karmaşık yapı kendiliğinden değişmektedir. Varlığa içkin olan belirsizlik fikri, klasik bilimin temellerini sarsıyor. Doğrusal, neden-sonuç ilişkisine dayalı bilim anlayışı anlamsızlaşıyor. Kâinat bir karşılıklı bağımlılıklar ağı. Bütün sistemler etraflarındaki diğer sistemlerle etkileşiyor, birinin çözünmesi diğerine gıda oluyor. Sistemler dengeden uzaklaştıkça da özgürlüğe yaklaşıyor.
O halde, herhangi bir kapalı sistem düşüncesi insanı yanılsamaya götürüyor demektir. Hiçbir şey ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Belirsizlik düşüncesi, kâinatı birbirine bağlı, birbiriyle ilişkili ağvari örüntüler şeklinde görmemizi mümkün kılıyor. Bilim, bugüne kadar mekanistik ve doğrusal bir tasavvurla düzeni kutsamış ve gerçekliği nesnelleştirdiğini öne sürmüştü. Kâinatın esrarından söz ettiğinizde, bilirkişiler sizi kolaylıkla hurafe, cehalet veya metafizikle suçlayıp bilimin dışına sürebilirdi.
Esrar, tanımı gereği bilinemez, kontrol edilemez, o halde ona dikkat etmeye değmez. Oysa yeni paradigma bizi haşyete çağırıyor. Bilinmeyen karşısında ürperişe. Belirsizliği ve bilinemeyenin esrarını kabullenen yeni ve daha gelişmiş bir bilince çağırıyor. İnsan bilinemeyen karşısında kendi sınırlarını keşfediyor. Bilim ve ruhu birbirinden ayıran sınırlar anlamsızlaşıyor, ruh yaratılışın görkemi karşısında haşyetle sarsılıyor. Bilinç, sufilerin irfanıyla tanışıyor. Ve pirimiz Yunus, bize asırlar ötesinden göz kırpıyor: “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası.”
Aşk Uygarlığı
Başka bilme biçimlerine saygı gerekiyor. Anlamak için sevmenin önkoşul sayıldığı manevî disiplinlere açık olmak iledir ki, bilim insan ruhunun susuzluğunu giderebilir. Bilmek için kimileyin sevmek gerekir. İşte, tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına bir çare olarak beliriyor. Modern çağda insan ruhunun çoraklaştığını, insanın anlam arayışına bütüncül bir cevap sunamayan psikoloji ve psikoterapi öğretilerinin ruhun sızısına da merhem olamadığını görüyoruz. İnsan ebediyeti arıyor ve ötelerin sesini duymak istiyor. Yıldızlı bir gece karşısında huşu ile ürperen insan, ruhuna bir şey söyleyemeyen, varoluşu sadece yatay bir düzlemde tanımlayan öğretiler, homo religioso‘nun aşkınlığa susamışlığını, içinin seslerini kâinatın ahenk ve ritmine ayarlama isteğini görmezden geliyor. İnsanın anlam arayışına kapılarını kapayan ruhsal doktrinler, tedavi etmeye çalıştıkları hastalık ve çatışmaları çoğaltmaktan öte bir işlev görmeyen ‘konformist psikolojiler’e dönüşüyor.
Çağdaş psikoloji ve psikoterapi akımlarının insanın dünyadaki serüvenine hayırhah bir açılım getirebilmeleri; etnosantrik, Batı ve birey merkezci, maddeci yönelimlerinden arınabilmeleriyle mümkün. Başka bilme biçimlerine saygı gerekiyor. Anlamak için sevmenin önkoşul sayıldığı manevî disiplinlere açık olmak iledir ki, bilim insan ruhunun susuzluğunu giderebilir. Bilmek için kimileyin sevmek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.
‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tüketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günümüz insanına söyleyeceği çok şey var.
Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhunun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayretle gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkarmaya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, tasavvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yolculukta insanın geçmişin çatışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek benlik, üzerine Tanrı’nın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolojisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu tekemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzularından sıyrılarak huzur ve itmi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İnsan her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göstermek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir terapistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleyecektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğu’nu taşımayan her kelime incitici olabilir.
Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağını, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği aksettiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var ettin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı…
İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanını işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeliğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânân’la buluşma arzusu. Şifa sahibini arayış…
Bir sufi sözünde söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”