Teknolojisi, kültürü ve hukuk sistemiyle hayranlık uyandıran görkemli
Tunç Çağı imparatorluğu: Hititler.
Birgit Brandau ve Hartmut Schickert, Anadolu’ nun eski dünyasına bir
kapı açarak, bu olağanüstü halkın dünyasına götürüyorlar bizi. Tıpkı
Brandau’ nun “Troia: Bir Kent ve Mitleri” adlı kitabında yaptığı gibi,
arkeoloji biliminin en yani bulgularına ve uzmanların görüşlerine
dayanarak.
Önsöz
Dünyanın En Çılgın Başkenti
Akşam güneşinde koyu kırmızı ışıldıyor hanımelleri. Akşam saatlerinde bir başka güzel kokuyor bu çiçekler; burcu burcu kokuları sarıyor oturduğumuz terası. Eski zamanlarda buralarda bu bitkiden eser yoktu, aşağıdaki vadide kurulmuş kasabadan da. Son üç dört binyıl içinde yörede gerek iklim, gerekse çevre koşullan büyük bir değişim geçilmemişti ama dört bir yanı saran dağlar eskiden daha sık ormanlarla kaplıydı. Ankara’nın yaklaşık 150 km doğusunda, İç Anadolu’nun dağlık bölgesinde bulunan otelimizin teras katında oturmuş, günün yorgunluğunu çıkarıyoruz. Bu yörede yaşanmış büyük değişikliğin izini sürdüğümüz için buradayız: Koca bir kent, ardında neredeyse hiçbir iz bırakmadan yok olup gitmiş; o zamanın ölçütlerine göre büyük bir kent, bir dünya imparatorluğu metropolü.
Bir zamanlar bu kent küçük vadinin ardındaki yamaç ve tepelerin eteklerine kadar uzanıyordu ve en az 800 yıl ayakta kalmıştı; tekrar minicik bir köy haline dönüşmeden önce, giderek genişlemiş ve görkemli yapılarla donatılmıştı. Bu kentin hükümdarları en güçlü dönemlerinde, Küçük Asya’nın batı kıyılarından Kafkaslar’a, Karadeniz’in kuzeyindeki dağlardan Suriye içlerine ve Mısır’la ortak bir sınırın bulunduğu Lübnan’a dek uzanan bir imparatorluğu yönetiyorlardı.
Siyaset, ekonomi ve varsayalım ki yönetim tekniği açısından o kadar mantıklı hareket eden bu insanların, iki istisna dışında, başkentlerini hep buraya inşa etmiş olmaları anlaşılır gibi değil: Sık sık çevredeki soyguncuların saldırısına uğrayan bir yerdi ve imparatorluğun diğer ucuna hızlı bir atlı ulak bile ancak üç haftada ulaşabilirdi; kısacası, koca imparatorluğun bir uç kenarıydı. Üstelik, ilk başkentleri olmadığı ve içlerinden birisi tarafından lanetlendiği halde seçmişlerdi bu yeri.
Yönelim merkezlerini inşa enikleri araziye ilk bakışta, bu yer konusundaki ısrarları daha da şaşırtıcı geliyor Güneye doğru yükselen garip bir dağ manzarası; en belirgin tepelerin arasında da derin bir boğaz. Savunma stratejisi açısından bakıldığında, burası herhalde surlarla çevrilecek bir kent için seçilebilecek en elverişsiz yer.
Batmakta olan akşam güneşi, bu alanın profilini belirgin biçimde onaya çıkarıyor: Bir zamanlar kentin bulunduğu yerin büyük bir bölümü, eğik duran oval bir çanak şeklinde aşağıdaki düzlükten yamaca doğru yükseliyor; güneydeki en uç nokta ise, alanı çevreleyen ve bir zamanlar üzerinde hatırı sayılır kapıların bulunduğu ve güçlü surların taçlandırdığı, çepeçevre bir set halinde yükseliyor. Kuzeyden bakıldığında (res. 5) bu alan, Alplerde rastladığımız, aralarında yarıklar bulunan ve üstü yeşil otlarla kaplı olan yamaçlar arasından birden yükselen masif kayalarla bezenmiş bir platoyu andırıyor. En büyük kayalığın üzerinde hükümdarların saray kompleksi yer alıyordu; çok sayıdaki daha küçük kayalıkların üzerini de, muhtemelen tapınak ve yönetim binaları gibi görkemli yapılar süslüyordu. Bu manzara etkileyici bir görüntü sergilemiş olmalıydı.
Kuzeydoğuda ise, “yayla çanağının önünde, vadi tabanından yükselen yalçın bir kayalık zemin vardır. Bugünkü anlayışımıza göre geçit vermez bir kale konumuna daha uygun görünmesine karşın, kentin son evrelerine doğru bunun üstünde vatandaşların büyük miktarlardaki tahıl stoklan depolanmaktaydı.
Bu kayalık zemin ile sarayın bulunduğu kaya platosu arasında yani bölgenin en dik yamaçları arasında, yer yer dimdik bir kesit oluşturan nefes kesici derin bir boğaz vardır. Zamanın insanları işte bu boğazın, her ne pahasına olursa olsun kentlerine dahil olmasını istemişlerdi. Hiçbir Asurlu, Babilli, Frig, Yunan, Romalı, Kek, hatta Orta Çağ şövalyesi bile, bir kemi bu şekilde planlamazdı (değil inşa etmek)! Bu boğazın, onlar için büyük bir önemi olmalıydı.
Güneş battı. Rüzgâr çıkmak üzere, çok güçlü bir rüzgâr. Hava serinliyor. Ancak bu, bir zamanlar burada doğup büyüyen bir prensesin diplomatik nedenlerle firavunla evlendirildiğinde Mısır propagandasının öne sürdüğü gibi korkunç bir ayaz değil. Prenses yeni yurdunda belki biraz daha sıcak bir iklimle karşılaşmış olabilir; buna karşılık, ülkesindeki kadınların en azından üst tabakadakilerin çevre kültürlerdeki ve hatta daha sonraki kültürlerdeki hemcinslerinin düşünde bile göremeyeceği bir sosyal konuma ve bağımsızlığa sahip olduğunu anlamakta gecikmemiştir.
Hayır, hava soğuk sayılmaz. Türk konuklar tesisin kapalı kısmına geçtiler bile ama biz orta Avrupalılar, üzerimizdeki kot montlarla henüz üşümedik; hatta kuzey denizi kıyılarında yaşayan biri, ılık bir yaz akşamından bile söz edebilir. En şaşırtıcı olan da bu büyük çelişki: Öğle vakti, karşıdaki kazı alanında, 40. enlemde (New York, Madrid, Sicilya, Olympos ya da Troia’nın seviyesinde) Ağustos başında yaz güneşinin altında ter döktük; bu gayet olağandı. Şimdi ise kendimizi aşağı yukarı on bir derece kuzeydeki Hessen Eyaleti’nin dağlık bölgesinde yani evimizde gibi hissediyoruz.
Isının geceleri bu kadar düşmesinin bir nedeni, bu yerin deniz seviyesinden 9501250 metre yüksekte olması; diğer bir nedense, güneşin batışından sonra her akşam aynı saatte çıkan güçlü rüzgâr. Rüzgâr, kuzeyde bulunan 2500 metre yükseklikteki dağlardan soğuk soğuk esiyor, Kızılırmak vadisini geçiyor ve tekrar İç Anadolu dağlarının yamaçlarından yukarıya savruluyor.
Yaz aylarında (kış ayları sert ve bol karlı geçer) rahatlıkla, çevre dostu enerji kaynaklarından yararlanılabilir: gündüz güneş enerjisi; akşamlan da, güneş batar batmaz esen yelin devreye sokacağı rüzgar jeneratörleri.
Ya da kütük fırınlan geliyor aklımıza: Esen yelin yardımıyla odun kömürünü, demir elde etmek için gerekli ısıya getiren basit döküm ocakları. Bu en azından Orta Avrupa’da Demir Çağı başlarında uygulanan standart bir yöntemdi: Jura bölgesinde, Alpler’in güneydoğu uzantılarından Polonya’ya kadar uzanan bölgede, çoğu zaman rüzgâr gücünden yararlanmak için dağ yamaçlarına kurulmuş olarak sıkça rastlanılır bu tür fırınlara. Ve işte oradaki bu devasa, eğik duran “dağ çanağı” da, bir büyütecin güneş ışığını çekmesi gibi, her gece esen kuzey rüzgârını çekiyor.
İlgi odağımız olan insanlar için bu yerin bu kadar önem taşımasının nedeni ya da en azından nedenlerinden biribu muydu acaba? Burası bir erken dönem teknoloji merkezi miydi? Kentte çok sayıda tapmak bulunması bununla çelişmiyor çünkü üç buçuk binyıl önce, tüm yaşamsal etkinlikler gibi maden cevherlerinin İşlenmesi de, dinsel dünya görüşü ve büyü inancının etkisindeydi ve rahipler gibi demirciler de toplumun üst tabakasına aitti. En azından, burada egemen olanların, başka hiçbir çağdaş kültürde bulunmayan kalitede demire sahip olduklarını biliyoruz. Bu ülkenin bilinen ilk büyük kralı bile demir bir taht üzerinde oturuyordu Mısır, Babil ve Asur”daki çağdaşlarıysa, en fazla altın taht üzerinde oturabiliyorlardı.
Ne gizemli insanlardı bunlar? Manzaraya ikinci kez baktığımızda, sanki Würtemberglileri görür gibi olduk: Gerek teknik gerekse ekonomik açıdan Hititler gibi kendini kanıtlamış, diplomatik açıdan becerikli, (her ne kadar onların kadınları buradakilerin 3500 yıl önce sahip olduğu hakları ancak 20. yüzyılda elde etmiş olsalar da) toplumsal ve siyasal açıdan liberal, bu sağduyulu Würtenbergliler de başkentlerini Drackenstein Yamacı’nın (darlığı ve dik ligiyle ünlü A 8 geçidinin) sağına ve soluna, vadinin en dar yerine kurmuşlar ve egemenlik alanları Elba ya da Normandiya’ya kadar genişlediğinde bile oradan vazgeçmemişlerdi!
Bu büyük Tunç Çağı imparatorluğunun kralları ve yapı ustaları elbette kaçık değildi. Bu yerin içrek (ezoterik) duygulara yabancı olan binleri bile etkileyen gizemli bir havası var. Bizi de etkisi altına alıyor ve bir yerlerden göçüp geldikleri bu ülkenin adını almadan önce kendilerine nasıl hitap edildiğini bile bilmediğimiz bu insanların tarihini ve kültürünü derinlemesine incelememize neden oluyor. Bu insanlar ki, bazı kişi adlarını bile ülkenin eski sahiplerinin dilinden aldılar; aynı şekilde, fethettikleri ülke ve kentlerin tüm tanrılarını benimsediler ve sonunda öyle çok tanrıları oldu ki kendilerine “Bin Tanrılı Halk” adını verdiler.
Ancak, yarım yüzyıl kadar önce C. W, Ceram’ın kitabında yer alan, Hititlerin kendi öz kültürleri olmadığı için her şeyi başkalarından aldıkları iddiası, hiç de gerçeklere uymuyor. Öğrenmeye çok yatkındılar; hem zaten yeni değerleri öz değerleriyle kaynaştırıp bir senteze ulaşmışlarsa, bu bir kusur değil, erdem sayılmalıdır. İşte bu insanlar bunu başarmıştı. Karşısında Mısır, Babil ve Asur’un titrediği bir dünya imparatorluğunu başka nasıl kurabilirlerdi? Mikenleri bile hiç önemsemeyip, bilinen dünyayı arada bir rahatsız etmek için ortaya çıkan bir mille! olarak gören bu insanlar başka türlü nasıl başarılı olabilirlerdi?
Bir konudan çok eminiz: Her ne kadar kökenleri aydınlatılmamış olsa da, Moğol bozkırlarından, doğunun çöllerinden ya da Pers dağlarından gelmedikleri kesin. Onlar dilbilimsel açıdan daha çok bizim yakın akrabalarımız.
Sevgili okuyucular, bu insanların tarihini ve kültürünü keşfetmek için çıkrığımız yolculukta bize eşlik etmek isterseniz, izleyeceğiniz rotayı kendi zevkinize göre seçebilirsiniz: Tek sayılı bölümlerde, yitip giden bu halkın tarihini, henüz aydınlanmamış olan başlangıcından ani yok oluşlarına kadar kronolojik düzende anlatacağız. Çift sayılı bölümlerdeyse, bu kültürü kanımızca özel kılan özellikleri özetleyeceğiz ki burada gerek günlük yaşamın, gerekse yüksek kültürün hakkı verilecektir.
Kısacası, isteyen bizi değişik parkurlardan izleyebilir. Belirli tarihsel kesitlere ya da kültürel alanlara odaklanmak isteyenler, ilgili bölümleri birbirinden bağımsız olarak da okuyabilirler. Sayfa altlarındaki ek bilgilerse, daha sonra zaten kendiliğinden gelişecek sonuçlara, dileyenlerin önceden ulaşmasını sağlayacaktır. En titizler içinse, kitabın sonunda zaman çizelgeleri ve bir dizin bulunmaktadır.
Bir an önce okumaya başlamak belki de daha heyecan verici olacaktır. İyi eğlenceler!
…