HİLÂL VE HAÇ
Abdullah Ziya KOZANOĞLU
BİLGE KÜLTÜR SANAT
Bacaklarına koyun pöstekileri sarılmış gibi iri ve kıllı ayak ^bilekleri ile yerleri eşeleyen koca beygirlerin üzerindeki korkunç adamları, Haron Levi çipil gözleriyle küçücük görmek gafletinde bulundu.
Bu yanlış görüş sonunda -her küçük şey gibi sevimli ve zararsız olduklarını sanarak- yanlarına sokulmakla da kendi ölümüne kendi ayağıyla gitmiş oldu:
– Yaşasın ölmeyen ve bizi yedi kere yedi bin kat göklerin üstünden koruyan Allah’ın oğlu büyük İsa!
Dev atların üstünde uyuklar gibi duran atlılardan biri gürledi:
– İsa yaşasın, yaşasın ama biz de yaşayalım bezirgan.
– Siz de yaşayın!
– Bir şeyler sökül de yaşayalım.
Haron Levi’nin kırpıştırdığı gözleri açıldı; o zaman ilk görüşünün sakatlığını sezdi. İri atlar, üzerindeki dev heriflerden daha küçüktü. Atlar küçülmüş, serseriler büyümüştü.
İçlerinden biri yere atladı. Haron Levi’nin karşısına dikildi.:
– Sana kim derler bezirgan?
– Haron Leşit.
– Anlamadım?
– Haron Leşit. İsa’nın bu yoksul kullarına bir şeyler satar geçinirim. Adım çok tanınmıştır.
– Yani zavallıları kazıklar, soyarsın.
Haron Levi, elinden geldiği kadar şirin görünmek zoru ile kirli dişlerini ileri çıkararak sırıttı:
– Onlarda soyulacak hal kalmış mı arslanım?
– Doğru, sen mal satarak, senin sattığın malları biz ellerinden alarak çırılçıplak ettik koca Haçlılar ordusunu.
Haron Levi’nin gönlü bulanmaya başladı:
– Sizinle meslektaş olduğumu bilmek bana şeref verdi.
– Ama bize şeref vermiyor.
Tam bu sırada bir bezirgan karşısında atlarından hep birden inmeyi yiğitliklerine yediremeyen devlerden biri, çizmesinin burnu ile yoksul Haron Levi’nin çenesine bir tekme attı.
Haron Levi, dibi kesilmiş zeytin ağaçları gibi patırdayarak yüzükoyun yerdeki tozların içine yatıverdi.
– Merhamet İsa’nın sevgili kulları, merhamet, diye inledi.
Fakat İsa’nın sevgili kullarında babalarına bile merhamet edecek surat yoktu.
– Ya malını, ya canını bezirgan, diye gürlediler. Sözü uzatma. “Mal” sözü yerde cansız gibi yatan Haron Levi’nin başını tozlar içinde havaya kaldırmaya yetti:
– Arslanlarım, dedi. Ben malım ile canımı hiçbir zaman yan yana bulundurmam.
Canım size kurban olsun, fakat yanımda bir Frenk mangırı bile taşımam.
Yerdeki dev adam:
– Hele bir bir arayalım, diye homurdandı. Bak canının düşeceği korkunç hali görünce, malın tıpış tıpış nasıl yanına gelir.
Tekrar yere eğilmeye tenezzül etmeden Haron’un beli ile kaba etleri arasına öyle usturuplu bir tekme attı ki, yayına dokunulmuş kukla ibişi gibi Haron, olduğu yerde dikiliverdi.
Fakat tecrübeli bezirgan bu konuşmalardan, bu ustaca yapıştırılan tekmelerden kimlerin karşısında bulunduğunu anlamıştı. Birden kanaraya götürülen danalar gibi böğürerek ağlamaya başladı.
Sesinin bütün kuvveti ile bağırıyor, arada bir de boğuluyormuş gibi öğürüyordu.
Haron, kopardığı bu şamata ile dinsiz ve merhametsiz atlıların yüreğini yumuşatamayacağını çok güzel biliyordu.
Fakat bir yerden bir şeyler olur, birisi yardıma koşar diye umutlanıyordu.
Bu düşüncesinde aklanmadığı meydana çıktı. Bir ses gürledi:
– Ne oluyor, orada? İnek boğazlayacak başka yer bulamadınız mı kuyruksuz hergeleler.
Bu “Kuyruksuz hergeleler” sözü, atlıların çok ağrına gitti.
Haron Levi’nin yardımına bir gelen olmuştu ama, bu gelenin de Haron’u kurtarayım derken, kendi bacaklarını kırdırması da olmayacak işlerden değildi.
Bir an için yardımcısının gür sesinden ümitlenerek canının ve dolayısıyla malının kurtulduğunu sanan Haron’un, çatlak sesin sahibini görünce ümitleri kırılıverdi.
Bu yeni gelen de kendini soymak isteyenler gibi bir serseri idi ve üstelik de silâhsızdı.
Nitekim, yerdeki atlı homurdandı.
– Sen kim oluyorsun? Ölümüne mi susadın, defol! Ağaçların arasından büsbütün çatlak ve gür çıkan sesin sahibi, başını gururla doğrulttu:
– Bizimle konuşurken biraz dikkatli ol arkadaş, biz çizmeleri yırtık, kokmuş ayaklarınızla kirlettiğiniz bu yerlerin sahibi Kadı Han’ız.
– Anlamadım? Nerenin sahibi?
– Viyana’dan, İstanbul’a kadar tekmil bu toprakların hakanıyım. Haron Levi, kendisine biraz olsun gülen kurtuluş ümidinin bu duyduğu son sözlerle büsbütün uçuverdiğini anladı.
Bu kurtarıcı taslağı bir zırdeli idi.
İçinden:
“- Hey gözünü sevdiğim Musa peygamber, dedi. Büyüksün, büyüklüğüne şüphe yok ama, imdat isteyen sadık kuluna yardım etsin diye gönderdiğin şu deliye bak da kendinden utan.”
Yerdeki atlı da, bu deliye kızmayı lüzumsuz görmüş olacak ki:
– Hoş gör sayın hakan! dedi. Sizi böyle bayraksız, atsız, silâhsız, yiğitsiz, çaputsuz görünce birden tanıyamadık.
Deli bu sözlere büsbütün kızdı:
– Kulaksız hergele, diye gürledi. Yoksul insanları güçlendiren at, silâh ve çaput gibi pis şeylerin bana bir değer vereceğini sanıyorsan al. İşte bir atım oldu.
Deli birden sıçradı. Hayır, sıçramadı, iki ayağı üzerinde yaylandı, bir çekirge gibi havada uçtu, yerdeki atlının başıboş duran atının üstünde dikiliverdi: Sonra:
“- Yanlış görmüş olmayalım?” diye gözlerini şaşkınlık ve korku içinde açan üç serseri ile yerde doğrulmak üzere olan Haron’u alaylı gözlerle süzdü.
– İşte bir atımız oldu, dedi. Başka eksiğimiz de var mı?
– Var pis uğru, tarla haydudu var! Böyle bir kılıcın eksik.
Delinin kendi atlarına teklifsiz, destursuz konmasına sinirlenen serserilerden biri kılıcını çekmiş, atını tepmiş, üzerine saldırı-vermişti.
Haron, korkusundan gözlerini yumdu. Bu hareketi ile de eşi şövalye düellolarında bile görülmeyen, krallara lâyık bir kavgayı kaçırmış oldu. Delinin tepesinde enli kılıç bir şimşek gibi çakmış, kafasını yarmak için iniyordu. Kalkanı, kendini koruyacak hiçbir şeyi olmayan bu yoksul, birden eğildi. Yuvarlak başını, elinde kılıç atılan serserinin karnına gömüverdi.
Bir çığlık, demin Haron’un dana boğazlamasını andıran sahte çığlığından on kere daha tüyler ürpertici, sahici bir çığlık duyuldu.
Serserinin iki kolu birden ipi çekilmiş kuklalar gibi havaya uçtu.
Sonra arkası üstü tozların içine yuvarlandı.
Başıboş kalan kalın bacaklı atı, çalıların arasında koşarak kayboldu.
Deli, elinde parlayan kılıcı havada sallayarak üçüncü serseriye doğru, üzerinde bulunduğu yeni atını tepti.
– Kılıç kötü amma, siz mademki at ve kılıç meraklısısınız, işte kılıcımız da oldu.
Şimdi de bir bayrak lâzım. Adımı unutmadınız değil mi? Kadı Han, kim bu Kadı Han?
Bilmiyor, tanımıyor gibi durmayın, kulaksız hergeleler… Ben adının anıldığı yerde havaya dikilmiş baş kalmasından hoşlanmayan hakanlardanım. Eğilin, Attilâ’nın torunu Kadı Han’ın karşısındasınız, eğilin, bre sersemler… Eğilin ve canınızı bağışlamam için yere kapanıp. Tanrı’ya yajvarın.
Haron Levi, korkudan yarım kalmış aklına rağmen artık kurtulduğunu sezdi:
– Yaşasın Attilâ’nın torunu haşmetlû hakanımız Kadı Han, diye haykırdı ve içinden de:
“Büyük Musa peygamber, dedi. Bir an için senin büyüklüğünden şüphe eden bu uğursuz kulun Haron Levi’yi affet. Sen çok büyük peygambersin, buradan yardımın ile kurtulursam sana iki yüz koç kurban edeceğim.”
Attilâ’nın torunu hiç de şakası yok gibi gözüküyordu.
– Biz bir şey sorunca öyle devedikeni yalamış sıpalar gibi sırıtıp kalmayın bre. Ne biçimde benim bayrağım? Attilâ’nın bayrağında ne vardı?
Haron Levi, dişini sıktı, kafasını kazıdı. Bin bir çeşit milletin, kralların, sultanların bayrağını, meslek zoru ve bayraksız oluşu yüzünden tanırdı.
Fakat adını duyup, ordusunu hiç görmediği bu şanlı hakanın bayrağını bilemiyordu.
Fakat Kadı Han hazretleri, onları bu sıkıntıdan kurtardı:
– Bilemiyor musunuz? dedi. Yazık, bilmiş olsanız canınızı bağışlayacak, suçlarınızı hoş görecektim.
Haron’u soymak isteyen serserilerin gözünde hayatın, yaşamanın pek önemi yoktu.
Bire karşı üç, çarpışmayı göze alacaklardı.
Fakat Kadı Han, hem çabuk konuşuyor, hem konuşurken de dilediğini elleri veya bacakları ile yerine getiriyordu!
– Size bir bayrak yapayım, diye alay etti. Şöyle at üstünde ve şıpınişi bir bayrak! Bir daha, bir hakan torununa: (Bayrağın, kılıcın, atın nerede?) diye sulu sırıtkan, sorgu sual sıralamaya cesaret edemezsiniz.
Atıldı, kendisine en yakın serserinin, omuz ve göğsünde kılıcını bir şimşek hızı ile gezdirdi.
Haron, burada da korkusundan gözlerini yummak gafletinde bulundu.
Böylece yedi yüz yıl sonra sinema filmlerinde bile eşi gösteri-¦lemeyen güzel bir kılıç oyununu seyretmekten mahrum kaldı.
Kılıç, serserinin vücudundan ayrılırken, ucunda kırmızı ve sarı bezlerle birlikte bir bayrak şeklini almış, gömleği alınan serseri de çırılçıplak kalıvermişti.
Kadı Han güldü.
– Bayrak fena değil, amma çok pis kokuyor! Kulaksız hergeleler sizi. Hiç yıkanmaz bu namussuz günbatılılar, dedi. Bir buyrultu çıkaracağım, benim ülkeme girmeden önce, Tuna nehrine girip yıkanmayı şart koşacağım! Haydi bakalım, şimdi toplayın kuyruklarınızı, atı da, kılıcı da bayrağı da gördünüz, toplayın bre!
Serserilere doğru üstünde kurulup, sahip çıktığı yeni atını sürdü.
Tam usta bir binici olduğu her halinden anlaşılıyordu.
Serseriler belki dayanacaklardı. Fakat elinden atını aldığı, biraz önce Haron’u yere yıkan arkadaşlarına öyle sıkı bir tekme savurdu ki, yoksul, ardına neft yağı sürülmüş koca katırlar gibi ormana doğru seke seke kaçmak zorunda kaldı.
Arkadaşlarının koşa koşa kaçtığını görünce, diğerleri de toparlandılar. Attilâ’nın sahici torunu karşısında bulunduklarına inanarak, çalılıkların arasından kaçıp yok oldular.
Haron, hemen koşup kurtarıcısının çizmelerinin burnunu öpmeye başladı.
– Oh büyük hakanımız Attilâ’nın torunu, kadıların hanı, hanların kadısı!
Kadı Han, Haron’un çenesini çizmesi ile geri iterek, yere atladı, canı sıkılmış gibi gözüküyordu.
– Sana kim derler bezirgan? diye sordu. Haron Levi sırıttı:
– Haron Leşit.
– Anlamadım. Haruner Reşit mi?
– Eh, hemen hemen öyle, bildiğiniz gibi Haruner Reşit.
– Sakın sen de Bağdatlı…
– Eh öyle gibi.
– Abbasi halifesi Sultan Harun Resifin oğlu olmayasın.
– Eh, neden olmasın? Bir Hakana bir Sultan… Kadı Han’ın canı sıkıldı!
– Bana bak bezirgan!
– Buyur hakanım.
– Ben böyle sulu şakalardan hoşlanmam. Sen bilir misin bu Balkan dağlarında kaç kulaksız serseri dolaşır? Tam üç bin yedi yüz yedi kulaksız… Ben, benimle alay etmeye kalkışanın kulaklarını alay olsun diye keser, avcuna koyuveririm. Gözünü aç.
Haron Levi, kendini tutamayarak kulaklarını elleri ile kapadı ve:
“- Musa peygamber, gönderdi, şükür olsun ama, diye düşündü… Pek uğursuz bir kurtarıcısını göndermiş bu kuluna. Böyle kurtarıcıya iki kurbanlık koç yeter.”
Kadı Han güldü:
– Senin asıl adın nedir?
– Allah çarpsın ben de unuttum. Kudüs’te Harun, Balkanlarda Haron; yerine, rüzgârına göre adımı değiştirir, geçinir giderim.
– Neyle geçinirsin?
– Bu günbatısından gelip Kudüs’e giden çekirge sürülerine öteberi satarım.
– Yani hancı tavuğu gibi yolcu pisliği ile geçinirsin. Haron, güldü:
– Aman hakanım, bu uğursuz oğlu uğursuzlar pislemezler ki yiyesin. Bunlar sade yer içer, şarap tulumu gibi de şişerler.
Haron Levi’nin çekirge sürüsüne ve şarap tulumuna benzettiği Haçlılar ordusunun başında çekirgeler gibi çevik, şarap tulumları gibi kırmızı ve tatlı bir imparator bulunuyordu.
Cermanya Kralı ve Roma İmparatoru: Frederik Barbaros. Frederik Barbaros, her Alman kralı gibi, şu düstura îman etmişti: İnsanlık bir ruhtur ki anası itaattir.
İşte bu itaate alışık, disipline yatık orduda o gün disiplin birdenbire bozuluvermiş, Haçlılar ordusu anasının şerefini lekelemiş-ti.
Nöbetçiler yüksek sesle konuşuyor, öncüler sorgusuz, destursuz geri geliyor; kralın çadırına girip bir şeyler anlatmaya çabalıyorlardı.
Frederik Barbaros, ağzı köpükler içinde, oğlu Romanya kralı, Altıncı Hanri’yi çağırdı:
– Kral! Bu disiplensizlik, bu başıbozukluk nedir? Bütün bu rezaletler sizin hükümdarı bulunduğunuz ülkelere ayak basar basmaz başlıyor. Yoksa siz de başında bulunduğunuz Romenlere uyarak yüzünüzü gözünüzü boyayıp köçekler gibi gece gündüz göbek atmakla mı vakit geçiriyorsunuz?
Romanya kralı Hanri; babasının disiplin işinde şakası olmadığını bildiğinden, iki topuğu birbirine yapışık, tıraşlı başı havada cevap verdi:
– Haşmetlû imparatorum, disiplinsizliğe sebep, şimdiye kadar başımıza hiç gelmemiş bir olaydır.
– Anlamadım, kimin başına hiç gelmemiş bir olay?
– Sizin, benim ve bizim orduların…
– Ne olmuş?
– Ordumuzun geçeceği, Karanlıkdere geçidini beş kişi tutmuş.
Frederik Barbaros’un kanı tepesine çıktı:
– Kaç kişi tutmuş?
– Beş kişi tutmuş, haşmetlû imparatorum.
– Romanya kralı Altıncı Hanri!
– Haşmetmeap?!
– Bu gece kaç testi Kıbrıs şarabi yuvarladınız?
– Sefer sırasında içki almak yasaktır sayın imparatorum!
– Peki, beş kişi yüz bin kişilik Alman ordusunu nasıl birbirine katar sevgili oğlum?
– Güldürerek!
– Nasıl?
– Güldürerek imparatorum! Bu beş kişinin başında gülünç bir adam varmış kralım.
Üstüne gidenlere öyle şeyler söylüyormuş ki, kavga çıkmadan gülüşüp geri geliyorlar.
– Ne diyormuş bu gülünç adam?
– Bu ne kepazelik Altıncı Hanri, Bir Roma imparatoru emrediyor da gene konuşmuyorsunuz, yoksa sizin de mi disiplininiz bozuldu? Ne diyormuş bu adam, emrediyorum, çabuk tekrar edin. Aynen ve harfi harfine.
– Baş üstüne kralım , bu gülünç maskara aynen ve harfi harfine şöyle diyormuş:
“Gidiniz, başkomutanınız Barbaros’a bildiriniz. Benim topraklarımdan ordusunu geçirmek için müsaade almamış olmasını cahilliğine veriyorum. Fakat bu ordu bana ayakbastı parası ödemeden bir adamı dahi ilerleyemez, ben bu ülkenin fatihi Attilâ’nın torunu Kadı Han’ım.”
Bu sözlerden sonra Romanyalıların kralı Hanri, imparator babasının huzurunda gülmek istedi. Fakat Frederik Barbaros, ayağını yere vurdu:
– Ben, bu sözlerde gülünecek bir şeyler göremiyorum Hanri! Karşımda öksüz kalmış katır yavruları gibi sırıtıp durma! Adam gönder. Kadı Han mı? Cadı Han mı? Her ne karın ağrısı ise bu kabadayıyı tutup buraya getirsinler ve öncüler yerlerini alsın, ordunun başı, ardına kaçmış, karnı tepesine çıkmış, bu ne disiplinsizlik?
Hanri koştu, şöyle beş daika geçmeden yanında sağ kolundan kanlar akan, başındaki tolgası ezilmiş bir şövalye ile tekrar içeri girdi:
Frederik Barbaros, önce kızmak istedi, sonra dudaklarını büzüp dişlerini gıcırdattı:
– Bu sevgili soylu kişimizi o gülünç dediğiniz Cadı Han mı bu hale koydu Hanri?
– Evet haşmetmeap! Kendisini zorla alıp huzurunuza getirmek isteyen iki şövalyemizden birini esir olarak yanında alıkoymuş. Robert Nassau kulunuza da, kolunu kırarak: “Git! demiş, kralına söyle, Attilâ’nın torunu zorbalıktan hoşlanmaz, ya da ayakbastı parasını ve hediyelerini göndersin, bunları ödemeyecek kadar şartlan yoksul ise kendisi buraya gelsin, ülkemden geçmek için gerekli şartları öğrensin! Bana zorbalık sökmez, bas!”
Hanri, babasının kızacağını veya bu kendini bilmez yol kesen haydudun haddini bildirmek için yeni bir emir vereceğini bekliyordu.
Fakat Frederik Barbaros, bir kolu yanında sarkan Robert Nassau’ya baktı, bir de telâşlı haliyle büsbütün gülünçleşen oğlunu süzdü:
– Hanri, diye emir verdi. Git haşmetlû Attilâ’nın torununa selâmlarımı bildir, bizzat karşılayamadığım için özürlerimi arz et, buraya kadar gelip çadırıma şeref vermelerini rica et. Git ve dediklerimi yap Hanri! Alman ordusunda başbuğun buyurduğu yapılır.
Böyle her buyruk alışta ağzını, zoka yutmuş Tuna balıkları gibi açıp bakmak da yeni mi çıktı? Yıkıl karşımdan itaatsiz evlât!
İtaatsiz evlât Hanri, emir almaya alışıktı. Çok gülünç ve saçma bulduğu halde bu emre de uydu.
Ordunun yolunu kesen, Kadı Han’ı babasının yanına tatlılıkla getirmeye gidiyordu.
Kadı Han’ı tanıyor ve bize yakın buluyorum amma koca bir Haçlılar ordusunun yolunu nasıl kestiğini, hele Romanya kralı Hanri’nin anlattığı dört atlı yardımcıyı nereden ve nasıl bulduğunu da öğrenmek istiyoruz.
Can havli ve Musa Peygambere iki yüz kurbanlık koçu birden adamış iken yardımına gelen Kadı Han’ı gözü tutmayınca koçları ikiye indiren Haron Levi, yavaş yavaş işin daha da kötüye gittiğini seziyordu.
Kadı Han:
– Bak Harun Reşit kardeş! diye sormuştu. Sen İsa Peygamberin kullarına ne satarsın?
– Ordunun ardından yürür, yiyecek ve içecekleri satın alır, ufak bir kâr ile tekrar onlara satarım.
– Başka?
– Büyük şövalyelere ve krallara Hazreti İsa’nın asıldığı ipten parçalar satarım.
– Bezirgan, sen benimle de alaya başladın. Göster şu ipi bakalım.
Haron Levi, katırının heybesinden birkaç tane eskimiş veya ustaca eskitilip antika haline sokulmuş kirli ipler çıkardı ve alışkanlıkla ipleri öptü, istavroz şeklinde göğsünde, ağzında ve alnında gezdirdi.
Kadı Han, ipleri süzdü.
– Harun kardeş, dedi. Sen bilirsin ki Hazreti İsa iple asılmayıp çarmıha gerilmişti.
– Bilirim.
– Peki, ne diye çarmıha çakılan çivileri satacağına, aşılmadığı ipleri satarsın?
Haron Levi gitti, katırın heybesinden beş on tane da paslı çivi getirdi.
– Bunları da satarım amma, dedi; bir orduya beş çividen fazla soktuk mu insanın namusundan ve sattığı malın aslından kuşkulanıyor namussuzlar. Bu cahil köpekler, ne anlar ticaretin inceliklerinden? Bak Müslüman ordusuna yüz elli senedir benim babam, babamın babası ve onun babası Sakalışerif satarız da gık bile demez Muhammed’in kulları, hem böyle sermayesi ipe, çiviye göre de çok da ucuzdur, berberlerden toplanmış sakal kılları.
– Anlamadım. Sakalışerif mi satarsınız Müslüman ordusuna?
– Evet, Müslümanlar haça, puta, çiviye, ipe para vermezler, ama bir şişe içinde peygamberlerinin bir sakal kılına bir altını seve seve öderler.
– Bir kıla bir altın. Seni kendime maliye bakanı tayin ettim Harun Reşit!..
Başına gelecek felâketi, birden kavrayamadığından Haron Levi, Kadı Han’ı etekledi.
– Allah ve peygamberleri ve yüzlerce yüz bin melekleri sizi korusun şanlı hakanım.
– Ben kimim biliyorsun değil mi?
– Evet… Attilâ’nın torunu Kadı Han’sınız.
– Tuna nehrinin her aktığı ülkenin sağı solu bana dedelerimden miras kalmıştır. Tam altı yüz senelik bir miras. Sana dedelerinden miras kalan Hazreti İsa’nın asıldığı ip, haça çakıldığı çivi ve haç, Hazreti Muhammed’in sakalının kılları ne getiriyorsa benim ülkelerim de onun yüz misli gelir sağlıyor.
– Kimsenin kârında, hazinesinde gözüm yok. Sağlık ve keyif içinde yiyiniz arslanım.
Herkes kendi sanatının inceliklerini elbette bilir.
– İyi amma bana dedelerimden kalan bu servet seninkiler gibi tükendikçeyerine konabilen cinsten değildir…
– Anlamadım?
– Yani sözün kısası, benim de Haçlı ordusunu sızdırabilmem için bana sermaye lâzım.
– Ne gibi sermaye?
– Bana ve yiğitlerime at, kılıç, uşaklarıma ve bana kadife elbise. Yani bir hakan torununa yaraşır giyim, kuşam.
-Yaa?
– Evet. İşte bana bunları maliye bakanım olan sen bulacaksın. Amma söz anlamaz herifsin be… Benim işe sermaye koyacaksın, seni kendime maliye bakanı ve ileride edeceğimiz kârlara ortak yapıyorum. Ne vurursak yarı yarıya. Büyük iş büyük kâr.
Berber artığı sakal kılından ne kâr kalır ki?
– Benim işime zor yetiyor benim sermaye, başka ortak bulsanız bu kârlı işe.
– Hayır, seni seçtim. Ortağım sensin. Seni gözüm tuttu, gönlüm sevdi. Sözü uzatma!
O zaman Haron Levi, üç dev gibi haydudu haklayan bu hakan torununun korkunç gücünü ve aklına koyduğunu yapma hırsını düşündü. Çaresiz bu zoraki ortaklığı kabule karar verdi.
Fakat gözlerini sağa çevirip:
“- Hey Allahım? Hey Musa Peygamber? diye mırıldandı. Bana bu belâlar kralını mı kurtarıcı diye gönderdiniz? Üste bana iki yüz koyun hediye etseniz gene ben zararlı çıktım bu alışverişten.”
Kadı Han kızdı:
– Ne homurdanıp duruyorsun Harun? diye seslendi. Haron Levi, içine çekti:
– Bizim çok kazançlı anlaşmaya, benim büyük patronu da ortak alıyorum.
Bir İmparatorla bîr hakan Karanlıkdere geçidini tutan ünlü Attilâ’nın torunu, bütün haşmet ve heybeti ile kayalar arasına saklanan dört kişilik ordusuna son emirlerini verdi:
– Haron?
– Buyur, hakan.
– Korkuyor musun?
– Hayır sayın hakanım, ben kaybetmeye alışkınım. Sermayeyi de sizin katıra yüklettiğime göre kaybedecek geride bir şey kalmadı. Siz korkmayın bu bize yeter.
Bu karşılık Kadı Han’ın pek hoşuna gitmedi.
– Siz sekbanlarım? dedi. Siz nasılsınız?
Kadı Han’ın “Sekbanlarım” dediği, kitabımızın başında Haron Levi’yi ellerinden kurtardığı haydutlardı.
“Zorla alamadığımızı tatlılıkla alırız” deyip, boğaz tokluğuna Kadı Han ordusuna yazılmışlardı.
Savaşlarla veya zorbalıklarla elde edilecek ganimetin yüzde otuzu kendilerine verilecekti.
Üç sekbanlar, Kadı Han’ın başbuğluğuna inanmışlardı “Yakında at, bölük, bayrak ve şato sahibi olacağız” diyorlardı.
Bu bakımdan bu ilk yol kesme işine, maliye vekili (?) Haron Levi’nin şiddetle karşı koymasına rağmen, girişilmişti.
Sekbanlar şakrak kahkahalar attılar:
– At hakan, vurmazsan da yaralarsın. Biz senin ardında baş koyduk, ya devlet başa, ya kuzgun leşe…
Haron yere tükürdü:
– Kargalar şimdiden tepemizde dolaşıyor… Oh! Oh! Çok şanslısın hakanım, bu akılsızlar gene dört kişi geliyorlar.
Kadı Han güldü:
– Onlar senden kurnaz Haron.
Karanlıkdere’nin kurumuş çakılları üzerinde gelen atlıların ayakları çakıldamaya başlayınca, Kadı han sadağından bir ok çekip gönderdi.
Dere içinde ilerleyenlerden en öndekinin ayağı dibine ok saplandı.
Bu oku kullanış şekli Kadı Han’ın sahici bir Han olmasa bile, o devirlerde geçer akçe olan üç şeye hakim olduğunu belirtiyordu.
Çok cesurdu. Çok kuvvetli idi. Atın üstünde yayan yürüdüğünden daha rahat oturuyordu. Kılıç, ok, kargı, savurduğu yerden ses getiriyordu.
Atlar şahlandı. Ok atıcının ustalığını görerek çelik zırhlar kuşanmış olmalarına rağmen, yolcular iliklerine kadar titrediler.
Bu usta okçular -Almanlar beş yol keseni de aynı ustalıkta sanıyorlardı- İlerleseler dört okta, kendilerini zırh oyuklarından vurup yere serebilirlerdi.
Roma imparatoru Barbaros’un oğlu Altıncı Hanri atının üstünde dikilip seslendi:
– Kadı Han ile görüşmek, anlaşmak istiyoruz. Düşman değiliz.
Kadı Han, Haron’a:
– İşler yolunda bakan hazretleri, diye seslendi. Sonra iki elini şakaklarına dayayıp haykırdı:
– Kimsiniz, adınızı, sanınızı bildirin.
– Romanya kralı Hanri Barbaros’um. Roma imparatoru Frederik Barbaros’un oğlu.
– Hoş geldin, safa geldin. Kılıç ve kalkanını oraya bırak… Tek başına ilerle sayın kralım.
Romanya kralı Hanri önde, arkasında kargısını havaya dik-Lmiş Kadı Han, onun da arkasında, üzerinde garip bir kuş resmi bulunan gök rengi bayrağını dalgalandırarak yürüyen bir numaralı sekban.
Daha arkada bir atbaşı önde, ipek hırkalar giymiş Haron Levi, sağ ve sol gerisinde iki ve üç numaralı sekbanlar.
Alman ordusu aldığı emre, baş kesmeye alışıktı.
Ordu açılmış, taş kesilmiş gibi sessiz ve hareketsiz imparatorlarının misafirlerini karşılıyordu. Frederik Barbaros’un çadırı yüksek bir vadiye kurulmuştu.
Çadırın tepesinde Barbaros’un Roma İmparatorluğu bayrağı dalgalanıyordu. Karşılıklı iki kartal.
Çadırın önündeki tahta merdivenlerin üstü, şövalyeler ve ordu beyleri ile dolu idi.
Merdivenlerin önüne gelince… Kadı Han, atını durdurdu ve şaşkın gözlerle kendisine bakan, Kral Hanri’ye döndü:
– Sayın kralım, dedi, Haşmetlû pederiniz galiba, ordusuna şeref verdiğimi haber alamamışlar, yoksa kapıya kadar çıkmak zahmetini ben sevgili dostundan esirgemezlerdi.
Kadı Han, ayak diriyor, koca bir Almanya kralı ve Roma imparatorunun ille de ayağına gelmesini istiyordu.
Babasından kesin emir almamış olsa Kral Hanri yüz bin askerinin çevresini sardığı bu Attilâ’nın küstah veledinin, oracıkta yatırıp bir kart horoz boğazlar gibi gırtlağını keserdi.
Yürüdü, merdivenlerden çıktı. Babası, misafir ve kendi ordusuna bağlı yüz kadar soylu kişinin arasında sabah şarabı içiyordu.
Frederik Barbaros, kavganın olduğu kadar, zevk ve safa işlerinin da ehli idi.
Balkanları aşar aşmaz, Bizanslılarla daha yakından ilişkiye geçmiş, ilişkiye geçer geçmez de şarabın, kadının daha tatlı ve daha oynağının Bizans’ta bulunabileceğini de öğrenmişti.
Şimdi bu yeni bilgisinden elinden geldiği kadar daha çok kazançlı çıkmaya çalışıyordu.
Sabah kahvaltısında bile ağzının pasını şarapla siliyordu.
Hanri, sabah keyfi içinde, çılgın ve şuh kadın kahkahalarının kaba ve ahenksiz erkek homurtuları ile karıştığı bu süslü çadıra girince, duruşunun soğukluğundan babası, oğlunun, verdiği emri yerine getirmediğini sanarak sinirlendi.
– Hanri ne oluyor? Cadı Han dostumuz nerede? Yoksa kalbini kırıp buraya gelmelerine engel mi oldun?
– Sayın imparatorum, adam gelmesine geldi amma, deli pazarı bu, şimdi de yeni bir şey tutturdu.
Bu “Deli pazarı” sözü, soylu kişilerin ve kibar karılarının hoşuna gitti.
– “Deli pazarı” diye tekrarlayarak gülüştüler.
Fakat Frederik Barbaros’un gülmeye hiç niyeti yoktu:
– Bayanlar, baylar, diye gür sesiyle haykırdı. Beni ziyarete gelen, dostum olan bir hakana böyle terbiye dışı bir soyadı takamazsınız. Kendileri her halde hoşunuza gidecek bir soyadı ile, dilinizi kesecek bir kılıca sahiptirler. İyi veya kötü hislerinizi kendisi ile tanışma şerefine erdikten sonra açığa vurursunuz.
Sonra oğluna döndü:
– Bu Balkan dağları senin ahlâkını bozmuş Hanri, dedi. Babanın ve Roma imparatorunun katında aklına geleni konuşuyorsun.
– Af buyurun pederim. Benim ve ordumuzun disiplinini kendi kendini zorla davet ettiren bu yabancı dostunuz bozdu.
– Dostun yabancısı olamaz. Ben kendilerini görmeden görmüş kadar oldum. Sözü kısa kes ve kendilerini buraya getir.
– Gelmiyor.
– Niçin?
– Sayın pederiniz her halde ordusuna şeref verdiğimi duymamışlar, duysalar böyle merdiven başında beni bekletmezlerdi, diyor ve sizi ayağına çağırıyor: Frederik Barbaros, kabarmak üzere olan soylu kişilerin gurur homurtularını eliyle susturdu.
– Dostumuz haklı, kendisini adi bir günbatısı kralı gibi oturduğumuz yerde karşılayamayız ya. Buyucun şövalyeler, karşılama törenine.
İmparator kalkınca herkes de kalkmak zorunda kaldı. Çadırın perdeleri açıldı.
Önündeki merdivenlerden aşağı doğru sahte bir saygı gösterisi içinde herkes eğildi.
Frederik Barborus, merdivenlerin, altına baktı. Orada Haron’u yarım sayarsak, dört buçuk kabadayı çıplak atlarının üstünde, çıplak yüreklerini ortaya koymuş, yüz bin namlı Alman askerine meydan okuyarak bütün çalım ve gururları şahlanmış bekliyorlardı.
Bu hal gülünçtü amma, nedense Frederik Barbaros, kafasında bir şeyler hazırlıyor, bu dört buçuk kabadayının her halini hoş görüyordu.
– Ordumuza şeref verdiniz sayın hakan! diye seslendi. Çadırımızı da şenlendirmez misiniz? Burada suratlar o kadar asık, yürekler o kadar sıkıntılı ki sizin gibi candan ve neşeli bir dosta çok ihtiyacımız vardı. Sefalar getirdiniz.
Kadı Han bütün soğukkanlılığına rağmen bu beklemediği iyi kabulden işkillenmişti.
Fakat yapacak başka bir şey olmadığına göre? Bayraktarı ile, koruyucusunu merdiven altında bıraktı. Arkasında maliye bakanı (?) çadırın kapısında Alman kralı ve Roma imparatoru ile kucaklaştı. Birlikte çadıra girdiler.
Büyük yemek sofrasının başına dizildiler. Frederik Barbaros alay mı, sahi mi olduğu anlaşılmayan bir saygı içinde çevresindeki soylu kişileri tanıttı.
– Sizi- karşılayan önderiniz, oğlum Romanya kralı Hanri’dir, sayın hakanım.
Hanri, Kadı Han’ı başını keserek selâmladı. Kadı Han güldü:
– Babasının kahramanlıkları ile erkekliğini yüzünde asalet mühürü gibi taşıyor.
Bu tatlı sözler Frederik’in yüreğini kabarttı:
– Kahramandan anlayan bir ustanın sözleri bizim için çok değerli. İkinci olarak kolunu kırmak lütfunda bulunduğunuz eşsiz şövalyemiz Robert Nassau’yu tanıtayım.
Kadı Han, Nassau’ya doğru yürüdü:
– Maliye bakanım, sizi dedelerimizden kalan sihirli bir merhemle iki saatte iyileştirecek, sayın şövalye. Böyle tatsız bir kavgada karşılıklı dövüştüğüme üzüldüm, dedi.
Frederik, tekrar:
– Karakale’nin prensi Leopold, diye üçüncü soylu kişiyi tanıttı. Kadı Han, yüzünü ekşitti:
– Adını ve şanını biliriz, dedi. Dük Leopold kaşlarını çattı:
– Karakale’nin mi, yoksa kılıcımın mı şanını bilirsiniz?
– Kale çevresinde ellerini, kollarını bağlayıp cellatlarınıza kazıklattığınız yedi bin yoksulun hikâyesini bilirim, Kazıklı Voyvoda.
Dük Leopold, elini kılıcına götürdü:
– Kılıcımı ve savaştaki gücümü de tanımak ister misiniz?
– Bu sözünü bir meydan okuma sayıyor ve kabul ediyorum, Kazıklı Voyvoda.
Frederik Barbaros, işin tatsız bir yola döküldüğünü görerek, tatlı kahkaha makaralarını bıraktı:
– İyi ama, burada kılıç ve kahramandan boş bir şey yok dostlarım. Çok meraklı iseniz kılıçlar ve kargılarınızın ustalığını yarın yapılacak paskalya şenliklerinde gösterirsiniz.
Size biraz da din kahramanlarımızı tanıtayım, sayın hakanım, böyle iki din bilgini her zaman bir arada bulunmaz; şu gördüğünüz yakışıklı delikanlı, genç yaşta kırdığı şarap testileri, yaraladığı genç kız kalplerinden utanarak ruhunu Allah’a satan rahip Fransuva, yeni bir mezhep kuruyor. Fransiskenler mezhebi. Bu kurşunî elbiseli din kardeşlerimiz, Hazreti İsa’nın sadelik ve fakirliği sevdiğini, hiç sarhoş olmadığını, kan dökülmesinden hoşlanmadığını ileri sürecek…
Genç papaz Fransuva, imparatorun sözünü kesmekten çekinmedi.
– Haşmetlû Roma imparatoru! Hazreti İsa bir sabah kahvaltısında sofra başında sayın hakanımıza takdim edilemeyecek kadar büyük ve anlaşılması zor bir varlıktırlar.
Kadı Han, genç Fransuva’ya döndü:
– Bu kısa tanıştırma yüreğimi kabarttı genç dostum, dedi. Hazreti İsa’yı başkalarının tanıtmasına muhtaç olmayacak kadar yakından tanıyorum.
Frederik Barbaros, bu sefer Fransuva’nm yanında onun kadar genç, fakat çatık kaşlı, kara cüppeli başka bir genci gösterdi.
– Bu da din adamlarımızdan İspanyol şövalyesi Dominiken… Bu arkadaşımız da belki bana sinirlenir, kısa keseyim tanıştırmayı. O da Dominikenler mezhebi kurucusu. Din işleri meraklısı iseniz kendisi ile ayrıca konuşarak düşüncelerini öğrenirsiniz….
Bu sırada tilki yüzlü ve baştan aşağı sırmalı kaftanlar giymiş çok şatafatlı ve cakalı bir adam Frederik Barbaros’a yaklaştı. Frederik, onu yeni görmüş gibi:
– Ah affedersiniz, dedi. Size misafirlerimiz Bizans imparatorunu tanıtmakta geciktim.
İkinci İsak Lanj hazretleri (İssac II. l’Ange).
Sonra, Bizans İmparatorunun eğilip kulağına bir şeyler fısıldadığını görünce hırsından yüzü kıpkırmızı kesildi:
– İsak! diye homurdandı. En basit şeyleri bile kulağıma söylersin. Bu kötü Bizans huyundan vazgeçmeni sana kaç kere emrettim. Benim gizli kapaklı, kulağa fısıldanan sözlerden hoşlanmadığımı hâlâ öğrenemedin.
Haşmetlû Bizans imparatoru, hemen tekmelenmiş bir köpek gibi kuyruk sokumunu sallayarak etek öptü:
– Sayın ve dünyaya gelmiş ve gelecek imparatorların en büyüğü ve aklı deryalara ve parlaklığı güneşin parlaklığına sığmayan ve yanında peygamberlerin bile sönük kaldığı merhamet ve lütufkârlık Allahı Frederik Barbaros: âciz çanakyalayıcı kulunuz sadece size eksik bir noktayı göstermek cüretinde bulunmuştur.
Kadı Han, kendisi için bir şeyler konuşulduğunu sezmişti. Frederik Barbaros’u daha fazla zor bir durumda bırakmamak için sordu:
– Kendi deyimi ile “Çanakyalayıcı”nız Bizans imparatoru bir şey mi istiyorlar?
Bizans imparatoru İsak, birden ayaklan üzerinde doğruldu:
– Evet kiryos, bir şey öğrenmek istedim.
– Ben de sayın dostum Frederik Barbaros gibi fısıltı ve hışırtılardan hoşlanmam. Her şeyim açıktadır. Bana sorun öğrenmek istediğinizi.
– Kimin oğlu olduğunuzu öğrenmek istiyorum. Burada her seçkin kişi bir aksoylu babanın oğludur. Ve bunu bildirecek belgeleri de boynunda taşır.
– Sen benim Attilâ’nın torunu olduğumu duymadın mı?
– Böyle söylediğinizi duydum.
– Söylediğinizi duydum ne demek? Sen, senden evvelki Bizans imparatorlarının dedeme baç (vergi) verdiklerini de bilmez misin?
– Yedi yüz yıl geriye giderek hazine defterlerimizi yoklamaya vakit bırakmadınız sayın hakan torunu. Bunu bilmem o kadar önemli değil, sizin bizi inandırmanız daha önemli.
– Yani nasıl?
– Dedenizin şeceresini veya bir buyrultusunu, size miras kalan bir şeyini bize göstererek.
Kadı Han güldü:
– Bize dedelerimizden miras olarak yalnız kılıçları kalır. Bizde baş olmak için Bizans’ta olduğu gibi kulağa fısıldanan dedikodu ve karanlıkta kurulan tuzaklar yetmez. Dedeye lâyık da olmak lâzımdır.
Frederik Barbaros, kendini tutamayarak:
– Yaşa Kadı Han! diye haykırdı.
Kadı Han inci gibi beyaz dişlerini göstererek Frederik Barbaros’a baktı. Sonra tilki burnunu sivrilterek, gözlerini büzüp:
– “Âlâ, hakanzade, göster buyrultunu” diye alay eden Bizans imparatorunun bile şaştığı bir ustalıkla belindeki kılıcını şimşek gibi çekti. Bizans imparatorunun burnuna dayadı.
– İşte dedemin buyrultusu. Bak üstünde ne yazıyor?
Başta, Bizans imparatoru olmak üzere hep birden kesme bir elmas parçası gibi parıldayan kılıcın üzerine eğildiler.
Hazreti İsa’nın haç ve çivileri ile Hazreti Muhammed’in sakalı cinsinden yeni bir antika ile karşılaştığını sanan Haron Levi bile yerinden fırlayarak parlayan kılıcın başına koştu.
Elmastan tıraş edilmiş gibi parlayan kılıcın üstünde altın kakma yazılar vardı, ama Harun’dan başka kimse bu yazıları söküp çıkaramadı.
Kadı Han kılıcını iki yana döndürerek geri çekti.
– Üzerinde ne yazıyor? Okuyamıyorsunuz? Yazık, ben okuyayım: “Tanrının yardımıyla insanların kurtarıcısı, yoksulların yardımcısı, kutlu yerin, ünlü göğün, serin suların kılıcı Atlıhan.”
Ortalıkta buz gibi dondurucu bir rüzgâr esti.
Kadı Han, kılıcı doğrultup, göğsünü kabartarak çevresini süzünce de açıldılar. Bir şeyler olacağını seziyor, fakat bu korkunç şeyin olmasını da içleri titreyerek bereliyorlardı. Çadırın yanında, misafirlerin zırhları, savaş miğferleri, atlarının manda derisinden eyerleri yan yana dizilmiş duruyordu.
Kadı Han, bu çelik yığınlarına doğru yürüdü.
Rastgele olmuş gibi, bir zırh yığınını seçti. Daha “Ne oluyor?” demeye kalmadan Atlıhan’ın kılıcı kalktı, havada bir Tanrı yıldırımı gibi çaktı, seçilen zırh yığınları üstünde patladı.
Kılıcın inmesiyle birlikte üst üste konuluvermiş ne miğfer, ne zırh, ne de eyer, kayıp kürtulamadan şak diye ikiye bölünüverdiler.
Gördükleri kuvvet gösterisi o devrin yalnız ustalığa ve kuvvete âşık insanlarını büyülemeye yetti.
Kadı Han:
– Var mı elimdeki dede yadigârından başka kuşkulanan? diye gürleyerek küstah bakışlarını çadırın içinde gezdirdi.
Bizans imparatoru, partiyi kaybettiğini anlayarak iki adım geri çekildi.
Frederik Barbaros’un bu gösteri çok hoşuna gitmişti:
– Ey büyük İsa, diye haykırdı. Eğer sayın Bizans imparatoru zırhlarının içinde bulunmuş olsaydı sonuç değişmeyecekti.
Sonra Kadı Han’ın koluna girdi:
– Dostum, bir gün; içinde adam bulunan bir zırhı ikiye bölmenizi rica edeceğim, dedi.
Usta bir kılıçla ikiye ayrılmış zırhı sayenizde gördük. Fakat bir kılıçta ikiye ayrılmış bir insanı da görmeyi çok isterdim.
Haron Levi, kendini tutamayarak büyük bir terbiyesizlik yaptı:
– Adamı atlı olarak seçelim imparatorum. Çanakyalayıcı Haron Levi de ikiye bölünmüş at meraklısıdır.