DUA Hocalarıma hürmet! Üç Kıymetli Birliğe- Buda, Dharma ve Sangha’ya – hürmet! Hepimizin içinde varolan O’na hürmet! İNGİLİZCE TERCÜMENİN DOĞUŞU Büyük İnci olarak sevgi ile anılan Zen Ustası Hui Hai’nin öğretilerini İngilizce’ye çevirme görevine, yıllar önce aynı çalışmanın tamamlanmamış bir çevirisini yaptığımdan çok daha alçakgönüllülükle yaklaştım. Geçen yıllar bu öğretilerin paha biçilmez değerini daha derin bir anlayışla kavramamı getirirken, bir yandan da giderek benim kelimelerin tercümanı ve anlamların yorumlayıcısı olarak yetersizliklerimin farkına varmamı sağladı.
Aslında Budacı metinlerde kullanılan Çince hakkında bir Batılının sahip olması gereken bilgiye ve Mahayana Budacılığın Çin’deki biçimleriyle uzun bir tanışıklığım olmasına rağmen bunlar bu görev için zayıf sayılabilecek vasıflardı. İdeal olarak, bir çevirmen Zen (Ch’an) öğretilerinin inceliklerine öyle derinlemesine nüfuz etmiş biri olmalıdır ki, metnin en derindeki anlamlarını sezgisel olarak kavrayabilsin.
Benim bu çalışmayı üzerime almamın tek mazereti, ‘zamanın kanatlı’ savaş arabaları”nı ileriye doğru fırlatan şartlara olan şaşırtıcı duyarlılığımdı. Şu an Budacılık Çin’de çürürken ve Tibet’te kökünden sökülürken, modern yaşamın cafcaflı cazibeleri geride kalan Budist ülkelerdeki inananların akıllarına tehlikeli akınlar düzenlerken, geleneksel bağların çoğu kırılmadan, veya tamiri imkansız bir hale gelmeden, Batı için Budacılığın özünü korumak isteyenler asgari vasıflara bile sahip olsalar hızla harekete geçmelidirler.
İngilizce’de hali hazırda Budacılık hakkında birçok kitap mevcuttur, fakat bu kitapların çoğu benim gibi konunun etrafında dolanıp durmayı bilen yazarlar tarafından yazılmışlardır; bu yüzden en acil ihtiyaç Ustalar tarafından yazılmış özgün Sanskrit, Çin, Tibet ve Japon metinlerinin çevirileridir, çünkü fırçayı kağıtla buluşturmadan onlar çoktan Budizm’in yüreğine nüfuz etmişlerdir. İşte bunlar beni bu kısa fakat çok zor göreve taşıyan sebepler ve kuvvetlerdir.
1959-60 kışını Himalayaların eteklerinde çiçeklerle çevrelenmiş bir kasaba olan Kalimpong’da geçirirken, Tibet’teki tapınaklarından Buda’nın öğretisini (Dharma) kısıtlamasız ve korkusuzca vazedebilecekleri bir liman arayışıyla son zamanlarda kaçıp gelen evliya gibi keşişlerden birinin ayağının dibinde hergün birkaç saat geçirirdim.
Yazık ki, Tibetçe bilmemem, beni, bana cömert bir şekilde vaktini harcayan kibar ve sabırlı bir Tibet araştırmacısı ve dilbilimcisi olan John Driver’ın hizmetlerine acıklı bir biçimde bağımlı yaptı. Buna rağmen, öyle kıymetli bilgiler bildiren bu keşişlere bu kadar yakın olmak ancak bir o kadar da ayrı olmanın bana verdiği hüznü hiçbir şekilde uzaklaştıramıyordum.
Sonra birgün, kederli bir şekilde Kanchen junga’nın heybetli kar manzarasını izlerken, bana olduğu kadar başkaları için de gereksiz olan pişmanlıklarla değerli zamanı harcadığım düşüncesi geldi. Tibet veya Sanskrit dilinde hiçbirşey bilmesem de, en azından Çin Budist metinleri hakkında birşeyler biliyordum.
Bir çeviri başyapıtı olmaktan uzak olmasına rağmen çevirdiğim Huang Po’nun Zen Öğretileri* , o zaman bile aydınlanmış bir zihnin olağanüstü işleyişi hakkında kimi insanlara bir anlayış sunuyordu. * Yay. Notu: Huang Po’nun Zen Öğretileri yayınlarımız arasında çıkacaktır. Bunun üzerine, İkinci Dünya Savaşı sırasında hastalığımın iyileşmesi için Chungking’teki büyükelçiliğimizin karakolundan Çin’in batısında uzun ve derin bir vadide tecrit edilmiş bir tapınağa gidişim aklıma geldi. Bugün tapınağın ismini bile hatırlamıyorum, fakat orada başıma gelenleri kolay kolay unutamam.
En nefis zevklerin bile bu kadar çabuk yavanlaşması tuhaftır (ve hiç kuşkusuz Büyük İnci’nin kitapları gibi olan kitaplara olan ihtiyacımızın bir göstergesidir). Bu huzurlu tapınakta yaşarken, bütün gün arkadaş canlısı keşişlerle çay içip, kitap okuyup, bu verimli vadinin iki yanına doğru uzanan güzel çam ormanlarına bakmaktan başka yapacak hiçbir işim olmadığından, kendimi sıkılmış buldum! Yıllarca ağır çalışmamın ve bir aylık hastalığımın bütün kalbimle istememe neden olduğu güzellik ve aylaklık çok çabuk cazibesini yitirmişti.
Yaşlı kütüphaneci keşiş, keskin gözleriyle ilgimin başka tarafa çekilmesini istediğimi farketmiş ve onunla birlikte sabahı kütüphanede- tapınağın kutsal salonu kadar büyük bir çadırgeçirmeye götürmüştü. İçerisi çoğunlukla kitaplarla değil, eskiden Çin metinlerinin yazılması için kullanılan narince kazınmış tahtalardan binlercesiyle doluydu.
Bir çoğu asırlarca önce yazılmıştı, ve üzerlerinde bulunan dikey sıralar halindeki harfler öyle zarifçe şekillendirilmişlerdi ki, onlara dokunarak ve takdir ederek bir kaç mutlu saat geçirebiliyordum; fakat sağlık durumum beni zayıf bırakmıştı ve şimdilik kutsal salonun dışına açılan avlunun diğer tarafındaki yatak odama dönmem gerekiyordu. Tam gitmek için dönmüşken, yaşlı keşiş gülümseyerek incelemiş olduğum tahtaya basılmış kadim metinlerden bir tanesinin kopyasını elime tutuşturdu.