Demokrasi, ulusçuluk ve sosyalizm; 19.yüzyılın bu üç büyük hareketini birbiriyle ilişki içinde anlamak gerekir. Sosyalizm aslında demokrasinin bir koluydu ve pek çok araştırma sosyalizmile demokrasi arasındaki ilişkiye aynlmıştır. Fakat sosyalizm ile ulusçuluk arasındaki ilişki üzerine, bazı mükemmel monografiler görülmüş olsa da^, bildiğimiz kadarıyla İngilizce’de henüz kapsamlı bir araştırma ya-pılmamıştir.
Bu çalışma bu alandaki boşluğu erken dönem için doldurma yönünde birlik girişimi ifade ediyor. İlk sosyalist ülkenin, Sovyetler Birliği’nin kuruluşu ile birlikte sorun yeni bir yön kazandığı için öykümüzü belki keyfi olarak 1917 yılı ile bitirdik. Dolayısıyla burada Sovyetler Birliği’nin ulusallık teorisini ele alma veya değerlendirme girişiminde bulunmayacağız.
Amacımız daha ziyade, son yıllarda bir geçerlilik kazanan, Marksizm, ulusçuluk sorununun ele alınmasına uygun değildir, fikrini sınamaktır/ 1 ) Marksist olmayan pek çok ulusçuluk teorisinin bütünüyle doyurucu olmadığını belirtmek kolay olacaktır; ancak biz Marksizmin bu çetrefil konuyu çözümlemek için en verimli tekniği sağlamakla kalmadığını, ulusçuluk ve ulusallık sorunları üzerine sağlam bir teorinin başlıca unsurlarını da 1917’de geliştirmiş olduğunu göstermenin mümkün olduğuna inanıyoruz;
Marx ve Engels’in bu konudaki fikirlerini büyük çapta zamandışı kalmış olsa bile; ve en ünlü halefleri Lenin bu alanda birçok yazı yazmakla birlikte genellikle aynı şeyleri tekrarlayan ve sistematik olmayan makalelerle sınırlı kalmıştır. “Ulus” sözcüğü ve türevleri olan “ulusal”,”ulusallık” ve “ulusçuluk” sözcükleri farklı yazarlarca veya aynı yazarca farklı zamanlarda farklı anlamlarda kullanılır.
Ulusçuluk ve ulusallık sorunları ile ilgili olarak varılan sonuçlar genellikle, doğrudan doğruya, kullanılan özel tanımdan türer. Çeşitli terimler için kendi içinde tutarlı bir anlamlar grubu kurmak (örneğin, Ulusalcılık:Dış İşleri Kraliyet Enstitüsü Araştırma Grubunun Raporunda 1 konu üzerinde standart çalışma gerçekleştiren yazarların yaptıkları gibi) mümkündür.
“Ulus” sözcüğü politik bir topluluğu oluşturan kişileri veya belirli karakteristiklere sahip bireylerin oluşturduğu etnik topluluğu belirtirken, “devlet” sözcüğü egemen iktidarı veya hükümeti belirtir. 2 Ulusçuluk belirli bir topluluğun çıkarlarına bağlı olma anlamına gelir; oysa yurtseverlik belirli bir ülkenin çıkarları veya bu çıkarlara bağlı olma anlamına gelebilmektedir.
Ne ulusçuluk ne de yurtseverlik zorunlu olarak saldırgandır; ancak saldırganlaştıklarında ve özellikle jıngoizmC”) ve şovenizm gibi biçimler aldıklarında kötülük olarak görülürler. Nitekim savaşın yükselttiği yurtseverlik, “genellikle sahte ve düzmece, dünya için bir felaket, belirli bir Devlet’i başka ulusların aşağılanması ve felaketi üzerinde yükseltmeyi amaçlayan dar ve haksız bir tutku” olarak betimlenmiştir. 3
Yurtseverlik ve ulusçuluk zorunlu olarak başka uluslara karşı düşmanca politikalar gütme anlamına gelmez. Bunlar sadece birinin kendi grubunun refahını geliştirmek için izlediği en uygun politikayı ifade edebilirler. Francis W.Coker’e göre Ulusçuluk ve yurtseverlik sosyalizm ile tam olarak bağdaşabilir.
Coker şöyle der: Yurtseverlik ve sosyalizm alışılagelmiş pratik içindeki işleyiş tarzları içinde anlaşılırlarsa birincisi belirli bir topluluğa bağlılık olarak, ikincisi böyle bir topluluğun daha yüksek refahı için belirli bir program olarak, o zaman açıktır ki, ikisi karşılıklı olarak bağdaşır. 4 Ne var ki, topluluğun tanımı ile bağlantılı olarak sayısız sorun çıkar; ve refah eylemin ölçütü olarak alınmadığı zaman, Coker’in önermesi artık uygun olmaz/ 2 ) Jingolann, şovenistlerin ve faşistlerin propagandasını yaptıkları ulusçuluk türü sosyalizm ile kesinlikle bağdaşmaz.
Ulusçuluktan Enternasyonalizme: Hegel’in Teorisinin Yeniden Yapılandırılması
Marx ile Engels’in yetiştikleri entelektüel iklime Hegel’in felsefesi hâkimdi. Hegel’de ulus ve devlet ayrımı ise görülmemiş derecede keskindi. Hegel, bir halk sadece bir ulus olarak varolabilir, ancak bu durumda dünya tarihinin gelişimine katkıda bulunabilir, diyordu. Bazı halklar bugün bile “vahşi uluslar” olarak varoluyorlar. Ancak her halkta bir devlet oluşturma ve kendisini bir devlet olarak sürdürme dürtüsü vardır. 1
Hegel’e göre özgürlük devletin içinde cisimleşir. Dünya tarihi belirli halkların genel eğilimlerinin diyalektiğidir. Bunların her biri aklın gerçekleşmesine özel bir katkıda bulunmuştur; daha sonra bu, halkın bir sonraki katkısını hazırlar. Çeşitli uluslar eşit derecede katkıda bulunmazlar; bazıları aktif ilerleme girişimcileridir. Yeni ve daha yüksek bir hayat tarzına kesin bir sıçrama yapacak bir devlet inşa etme kapasitesi, coğrafi yerleşim ve aynı zamanda ulusun, doğal, ırksal ve toplumsal niteliklerine bağlıdır. 2
Hegel, bireyin en yüksek görevi diyordu, devletin bir üyesi olmaktır.3 Kendi devletinin bir devlet olarak varlığını sürdürüp sürdürmemesine kayıtsız kalan bir halk kısa süre içinde bir halk olmaktan çıkar.4 Uygarlığı ilerletme dünya-tarihsel misyonunu.yerine getirmeye girişen bireyler ve halklar yollarına çıkanları ister istemez silip atmak durumundadırlar.
Hegel özel mülkiyet sistemine inanıyordu, ancak bunun yol açtığı çıkar çatışmalarının da gayet iyi farkında idi. Ona göre devlet sadece çatışan tarafları denetlemek ve toplumun dağılmasını önlemek için olsa bile gerekli bir kurum idi. Devleti, rekabetçi sistemin üzerinde, özel, yüceltilmiş bir konumda duran bağımsız ve özerk bir güç olarak düşündü. 5 Hegel’in bu konudaki düşüncesi, büyük Adam Smith’in kılavuzu Adam Ferguson’un düşüncesi ile ilginç bir paralellik gösterir. Ferguson, tek başına ele alındığında ticaretin devlet-kurucu değil dev-let-yıkıcı olduğunu saptamıştı: “Oluşmuş toplumun sahip olduğu far-zedilen güçlü makine (yani, ticari devlet) ancak kendi üyeleri arasında çatışma durumu yaratma veya duygu bağları koptuktan sonra üyeler arasındaki ilişkileri sürdürme eğilimindedir. 6
Hegel dünya-tarihsel halkları arasına Almanları da kattı ve Slavlar, özellikle de Güney Slavlar halkları hakkında hiç hoş olmayan bazı şeyler söyledi. Kendisi bazı bakımlardan, daha çok dine verdiği onay anlamında, bir gelenekçi idi; ve felsefesinde gerçekten de merkezi bir konum işgal eden devleti yüceltti. Bu durumda sağ-kanat Alman ulusalcıların Hegel’in kendilerine ait olduğunu iddia etmeleri beklenirdi ve bunu yaptılar da. Ne var ki Hegel bizzat ulusalcı değildi; ve devleti böylesine güçlü biçimde savunması, o zamanki Prusya hükümetinin fiili durumuna bir onay vermeyi gerektirmiyor; yaptığı devlet savunusu bu yönde bir anlam bile taşımıyordu. Tam aksine, He-idelberg’de 1817’de yaptığı konuşmalarda Hegel mutlak monarşiye duyduğu nefreti açıklığa kavuşturdu. Aklın gereğinin anayasal monarşiden başka bir şey olamayacağını söyledi; başka türlüsü akla uygun olmazdı. 7
Hegel’in fikri kısmen, belirli bir zaman süresi içinde bir devlet kurma yeteneği gösteremeyen halkların asla bir devlet kuramayacakları şeklinde idi. Bu önerme aslında bir ölçüde gülünçtür, çünkü her şeyin bir ilkinin olması gerekir ve çöken bir devlet kurmuş bir halkın neden asla devlet kurmamış bir halktan daha uygun bir konumda olması gereksin? Gene de bu fikir gençlik günlerinde Engels tarafından çözümlendi.
Engels, Büyük Almanya’nın hâlâ gerçekleştirilmesi gereken çıkarları hakkında yazarken, 1840-1841’de şöyle diyordu:
Görüşlerini genelde paylaştığım pek çok kişinin aksine hala Rhine’in Almanca konuşulan sol yakasının yeniden fethedilmesinin bir ulusal şeref meselesi olduğu; zorla koparılmış Hollanda ve Belçika’nın Almanlaştırılmasının bizim için bir politik zorunluluk olduğu, görüşündeyim. Slavlar Doğu da güçlenirken Alman ulusallığının bu ülkelerde baskı görmesine izin vermeye devam edecek miyiz?…Fransa ile aramızda kuşkusuz yeni bir savaş olacak ve kimin Rhine’in sol yakasını hak ettiğini o zaman göreceğiz…..Ülkemizin bölünmüşlüğü sürdükçe, politik bakımdan bir hiç olacağız, kamu hayatı, anayasallık, basın özgürlüğü ve talep ettiğimiz başka her şey sadece dindarca, sadece yarı yarıya gerçekleştirilebilen temenniler olarak kalacak. 8 Ve 1842’de aynı ruh hali içinde devam ediyordu: Prusya’daki Königsberg son birkaç yıldır bütün Almanya ■ için bir sevinç kaynağı olması gereken bir anlam kazanmaktadır. Birlik Sözleşmesi ile Almanya’dan resmen dışlanmasına rağmen buradaki Alman unsur biraraya gelmiş. Alman olarak tanınmak, Doğunun Slav barbarlığına karşı Almanya’nın temsilcisi olarak dikkate alınmak için bir talepte bulunmuştur. ‘
Engels Alman dilinden gereksiz yabancı sözcüklerin, Alman sanatı ve mimarisinden “çılgın” yabancı üslupların temizlenmesi için çağrıda da bulundu. Bu tip aşırı ulusçuluk o dönemde nadiren görülüyordu.
Jingolar genellikle gerici bir toplum felsefesini benimserler, ama Engels asla bir gerici değildi; Fransız Devrimi’nin demokratik özelliklerini daima benimsedi. Biyografisini yazan Gustave Mayer, Engels’in düşüncesindeki milliyetçi öğeyi dereceli olarak tasfiye ettiği kanısındadır. 10 Kuşkusuz bunu yapmaya çalıştı. Ne kadar başarılı olduğunu görmemiz için daha yakından incelememiz gerekecek.
İnsan ve Toplum
Marx da, tıpkı Engels gibi, fakat onun jingoizmi olmaksızın bir Genç Hegelci olmuştu. Hegel’in felsefesine getirilmekte olan gerici yorumlar ve felsefenin belirli önemli noktalarda taşıdığı yetersizlik bazı temel revizyonlara girişmeyi kaçınılmaz hale getirdi.
Deutsch-Französische Jahrbücher’in yayımlanması 1843’de tartışmalara yol açtığında, Arnold Ruge, Marx’a yazarak tavsiye ve işbirliği istedi ve yeni yayın organının “ulusçuluk ve gericilik” ile savaşmayı amaçlamasını önerdi. 11
Marx öneriye ulusçulukla ilgili olarak karşılık vermedi. O sıralarda günümüzde tarihsel materyalizm olarak bilinen yeni bir toplum felsefesi üzerine çalışıyordu. Kendisi için belirlediği başlıca görev insanın toplum ve devlet ile olan ilişkisini belirlemek idi. Özellikle, Hegel’in idealist devlet anlayışını da kapsayan dini ve mistik kavramların prangalarından henüz kurtulmakta olan bir entellektüel atmosferde bu hiç de önemsiz bir görev değildi. Marx, yakın zamanda Batı dünyasında yeniden önem kazanmaya başlayan yabancılaşma sorunu ile elerinden ilgileniyordu. Feuerbach dini tarihsel olarak tahrip ederek zemini bir ölçüde temizlemişti. Ama yapılacak daha çok şey vardı. Özel mülkiyet sisteminin bencilliği ve insanın kendi emeğine ve dünyaya yabancılaşması Marx’ın uğraştığı sorunu oluşturuyordu.
O sırada Bruno Bauer insanın kendisini nasıl özgürleştireceği sorusunu ortaya atan ve Hıristiyanlar hiç olmazsa evrensel bir dine bağlıyken, ulusalcı dinlerinin içinde kapalı kaldıkları için onlara nazaran özgürlükten daha uzak olduklarını söylediği Yahudilere de saldıran, iki makale yazdı. 12 İlginçtir ki, Bauer Yahudiler’e bir ulusallık atfediyordu, fakat argümanı bir başka etnosentrik grup için de eşit derecede geçerli görünüyordu.
Marx Bauer’in makalelerine “Zur Judenfrange” başlığını taşıyan bir makale ile karşılık verdi. Bu makalenin günümüzde esas olarak serbest ve canlı üslubuyla hatırlandığı görülür.Yahudiler ironik olarak bu üslubun kurbanı olmuşlardı (Marx Yahudi soyundan geliyordu). Fakat argümanın esas bölümü