Bir İngiliz Edebiyatı Profesörü olan J.R.R. Tolkien bundan yaklaşık yetmiş yıl kadar önce dünyaya bir kitap hediye etti. Bu kitapla birlikte insanlar ilk defa hobbit denen ahaliyle karşılaşıyordu. Cücelerden bile kısa boylu, yemeye, içmeye ve eğlenmeye düşkün, iyi yürekli, mutlu ve kendi küçük köylerinde her tür maceradan uzak yaşayan bir ahaliydi hobbitler. Ta ki büyücü Gandalf onları ziyaret edene kadar.
“Hobbit”, diğer hobbitlerden aslında hiç de farklı olmayan bir hobbitin, Bilbo Baggins’in fantastik maceralarından oluşuyor. Bilbo Baggins, büyücü Gandalf ve cücelerle birlikte, cücelerin hazinesini kötü ejderha Smaug’dan geri almak için aslında hiç de istemediği bir yolculuğa çıkar. Ama yine de hobbitin içinde henüz keşfedemediği maceracı bir yan vardır ve yolculuk ilerledikçe Bilbo Baggins kendi cesaretinin ve gücünün farkına varmaya başlar.
Tolkien’in aslında çocuklar için kaleme aldığı “Hobbit”, çok geçmeden yetişkinlerden, özellikle de 60’ların asi gençliğinden büyük ilgi gördü. Bunun üzerine Tolkien hobbitlerin, elflerin, cücelerin ve insanların goblinler, troller, kurtlar ve her tür kötü ve çarpık yaratıkla olan mücadelesini anlatmaya devam ederek “Yüzüklerin Efendisi”ni yarattı. Bugün “Hobbit”le birlikte “Yüzüklerin Efendisi” fantastik edebiyatın kült eserleri arasında yer alıyor.
Bu çok eskilerin bir hikâyesidir. O zamanlarda konuşulan diller ve kullanılan harfler bugün kullandıklarımızdan oldukça farklıydı. Hikâyeyi anlatmak için İngilizce kullanılmıştır. Dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır. (1) İngilizce’de dwarfın (cüce) çoğulunun doğrusu dwarfs (cüceler) ve sıfat hali dwarfishdir (cücesel). Ama bu hikâyede dwarwes ve dwarwish kullanılmıştır; o da Thorin ve arkadaşlarının ait olduğu eski halktan bahsedilmesi durumunda.* (2) Orc, İngilizce bir sözcük değildir. Yalnızca bir iki yerde geçmektedir, genellikle goblin (daha büyük türleri için hobgoblin) diye çevrilmiştir. Orc, o sıralar hobbitlerin bu yaratıklara taktığı isimdir ve bu sözcüğün bizim yunus balığı türü deniz hayvanları için kullandığımız orc, ork sözcükleriyle hiçbir ilişkisi yoktur.
*Bunun nedeni The Lord of tbe Rings’in 3- cildinde verilmiştir. (İkinci baskı, s. 415.)
Runler aslında tahta, taş ya da metal üzerine, keserek ya da kazınarak yazılan eski harflerdi; bu nedenle de ince ve köşelidirler. Bu hikâyenin geçtiği sıralarda bu harfleri sadece Cüceler düzenli olarak kullanıyorlardı; özellikle de özel ve gizli kayıtlar için. Cücelere ait runlar bu kitapta bugün çok az sayıda insan tarafından bilinen İngilizce runlarla gösterilmiştir. Eğer Thror’un haritasındaki runlar, çağdaş harflerle yazılmış haliyle (bkz. s, 30 ve 65) karşılaştırılacak olursa, modern İngilizce’ye uyarlanmış alfabe de çözülebilir ve yukarda verilen başlık da okunabilir, Haritada X harfi için verilen dışında her harf kullanılmıştır. J ve V yerine I ve U kullanılmıştır. Q harfine karşılık gelen run yoktur (CW kullanılmıştır); Z harfi için de run olmadığından bunun yerine cüce runu kullanılabilir. Bununla birlikte bazı çağdaş ikili harfler için tek runlar vardır; th, ng, ee, başka bazı runlarda ( ea ve st) kullanılmıştır. Gizli kapı ile işaretlenmişti. Yanda buna işaret eden bir elin altında şunlar yazılıydı:
Son iki run Thror ve Thrain’in isimlerinin baş harflerini simgeliyor.
Elrond un çözdüğü ay runları ise şunlardı:
Haritada yönlerde Doğu genellikle cüce haritalarında olduğu üzere yukarıyı gösteriyor ve saat yönüyle şöyle devam ediyor: (D)oğu, (G)üney, (B)atı, (K)uzey.
***
1
BEKLENMEDİK BİR PARTİ
Toprakta bir kovukta bir hobbit yaşardı. Bu kovuk ne solucan pislikleriyle dolu, yapışkan kokulu, ıslak, kirli ve iğrenç bir kovuk, ne de kum, çıplak, kumlu, içinde ne yiyecek ne de üzerine oturulabilecek bir şeyler bulunan bir kovuktu: Bu bir hobbit-kovuğuydu, ki bu da rahatlık demekti.
Bu kovuğun lumboz kadar mükemmel yuvarlaklıkta yeşile boyalı bir kapısı ve kapısının tam ortasında da pırıl pırıl, san pirinç bir tokmağı vardı. Kapı, boru gibi tünelimsi bir hole açılırdı, Bu havadar tünel, lambrili duvarları, fayans döşeli ve halı kaplı yerleri, cilalı iskemleleri ve bir sürü şapka ve palto asacağıyla – bizim hobbit misafirlere bayılırdı – müthiş rahat bir tüneldi. Tünel, hemen hemen Tepe’nin – civardaki halk oraya bu adı vermişti – yamacına kadar kıvrıla kıvrıla giderdi ve birçok yuvarlak, minik kapı da önce bir tarafta sonra diğerinde olmak üzere bu tünele açılırdı. Hobbit için üst kat söz konusu değildi: Yatak odaları, banyolar, mahzenler, kilerler (ki bir sürü kiler vardı), gardıroplar (daha doğrusu yalnızca giysilere ayrılmış odalar), mutfaklar, yemek odaları, hepsi, hepsi aynı kattaydı, hatta aynı geçitte. En güzel odaların tümü içeriye doğru girerken solda kalırlardı, çünkü yalnız bu odaların derin, yuvarlak pencereleri bahçesini ve nehre kadar uzanan çayırları görürdü.
Bu hobbit hali vakti yerinde bir hobbitti ve adı da Baggins’di. Bagginsler hatırlanamayacak kadar uzun bir süredir Tepe’nin civarlarında yaşıyorlardı ve halk onları yalnızca varlıklı oldukları için değil, özellikle de hiç maceraya atılmadıkları ve beklenmedik bir şeyler yapmadıkları için çok saygın bulurdu: Öyle ki bir Baggins’in herhangi bir soruya ne yanıt vereceğini daha soruyu sormadan bilebilirdiniz. Bu hikâye bir Baggins’in nasıl bir maceraya atıldığının ve kendisini nasıl hem , beklenmedik şeyler yapar hem de beklenmedik şeyler söylerken bulduğunun hikâyesidir Belki komşularının saygısını yitirmiştir, ama kazandığı şeyler — neyse, sonunda bir şey kazanıp kazanmadığını nasıl olsa göreceksiniz.
Şu bizim özel hobbitimizin annesi – hobbit de ne mi? Hımm, sanırım hem günümüzde iyice azaldıklarından ve hem de bize verdikleri isimle Büyük İnsanlardan korktuklarından dolayı hobbitlerin biraz anlatılmaya ihtiyaçları var. Hobbitler nerdeyse yarı boyumuzda, sakallı cücelerden bile ufak, minik insanlardır (ya da İnsanlardı). Hobbitlerin sakalı yoktu. Sizin ya da benim gibi iri bir aptal, bir mil öteden bile duyabilecekleri fil gibi sesler çıkarla çıkart a, sağına soluna bakmadan geldiği zaman, hemen sessizce kaybolmalarına yardım eden sıradan günlük sihirleri dışında bir numaraları yoktur. Göbek yapmaya eğilimlidirler; parlak renkli (daha çok yeşil ve san) giysiler giyerler; ayaklarında kafalarındakine benzeyen kıvırcık, gür, kahverengi tüyler ve kalın derili bir tabanları olduğundan ayakkabı giymezler; uzun, zeki, kahverengi parmakları, tonton yüzleri ve (özellikle mümkün olursa günde iki kez yedikleri akşam yemekleri sonrasında attıkları) kocaman şen şakrak kahkahaları vardır. Eh artık devam etmeye yetecek kadar biliyorsunuz; dediğim gibi bu hobbitin — yani Bilbo Baggins’in — annesi ünlü Güzeller güzeli Took’du, Tepe’nin dibinde akan küçük nehrin, Su’nun, karşı tarafında yaşayan hobbitlerin başı, Yaşlı Took’un üç harikulade kızından biri. Sık sık, Took atalarından birinin bir periyle evlendiğine dair bir söz dolanırdı (diğer aileler arasında). Bu çok saçmaydı elbette, ama onlarda tamamıyla hobbitvari olmayan bir şeylerin olduğunu ve Took klanından birilerinin kırk yılda bir de olsa gidip macera yaşadıklarım göz ardı etmemek gerekirdi. Tedbiri elden bırakmadan ortadan koybolurlar, aile de bunu örtbas ederdi; ama Took’ların Baggins’lerden şüphe götürmez derdi zengin olmalarına rağmen, onlar kadar saygın olmadıkları gerçeği de değişmezdi.
Güzellergüzeli Took, Bayan Bungo Baggins olduktan sonra hiç maceraya falan atılmadı. Bilbo’nun babası Bungo, onun için (ve kısmen onun parasıyla) Tepe’nin civarındakilerden, Sunun öteki tarafındakilerden bile daha lüks, hatta en lüks hobbit-kovuğunu yaptı ve ömürlerinin sonuna dek orada yaşadılar. Güzellergüzeli’nin tek oğlu Bilbo, sağlam karakterli ve rahatına düşkün babasının adeta İkinci bir kopyası gibi gözükmesi ve davranmasına rağmen yine de yapısında, Took soyundan, azıcık garip, ortaya çıkmak için fırsat kollayan bir şeyler olması olasıydı, İşte bu fırsat, ta ki Bilbo Baggins büyüyüp, elli yaşlarına gelene dek hiç ortaya çıkmadı. Bilbo bu sıralarda, size daha önce bahsettiğim, babasının yaptığı şu güzel hobbit-kovuğuna bir daha taşınmamak üzere yerleşmişti.
Çook, çok önce dünyanın sessizliğinde bir sabahtı ve yeryüzünde daha az gürültü ve daha çok yeşil varken ve bir sürü hobbit rahat rahat yaşarken, Bilbo Baggins kahvaltısını yapmış, kapısında duruyor ve nerdeyse kıvırcık tüylü (ki bu tüyler güzelce taranmıştı) ayaklarına dek uzanan dehşet uzun tahta bir pipoyu tüttürüyordu kİ garip bir şey oldu -Gandalf çıkageldi. Gandalf! Eğer siz, benim onun hakkında duyduklarımın yalnızca dörtte birini dahi duymuş olsaydınız – ki benim duyduklarım bile onun hakkında duyulabileceklerin küçücük bir kısmı – harikulade bir hikâyeye hazır olurdunuz. O nereye gitse en olağanüstü hikâyeler ve maceralar orada boy verirdi. Doğrusu uzun, çok uzun zamandır, taa eski dostu Yaşlı Took öldüğünden beri, Tepe’nin altındaki bu yollara gelmemişti, öyle ki nerdeyse hobbitler onun neye benzediğini bile unutacaklardı, Buradakı hobbitler daha küçük, minicik hobbit çocuklarken, o, Tepe’nin ötesinde, Su’nun öbür tarafında kendi işleriyle meşguldü.
Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Bilbo, o sabah bastonlu yaşlı bir adam gördü. Uzun, sivri uçlu, mavi bir şapkası, uzun, gri pelerini, beyaz sakalının üzerinden geçip ta belinin altına kadar düştüğü gümüşi bir atkısı ve kocaman siyah çizmeleri vardı.
‘İyi günler!’ dedi Bilbo ve yalnızca bunu söylemek istedi. Güneş pırıl pırıl parlıyordu ve çimenler yemyeşildi. Ama Gandalf, uzun, gür, uçlan gölgeli şapkasının kenarından bile çıkan kaşlarının altından ona baktı.
‘Ne demek istiyorsun?’ dedi. ‘Bana iyi bir gün mü diliyorsun, yoksa istesem de istemesem de iyi bir gün olacağını mı söylemek istiyorsun; ya da bugünün iyi olduğunu mu, yoksa iyi olunabilecek bir gün olduğunu mu?’
‘Hepsini birden,’ dedi Bilbo. ‘Ayrıca dışarda bir pipo tütün içmek için de harika bir gün olduğunu. Eğer
yanınızda bir piponuz varsa oturun ve tütünümden bir tutam alın! Telaşa hiç gerek yok, önümüzde koskoca bir gün var!’ Sonra Bilbo kapısının yanında bir tabureye oturup bacak bacak üstüne attı ve bozulmadan Tepe’nin üzerinden süzülüp gidecek hoş, gri bir duman-halkasını havaya üfledi.
‘Çok güzel!’ dedi Gandalf. Ama bu sabah duman-halkalar üfleyecek vaktim yok. Düzenlediğim maceraya katılacak birisini arıyorum ve bu sıralar böyle birisini bulmak da epey zor.’
‘Bence de öyle – hele ki bu bölgede! Bizler sıradan, sessiz kimseleriz ve ben de maceralardan hiç hoşlanmam. Rahatsız edici, tatsız, berbat şeylerdir, üstelik yemeğe gecikmenize de neden olurlar! İnsanların maceralarda ne bulduğunu bir türlü anlayamıyorum,’ dedi bizim Bay Baggins ve başparmaklarından birini pantolon askısına geçirip daha da büyük bir duman-halka daha üfledi. Sonra yaşlı adam orada değilmişçesine sabah mektuplarını çıkartıp okumaya başladı. Onun pek de kendisine göre birisi olmadığına karar vermişti ve çekip gitmesini diledi. Ama yaşlı adam kıpırdamadı, Orada, öylece sopasına dayanıp, ağzını bile açmadan gözlerini hobbite dikti; ta ki Bilbo iyice rahatsız olup biraz da aksilenene dek.
‘İyi günler!’ dedi en sonunda. ‘Biz burada macera falan istemiyoruz, teşekkürler! Tepe’nin ardına bir bakın ya da Su’nun öbür kıyısını deneyin.’ Ve böylece konuşmasının sona erdiğini söylemek istiyordu.
‘İyi günleri ne kadar çok şey için kullanıyorsun öyle!’ dedi Gandalf. ‘Şimdi de benden kurtulmak istediğini ve ben gitmeden rahatlayamayacağını söylemek istiyorsun.’
‘Rica ederim, sayın bayım, rica ederim! Durun bakayım, henüz isminizi bildiğimi sanmıyorum.’
‘Evet, evet, biliyorsunuz sevgili bayım – ben de sizin isminizi biliyorum, Bay Bilbo Baggins. Ve benim o isme ait olduğumu hatırlamasanız bile, siz de benim ismimi biliyorsunuz. Ben Gandalf’ım ve Gandalf da ben demektir. Kapıya gelip düğme satıyormuşçasına, Güzellergüzeli Took’un oğlu tarafından iyi günlenmek için mi bunca zaman yaşadım!’
‘Gandalf, Gandalf Aman Tanrım! Şu kendilerini birbirlerine ilikleyip, sonra da emir alana dek çözülmeyen bir çift sihirli elmas kol düğmesini Yaşlı Took’a armağan eden gezgin büyücü değil mi? Şu eğlencelerde ejderhalar, goblinler, devler, kurtarılan prensesler ve dulun oğullarının beklenmedik şanslarıyla ilgili harika hikâyeler anlatan kişi değil mi? Şu en güzel, en mükemmel havai fişekleri yapan adam mı! Onları hatırlıyorum! Yaşlı Took Yaz dönümü arifesinde patlatırdı onları. Muhteşemdiler! Ateşten kocaman nilüferler, arslanağızları, sarısalkımlar gibi yükselirler, akşamın alacakaranlığında öylece asılı kalırlardı!’ Sizin de fark edeceğiniz gibi Bay Baggins olduğunu sandığı kadar sıkıcı değildi, üstelik çiçeklerden çok hoşlanıyordu. ‘Tanrım!’ diye devam etti. ‘Şu bir sürü genç kız ve delikanlının çılgın maceralar İçin Mavi’ye gitmesinden sorumlu Gandalf değil mi? Ağaçlara tırmanmaktan, elfleri ziyarete – ya da teknelerle uzak diyarlara yelken açmaya dek! Olur şey değil, bir zamanlar hayat oldukça ilg- yani siz bir zamanlar burada ortalığı birbirine katardınız. Özür dilerim, ama hâlâ bu işlerle ilgilendiğinizi bilmiyordum.’
‘Ya neyle ilgilenmeliydim?’ dedi büyücü. ‘Bununla beraber benim hakkımda bir şeyler hatırlamana sevindim. Havai fişeklerimi hatırlar gibisin ve bu da ne olursa olsun ümitsiz vaka olmadığını gösterir. Doğrusu yaşlı büyükbaban Took’un ve elbette zavallı Güzellergüzeli’nin hatırı için sana istediğini vereceğim.’
‘Affınızı dilerim ama ben hiçbir şey istemedim.’
‘Evet, istedin! Hem de iki kere. Affettim ve bunu sana veriyorum. Hatta seni bu maceraya gönderecek kadar da ileri gideceğim. Benim için harika olacak, senin içinse mükemmel – ve çok da kazançlı, çok. Elbette üstesinden gelebilirsen.’
‘Özür dilerim! Ben macera falan istemiyorum, teşekkür ederim. Bugün değil. İyi günler! Ama lütfen çaya buyurun -ne zaman isterseniz! Hatta neden yarın olmasın! Yarın gelin! Hoşça kalın!’ Ve hobbit dönüp yuvarlak yeşil kapısından hızla içeri girip, cesaret edebildiği kadar çabucak kapattı. Büyücüler her şeye rağmen büyücüydüler.
‘Sanki ne diye onu çaya davet ettim ki!’ diye kendi kendine söylendi kilere girerken. Daha yeni kahvaltı etmişti, ama bu gerilimden sonra bir iki dilim kek ve içecek bir şeylerin kendisine iyi geleceğini düşündü.
Bu sırada Gandalf kapının önünde durmuş, sessizce ama uzun uzun gülüyordu. Bir süre sonra ayaklandı ve elindeki bastonun sivri ucuyla hobbitin güzel yeşil kapısına garip bir işaret kazıdı, Sonra, tam Bilbo ikinci dilim kekini bitirip, maceralardan paçayı iyi kurtardığını düşünmeye başladığı sırada kocaman adımlarla uzaklaştı.
Ertesi gün geldiğinde Bilbo nerdeyse Gandalf’ı unutmuştu. Zaten eğer Randevu Tahtası’na Çarşamba Gandalf’la Çay gibisinden bir not almazsa, bu tür şeyleri kolay kolay hatırlayamazdı. Dün de böyle bir not almayı anımsayamayacak kadar aklı başından gitmişti,
Çay vaktinden azıcık, önce kapı korkunç bir şekilde çalındı ve işte o zaman hatırladı! Aceleyle koşup çaydanlığı ateşe, bir çay bardağıyla tabağını ve fazladan bir iki dilim keki de masaya koyarak kapıya koştu.
Tam, ‘Sizi beklettiğim için özür dilerim!’ diyecekti ki kapıdakinin hiç de Gandalf olmadığını gördü, Bu, mavi sakalı altın bir kemere sıkıştırılmış ve koyu yeşil başlığının altında gözleri pırıl pırıl parlayan bir cüceydi ve kapı açılır açılmaz davet edilmişcesine içeriye daldı.
Başlıklı pelerinini en yakın askıya asıp, ‘Dwalin, hizmetinizdeyim!’ dedi yerlere kadar eğilerek.
‘Bilbo Baggins, ben de sizin!’ dedi hobbit, öyle şaşırmıştı ki hiçbir şey soramadı o an. Bunu takip eden sessizlik rahatsızlık derecesine varınca da ekledi; ‘Çay içmek üzereydim, lütfen gelip bana katılın.’ Belki biraz resmiydi, ama içten bir şekilde bunu söylemek istemişti. Davetsiz bir cüce gelip hiçbir açıklama yapmadan holünüze eşyalar assa siz ne yapardınız ki?
Masada pek uzun oturmamışlardı, hatta daha ancak üçüncü kekteydiler ki kapı bir kez daha ve bu kez daha da büyük bir gürültüyle çalındı.
‘İzninizle!’ dedi hobbit ve kapıya yöneldi.
‘Sonunda gelebildiniz!’ diyecekti Gandalf’a. Ancak gelen Gandalf değildi. Onun yerine kırmızı başlıklı, beyaz sakallı, oldukça yaşlı gözüken bir cüce vardı kapıda ve o da kapı açılır açılmaz davet edilmişçesine içeriye daldı.
‘Görüyorum ki gelmeye başlamışlar.’ dedi Dwalin’in asılı duran yeşil başlığı gözüne çarpınca. Kendi kırmızı başlığını bunun yanına asıp elini göğsüne koydu ve, ‘Balin, hizmetinizdeyim!’ dedi.
‘Teşekkür ederim!’ dedi bir nefeste Bilbo. Belki bu söylenmesi gereken şey değildi, ama gelmeye başlamışlar lafı onu fazlasıyla telaşlandırmıştı. Tamam, misafirleri severdi, ama misafirler gelmeden önce haberdar olmayı da severdi. Üstelik misafirlerini kendisinin davet etmesini tercih ederdi. Birden keklerinin yetmeyebileceği gibi korkunç bir düşünce geldi aklına, – gerçi evsahibi olarak görevini bilir ve ne kadar rahatsız edici olursa olsun yerine getirirdi – ama keksiz idare etmek zorunda da kalabilirdi.
‘İçeri girin ve bir çay alın!’ demeyi becerdi uzun bir nefesin ardından.
‘Eğer sizin için fark etmeyecekse ben biraz birayı tercih ederim sayın efendim.’ dedi beyaz sakallı Balin. ‘Ama eğer varsa biraz keke – yani susamlı keke elbette hayır demem.’
Bilbo tüm şaşkınlığına rağmen, ‘İstemediğiniz kadar!’ diyerek mahzene koca bir kupa bira doldurmaya ve sonra da akşam yemeğinin ardından atıştırmak üzere öğleden sonra yaptığı iki güzel yuvarlak susamlı keki almaya kilere gider buldu kendisini.
Geri döndüğünde Balin ve Dwalin masada oturmuş, iki eski dostmuşçasına sohbet ediyorlardı (eh, zaten aslına bakarsanız kardeştiler). Bilbo birayı ve keki tam önlerine koymuştu ki bangır bangır bir zil sesi, sonra bir zil sesi daha duyuldu.
‘Bu sefer kesin Gandalftır.’ diye düşündü Bilbo, öfleye püfleye geçidi geçerken. Ama yanıldı. İkisi de mavi başlıklı, gümüş kemerli ve sarı sakallı iki cüce daha gelmişti ve her birinin elinde bir torba alet edavat ve bir bahçıvan beli vardı. Kapı açılır açılmaz içeri daldılar — Bilbo şaşıramadı bile.
‘Sizler için ne yapabilirim, cücelerim?’ dedi Bilbo.
‘Kili, hizmetinizdeyim!’ dedi birisi. ‘Fili, ben de!’ diye ekledi diğeri; ve ikisi de başlıklarını çıkartıp eğilerek selam verdiler.
‘Ben de sizin ve ailelerinizin!’ diye yanıtladı Bilbo bu sefer görgü kurallarını unutmayarak.
‘Görüyorum ki Dwalin’le Balin gelmişler bile,’ dedi Kili. ‘Hadi gidip curcunaya katılalım!’
‘Curcuna mı?’ diye düşündü Bay Baggins. ‘Bu fikri hiç sevmedim. Gerçekten bir iki dakika oturup, bir şeyler içmeli, aklımı başıma toplamalıyım.’ Tam köşede oturmuş ve içkisinden bir yudum almış ve bu sırada cüceler de masanın etrafına oturmuş ve madenden, altından, goblinlerle olan dertlerinden, ejderhaların yağmalarından, ve daha anlamadığı, hoş fazla maceracı geldiği için de anlamak dahi istemediği pek çok şeyden bahsediyorlardı ki, zili ding-dong-a-ling-dang diye, sanki küçük yaramaz bir hobbit-çocuk kulpunu kopartmaya çalışıyormuşçasına çalındı.
‘Kapıda birisi var!’ dedi gözlerini kırparak.
‘Sese bakarsak bence dördüsü,’ dedi Fili. ‘Hem biz onları tam arkamızdan gelirken görmüştük.’
Zavallı küçük hobbit hole çöküp ellerini başının arasına aldı ve ne olduğunu, ne olacağını ve hepsinin akşam yemeğine kalıp kalmayacağını merak etti. Sonra zil öyle gürültülü çalmaya başladı ve susmadı ki hemen kapıya koşmak zorunda kaldı. Bırakın dört olmalarını, tamı tamına BEŞ kişiydiler. O holde sallana dururken bir cüce daha gelmişti. Hepsi birer birer içeri dalıp birbiri ardına selam vermeden ve ‘hizmetinizdeyim’ demeden önce zor bela kolu çevirdi. İsimleri Dori, Nori, Ori, Oin ve Gloin’di ve hemen iki mor, bir gri, bir kahverengi, ve bir beyaz başlık askılarda yerlerini aldılar ve cüceler de kocaman elleri altın ve gümüş kemerlerinde, diğerlerine katılmak üzere ilerlediler. Çoktan bir curcuna oluşmuştu bile. Bazısı tatlı bira, bazısı kara bira, biri kahve ve hepsi de kek İstedi, dolayısıyla da hobbit bir süre başını bile kaşıyamadı.
Koca bir çaydanlık kahvenin ateşe konulduğunu, susamlı keklerin tükendiği ve cücelerin tereyağlı bir gözlemeye başladığı sırada kapının kuvvetli kuvvetli vurulduğu duyuldu. Gerçekten zil çalmıyordu, hobbitin güzel yeşil kapısına güm güm diye vuruluyordu. Birisi sopayla vuruyordu kapıya!
Ve Bilbo, hem şaşkın ve bunalmış, hem de çok kızgın, geçit boyunca aceleyle koştu, – bu başından geçen en münasebetsiz çarşambaydı. Kapıyı öyle hızlı çekip açtı ki, kapıdakilerin hepsi birbirlerinin üzerine düştüler. Biraz cüce daha, tam dört cüce! Ve arkalarında Gandalf bastonuna dayanmış gülüyordu. Bilbo’nun güzel kapısına oldukça büyük bir çentik atmış ve böylece önceki sabah oraya yaptığı gizli işareti yok etmişti,
‘Dikkatli ol, Dikkatli ot!’ dedi, ‘Dostlarını paspasta bekletip sonra da kapıyı mantar tabancası gibi açmak hiç sana yakışmıyor Bilbo! İzninle Bifur, Bofur, Bombur ve özellikle de Thorin’i tanıştırayım!’…