Ayvalık’ın o güzelim sahillerinden İstanbul’a uzanan, zaman içerinde filizlenen bir aşk hikâyesi…
Hümeyra koltuğun arkasına yaslanmış, gözlerini kapamıştı. Emirgan’a ne zaman geldiklerini fark etmedi bile. Aslında uzun bir yol değildi. Uyumuyor, arada bir hissettiği ıhlamur ve iğde çiçeklerinin kokusunu içene çekiyor, Nejat ile yaşayacağı bir ömür tahayyül etmeye çalışıyordu.
Tabii ki çok güzel olacak. Hatta muhteşem olacak. Ben aşkların en güzelini yaşıyorum. Bizi ayırmaya kimsenin gücü yetmez! Babamın bile,” diye düşündü.
Nejat arabayı durdurmuş, öylece Hümeyra’ya bakıyordu, “Sarmaşık Gülü, inelim mi?
Asırlık bir ailenin birbirinden farklı kadınları ve onların yaşantıları… Khodonia’dan günümüze bir ailenin çatışmaları, sevgileri, tutkuları ve düş kırıklıkları… Ve hepsinin gölgesinde Ayvalık’ın o güzelim sahillerinden İstanbul’a uzanan, zaman içerinde filizlenen bir aşk hikayesi…
***
Faruk, Ayvalık meydanındaki kalabalığın içinde kız kardeşi Hümeyra’yı aramaktaydı. Bugün cumhuriyetin kuruluşunun 15. yılı kutlanıyordu. Ne yazık ki her zamanki coşku ve mutluluk yoktu. Çünkü bu ideal ve çağdaş idare şeklini milletine armağan eden Atatürk çok hastaydı. Yine de olağanüstü bir kalabalık ve hareket vardı. Ayvalık’ın küçük meydanı doluydu. Tören biter bitmez, herkes ayrı bir yöne doğru hareket edince karışıklık daha da çok artmıştı. Faruk bu karmaşa içinde bir o tarafa, bir bu tarafa yürüyor, daha doğrusu sürükleniyordu. Bir taraftan da kendi kendine söyleniyordu. “Ağabey olmak ne zor işmiş, kızların mektepte işi ne? Hem ille de okusun diye sokağa salıyorlar, hem de benim korumamı istiyorlar…” Hümeyra aniden yanında belirdi.
“Abi, beni mi arıyorsun? Bak! Buradayım.”
“Görüyorum ama ben seni kollamaktan sıkıldım.”
“Ama abi, öyle deme! Ben seni hiç üzmüyorum ki. Merasim biter bitmez yanına geldim. Sen beni bekleyeceğin yerde değildin. Hem beni beklemeni de istemiyorum. Arkadaşlarımla gelebilirim. Nah evimiz şuracıkta!” diyerek eli ile iki yüz, üç yüz metre ötedeki, yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçe içinde yükselen kırmızı binayı işaret ediyordu. Faruk,
“Tabii dediğim yerde olamam, çünkü kalabalığın ortasında kaldım ve sürüklendim.” Hümeyra arada bir sekerek ve elindeki bayrağı sallayarak, konuşuyordu.
“Neyse, bak yanındayım. Beni yine babama şikâyet etme!”
Faruk birden kardeşine fazla yüklendiğini düşündü. Yanına yaklaşıp, saçlarını okşadı.
“Tamam canım, tamam. Sen iyi bir kızsın. Bana bakma, dün riyaziyeden zayıf aldım da ondan canım sıkkın. Babam yine çok kızacak.” Hümeyra üzülmüştü.
“Abiciğim çalışır, yaparsın. Biz iki kardeş de zekiyiz. Öyle diyorlar, değil mi?”
İki kardeş konuşarak, denize paralel olan ana caddeyi geçtiler. Cadde kalabalıktı. Daha çok merasime katılan talebeler, onları seyre gelen anne-babalar, arada bir geçen faytonlar, birkaç da otomobil vardı. Faruk ile Hümeyra’nın evleri denizin tam kenarında çok görkemli bir bina idi. On sekizinci yüz yılda inşa edilen bu binanın ağızdan ağıza dolaşan ve yüzyıllar içinde şekil değiştiren hikâyesi, daha doğrusu hikâyeleri vardı. Zira herkes kendi isteğine göre bazı şeyler ekleyip, çıkarıyor veya ufak değişiklikler yapıyordu. Bu durum ilgi çekici hikâyelerin hepsi için geçerliydi. Bu yüzden anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı değil, bilmek mümkün değildi.
Duvarları yüksek, büyük bir bahçenin içinde olan, batısı denize açık kocaman bir köşk veya yalı, her iki şekilde de adlandırılabilinirdi. Bu koca binanın tarzı da değişikti. Hem Osmanlı mimarisini, hem de Bizans veya Rum izlerini taşıyordu. Tıpkı hikâyesi gibi…
Faruk bahçeye inen birkaç taş merdiveni atladı. Hümeyra da onu takip ediyordu.
Görkemli binanın bahçeye açılan arka kapısının önünde büyük bir veranda vardı. Verandanın dört bir yanında asma güller, hanımelileri hâlâ üzerlerinde çiçekleri ile bahçeyi süslüyor, geniş verandaya da müthiş bir güzellik ve cazibe veriyordu. Veranda üst kattaki balkona altı sütun ile bağlıydı. Üzerleri işli bu sütunların arasına koyu yeşil İznik çinileri ile süslemeler yapılmıştı. Aynı tip süslemeler evin birçok yerinde göze çarpıyordu. Bu yeşil çiniler, bahçedeki çeşitli tondaki yeşiller ile uyum içindeydi. Çatı katının dört tarafında kemerlerle süslenmiş balkonlar vardı. Dört balkonda, verandadaki aynı sütunlarla süslenmiş ve desteklenmişti. Gerçi çiniler zaman içinde kırılmış, renkleri yer yer solmuştu ama yine de dikkatli bakan bir göz, bu binanın fevkalade güzel bir sanat eseri olduğunu anlayabilirdi. Binanın esas girişi sağ taraftandı. Hilâl kabartmalı masif kapının üst tarafındaki mermerde eski Türkçe olarak “1776 Teşrinievvel” yazılmıştı.
Verandanın kapısı açıldı. Uzun boylu kıvırcık siyah saçlı, koyu tenli, kırk, kırk beş yaşlarında bir kadın çıktı.
“Küçük Bey, Sarmaşık Gülü hadi, oyalanmadan gelin! Yemeğe bekleniyorsunuz,” diyerek oldukça yüksek bir ses tonu ile çocukları çağırdı.
Hümeyra, “Geliyoruz Bici! Hemen kızma!” diye karşılık verdi.
Faruk kız kardeşine, tuhaf tuhaf bakarak, “Hâlâ Bici demenin ne anlamı var? Artık Makbule Bacı diyebilirsin, herhalde dilin dönüyordur.” Hümeyra omuzlarını silkti.
“Ama Bici öyle dememi istiyor. Hoşuna gidiyormuş. Benim bebekliğimi hatırlayarak mutlu oluyormuş.”
Faruk, Makbule Bacı’nın Hümeyra’ya daha fazla ilgi göstermesini hep kıskanmıştı, umursamaz bir halde omuzlarını silkti.
“Aman iyi, ne dersen de!”diyerek hızla eve girdi.
Makbule Bacı alışılmış Arap dadılarının aksine zayıf ve uzun boyluydu. Sağlam, sırım gibi, tabir edilen sert bir görünümü vardı. Bu fiziki görünüşünün altında yumuşacık, sevecen bir mizaca sahipti. Evin genç hanımını da o büyütmüştü. Yani Faruk ve Hümeyra’nın annesi Süheyla Hanım’ı…
Hümeyra yemekten sonra, bahçenin bir köşesinde kocaman kulübesinde yaşayan kurt köpeği, Zalim ile bir müddet oynadı. Sonra elini yüzünü yıkayıp, orta kattaki odasına doğru yürüdü. Odasına gitmek için, annesi ile babasının yatak odalarının önünden geçmesi gerekiyordu. Babasının sinirli sesi yine koridora taşıyordu.
“Senin bu kendini beğenmiş hallerinden bıktım. Sanki padişah sarayından çıkmış gibi.” Süheyla Hanım daha sakin, daha sessiz konuşuyordu. Anlaşılan bu münakaşaların ev halkı tarafından duyulmasını istemiyordu.
“Derman Bey nasıl böyle konuşabilirsin? Hangi hareketim veya sözüm ile sizde böyle bir izlenim bırakıyorum?”
Derman Bey bir iki dakika cevap vermedi. Sanki bu soruya bir cevap hazırlıyor gibiydi. Sonra daha yüksek bir ses tonu ile, “İşte bu tavırlarınla! Normal bir kadın gibi kavga bile etmiyorsun. Çünkü kavga etmek asaletine yakışmaz. Sen ölçülü, zarif ve iyi terbiye almış bir paşa torunusun değil mi?”
“Derman Bey, bunlar benim geçmişim, değiştiremem. Ayrıca başkaları tarafından meziyet diye adlandırılan bu durumlar, sizin nazarınızda neden suç oluyor?”
“Bak! İşte görüyor musun? Torundan toruna geçen adlar. Hümeyra birkaç sene sonra evlenip de bir kızı olsa, tabii ki adı Süheyla olacak değil mi? Ve bir evde, affedersin konakta, üç Süheyla olur. Ne güzel değil mi?”
Hümeyra dinlemeye devam ediyordu. Annesinin hafiften gülen bir ses tonu ile, “Derman Bey, biraz tuhaf olmuyor mu? Henüz on bir yaşında bir çocuk evlenip de çocuğu olursa, evde üç Süheyla olurmuş. Olsa ne olur? Ayrıca yetmiş beş yaşında anneannemin, o zamana kadar yaşayacağını nereden biliyorsun? Yaşasa da ne mahsuru var? Bunlardan kavga mı çıkar? Yine içinde neler kurdun da bahaneler arıyorsun? Lütfen biraz daha düşünceli olmaya çalış. Ben bu yersiz münakaşalardan hiç hoşlanmıyorum. Evliliğimiz de çocuklarımız da zarar görüyor.” Derman Bey gittikçe ses tonunu yükseltiyordu.
“Bak! Şimdi de beni düşüncesizlikle suçluyorsun.”
Süheyla ne söylerse söylesin, bu münakaşayı kesmesinin imkânsız olduğunu anlamıştı. Acele ile oda kapısını açtı ve koridora fırladı. Hümeyra annesi ile burun buruna gelince çok korkmuş ve utanmıştı.
“Anneciğim, inan ki sizi dinlemiyordum. Elbisemi değiştirmek için odama giderken sesinizi duydum.”
Hümeyra boynunu bükmüş, ellerini de iki yana açmış, devam ediyordu. “Eh, merak ettim babamın niçin bağırdığını… Yine sana mı kızıyordu?
“Hayır, yavrum, hayır. Sen üzülme. Babanın konuşma tarzı öyle.”
“Anne, babam kızmasın. İstemezse ben çocuğumun adını Süheyla koymam. Hatta çocuk bile doğurmam. Hatta evlenmem. Büyük nine babama bir şey mi yaptı?”
“Hayır, çocuğum, hadi sen dersini çalış. Bir şey yok yavrum.” Hümeyra gitmiyordu.
“Peki, neden sizin ailede annelerin çoğu Süheyla?” Annesi bir an durdu.
“Bu konuyu sana büyük ninen anlatsın. İçimizde en iyi bilen o. Tabii, derslerini bitir önce. Akşam yemeğinden sonra, nineniz de kabul ederse…” Hümeyra heyecanlanmıştı.
“Bunun hikâyesi mi var?”
“Evet kızım, hem de bayağı uzun ve güzel bir hikâye.”
Hümeyra koşarak alt kattaki, büyük ninenin odasının kapısını çaldı. İçerden titrek bir ses,
“Giriniz!” diye cevap verince, Hümeyra kapıyı açtı. Heyecanla ninesine doğru koştu. İki yanağından öptü. Ninesi sallanan koltuğunda, gözlerini kapamış, müzik dinliyordu. Göz kapaklarını açmadan,
“Sarmaşık Gülü sen misin?”
“Evet nineciğim.”
“Makbule sana ne güzel de bir isim koydu. Hem davranış şekline uyuyor, hem de güzelliğine.”
“Nine ben size benziyormuşum, değil mi?”
“Evet kızım, ikimiz de ilk ninemize, yani ilk Süheyla’ya benziyoruz. Yani öyleymiş. Benim ninem anlatırdı. Tabii o ilk ninemizi ve dillere destan güzelliğini bizzat görmüştü.”
“Nineciğim, derslerimi bitirirsem ve de uslu bir kız olursam bana o hikâyeyi anlatır mısın?”
“Sen hep uslu kız oldun. Derslerini bitir. Faruk’u da al. Belki geçmişini o da bilmek isteyecektir. Zira geçmişini bilmeyenler, geleceğe doğru yoldan yürüyemez, doğru kararlar alamazlar.”
“Neyi bileceğiz nine?”
“Nereden gelip, nereye gittiğimizi… Yani gideceğimiz cihetin seçimini doğru yapmayı.” Hümeyra pek anlayamamıştı.
“Cihet ne büyük nine?”
“Yön. Hangi yöne gittiğimizi bilmek…”
“Nine pusula var ya, yönümüzü kolayca bulabiliriz.”
Büyük nine güldü.
“Öyle yön değil yavrum. Gelecekleri hakkında doğru karar vermek, kişiliklerimizin doğru gelişmesini sağlamak için.”
Büyük nine yorulmuş gibiydi. Derin bir nefes aldı.
“Tamam, Sarmaşık Gülü, bu kadar soru yeter. Beni şimdiden yorma!”
Hümeyra anladığı kadarı ile yetinmek zorundaydı. İtiraz etmeden, kapıya doğru yürürken, neşe içinde;
“Nineciğim, akşam yemeğinden sonra görüşürüz,” dedi.
“Tamam yavrum.”
Büyük nine, bu yaşına rağmen hâlâ güzel ve zarif bir kadındı. Osmanlı kültürü ile donanmış bir Avrupalı gibiydi.
Büyük nine yine sallanan koltuğuna oturmuştu. Faruk ile Hümeyra ise pencerenin önündeki 16. yüzyıldan kalma koyu mor berjer koltuklara oturmuş, dikkatle ninelerine bakıyorlardı. Hümeyra dayanamadı.
“Nineciğim, sizi bekliyoruz.”
Büyük nine koltuğuna iyice yaslandı. Bir müddet düşündü. Nereden başlaması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Bu hikâyeyi anlatma işi, büyük nineyi bayağı heyecanlandırmış ve mutlu etmişti. Yalnızlığa mahkûm olan bütün yaşlılar gibi, kendini heyecanla dinleyecek birilerini bulmanın mutluluğunu yaşıyordu. Derin bir nefes aldı.
“Ben üçüncü kuşaktan, anneniz Süheyla, yani benim torunum da beşinci kuşaktan Cezayirli Hasan Paşa’nın (sonradan kaptan-ı derya ve de sadrazam olmuştur) ve Ayvalık’ta çok sevilen papaz İkomo’nun yeğeninin torunlarıyız. Yani Rum ve Osmanlı karışımı bir kökenimiz var. Bundan iki yüz yıl evvel, Kdonia, yani Ayvalık ve çevresindeki adalar, Bizans İmparatorluğu’na bağlıydı. O dönemde korsanların baskısı ve saldırıları altında kalmış halk, bu yöreleri boşaltarak göç etmişti. Osmanlılar buraya yerleştikten sonra, ilk önce korsan sorununu çözerek, halkın Ayvalık’a ve adalara geri dönmesini sağlamıştı. Ayvalık’ta, hem Müslüman halk, hem de Hıristiyanlar huzur içinde ve emniyette yaşamaya başlamış, Osmanlı yönetimine sevgi ve bağlılık duymuşlardır. Müslüman olmadığı halde, her iki cemaat tarafından sevilen, sayılan bir insan vardı; herkese sevgi gösteren, dertlerine derman olan Papaz İkomo.
Papaz İkomo, Ayvalık’ın gelişmesinde büyük rol oynamış. Rivayete göre İkomo’nun kız kardeşi ve ailesi korsanlar tarafından öldürülmüş, beş kişilik aileden sadece üç yaşında bir kız çocuğu kurtulmuştu. İkomo bu küçük kızın, yani yeğeninin bakımını üstüne almış, onu eğitmiş, büyütmüştü. Dillere destan güzelliği olan Helena yirmi bir yaşına gelmişti. Hâlâ dayısı ile beraber yaşamakta, onu bir baba gibi sevmekteydi. O da kendisini dayısı gibi dine adamayı, bir manastıra kapanmayı düşünüyordu.”
Hümeyra bu söylenenlerin bir kısmını anlamıyordu. Yine de hikâyeyi merak ediyor, sabırla dinliyordu.
Büyük nine gözlerini pencereye doğru dikmişti. Çocuklara bakmıyordu. İçinde yakamozlar oluşmuş Ege denizine dalmıştı. Neredeyse bir asır önceki bu olayları anlatmıyor, adeta yaşıyor gibiydi. Nine heyecanla devam etti.
“İkomo’nun çok güzel bir çiftliği vardı. Bazılarına göre Ayvalık’tan Sarımsaklı’ya doğru giderken sol tarafta denizden iki üç kilometre içeride; bazı kimselere göre de Kozak yaylası ile Gömeç arasında. Belki de her iki yerde de. Biz Çamlık tarafındakini görebildik. İkomo, yeğeni Helena ve birkaç yardımcısı ile bu çiftlikte yaşarmış.
1770 yılı Mart ayının on dördüncü günüydü. Ayvalık ve yöresi çok kuvvetli bir rüzgâr ve sağanak yağmur altındaydı. Rüzgâr, İkomo’nun çiftlik evindeki kapalı panjurları yerinden sökecek kadar sarsıyordu. Çiftlikteki ağaçlar sanki yere kadar yatıp kalkıyordu. Gökten yağan yağmur değil de, binlerce kovadan boşaltılan su gibiydi. Rüzgârın uğultusu, yağmurun sesi ürpertici bir gürültü çıkarıyordu. Ayvalık yöresinin yağmurları asla sakin olmaz. Rüzgârı da öyle… Bir başladı mı, günlerce devam eder. Çiftlik evinin içinde ise hayat çok daha sakin görünüyordu. Herkes uyuyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti. Çiftliğin bekçisi Yorgi, İkomo’nun yatak odasının kapısını ısrarla vurmaya başladı. İkomo, başında beyaz takkesi ve uzun beyaz geceliği ile yatağından fırladı.
“Ne oluyor Yorgi? Ne var? Helena’ya mı bir şey oldu?”
“Hayır Peder, hayır. Üç atlı geldi. Birisi yaralıymış. Geceyi burada geçirmek için sizden izin istiyorlar,” dedi. İkomo biraz düşündü.
“Yorgi, al onları içeri. Bir insan ve de bir din adamı olarak, bizden yardım isteyen kim olursa olsun geri çeviremeyiz, değil mi?”
Yorgi cevabın böyle olacağını biliyordu ama yine de yüzünü buruşturdu. Böyle her önüne gelen yabancının içeriye alınması tehlikeliydi. Hem kim bilir niye yaralanmıştı? Belki soyguncuydu. Belki katildi. Bunları düşüne düşüne adamların yanına yaklaştı.
“Buyurun, Peder sizi misafir etmeyi kabul etti.”
İki adam hemen attan atlayıp, yaralı arkadaşlarını yere indirdiler. Zifiri karanlıkta hareketleri zor fark ediliyordu. Hemen evin kapısından girdiler. İkomo beyaz geceliğini çıkarıp, papaz kıyafetini giymiş ve misafirleri karşılamak için evin girişine çıkmıştı.
“Buyurun efendiler. Sizi şu sıcak odaya alalım. Yorgi, sen de sobaya odun at. Misafirlerimize giyecek bir şeyler bulmalısın! Ve tabii yiyecek de getirin. Bak, sırılsıklam olmuşlar. Marta’ya da söyle ıhlamur kaynatsın.”
Odada sobanın başına geçen adamlardan biri, ayakta durmakta zorlanıyordu. Uzun sedirin köşesine yığılırcasına oturdu. Gözleri kapanmak üzere idi. İkomo büyük bir dikkatle adamları inceliyordu.
“Yaralı olan sizsiniz galiba?”
Adam zorlukla “Evet,” dedi ve sedire boylu boyunca yattı.
İkomo kucağında odunlarla odaya giren Yorgi’ye döndü.
“Yorgi! Ben odunları sobaya atarım, sen Helena’yı uyandır. Misafirimizin biri yaralı. Gereken malzemeleri alıp, gelsin.” Yorgi yine ağzının içinde bir şeyler söyleyerek odadan çıktı. İkomo, Yorgi’nin bu söylenmelerine alışkındı. Söylense de görevini iyi yapan bir hizmetkârdı ve yıllardır kendisine büyük bir bağlılıkla hizmet ediyordu.
Helena da yataktan büyük bir şaşkınlık içinde kalkmış, acele ile sırtına kapalı ve eteği uzun bir elbise geçirmişti. Odanın sağ duvarında asılı olan ve üzerinde haç resmi bulunan tahta kutunun kapağını açtı. İçinden iki şişe, biraz pamuk ve beyaz, ince uzun bezler aldı. Yorgi’nin arkasından, oturma odası diye kullandıkları büyük odaya yürüdü. Odadan içeriye girdiğinde, dayısı sedirde yatan adamın başında İncil’den bir şeyler okuyordu. Adamın gözleri yarı kapalıydı. Hızla sedire yaklaştı.
“Yarası neresinde dayı?”diye sordu. İkomo cevap vermeye fırsat bulamadan, sobanın çevresinde ısınmaya çalışan adamlardan kısa boylusu “Sol omzunun altında, önde,” dedi.
Helena elindekileri dayısına uzattı. Yabancı adamın mintanının düğmelerini çözdü. Adam kendinde değildi. Hiçbir tepki vermiyordu. Sol omzunun altı mora kaçan kırmızı renkteydi. Ateş gibi yanıyordu ve şişmişti. Neredeyse patlayacak kadar şişti. Yara iltihaplanmış ve oldukça geniş bir bölgeye yayılmıştı. Üzerinde küçük bir nohut kadar açık sarı renkte bir baş oluşmuştu. Helena “Esas yara yeri burası olmalı,” diye düşündü. Dehşet içinde, sobanın başındaki adamlara döndü.
“Bu zavallı, bu hali ile buralara kadar nasıl, nereden geldi? Ve bu yara neden bu kadar ihmal edildi?” Helena cevabı beklemeden dayısına bakarak, “Dayı bu benim işim değil. Hekim gerek.” İkomo pencereden dışarı baktı.
“Kızım şu havaya bak! Kim dışarı çıkabilir? İhtiyar hekimimiz bu havada buraya nasıl gelebilir? Sen elinden geleni yap! Sabaha inşallah hava durulur. Hekim de getirtiriz.”
Helena Yorgi’ye döndü.
“Yorgi, Marta’ya söyle ince bir bıçağın ucunu iyice yaksın. Büyük cezvelerden birine taze kurutulmuş kekikten bolca koyarak kaynatsın. Ve bana çok temiz bezlerle beraber tütün kolonyası da alarak getirsin.” Sonra dayısına döndü.
“Dayı, eczacı Spiro’nun yaptığı toz ilaçtan var mı?” İkomo kapıya doğru hareket ederken,
“Olacak,” dedi.
Marta istenilenleri bir tepsinin içine koymuş, getirmişti. Helena,
“Marta onları yakınıma getir! Sen de bana yardım et!
“Ben, ben yapamam Helena! Korkarım, yaraya hiç bakamam.” İkomo atıldı.
“Tamam, Marta sen bir çorba ve ıhlamur hazırla! Ben yardım ederim.”
Sobanın başındaki iki adam, söylenenleri dikkatle dinliyor ama hiçbir şey söylemiyorlardı.
Helena temiz bez üzerine döktüğü tütün kolonyası ile yarayı ve çevresini birkaç defa sildi. Sonra yaranın üzerine kekik suyunu döktü. Ateşte yanmış bıçağı aldı ve yaranın uç kısmını bıçağın ucu ile kaldırdı. Adam derinden inliyordu. İnilti sesi de kesildi. Bayılmıştı. Helena adama hiç bakmıyordu. Yüzündeki acıyı görürse, işine devam edemeyeceğini düşünüyordu. Temiz bir bezi yaranın üzerine örttü ve iki elinin başparmakları ile yarayı sıkıştırdı. Bir müddet sonra cerahat, bezi ıslatmıştı. Bu hareketi birkaç defa tekrar etti. Sonra yine tütün kolonyası ve kekik suyu ile sildi. Temiz bir bezi birkaç kat katlayıp, yaranın üzerine koydu ve sımsıkı bağladı. Adam öylece yatıyordu. Helena,
“Bana bir tatlı kaşığı verin!” dedi. Yorgi koşarak, mutfaktan bir tatlı kaşığı getirdi. Helena yarım çay bardağı kadar kalmış olan kekik suyuna, eczacı Spiro’nun toz ilacından koydu. Helena yaralı adama kaşık ile içirmeye uğraşıyordu ama boşuna… Çünkü ağzını açmıyordu. İkomo zorla adamın ağzını açtı. Helena’da kaşık kaşık ilaçlı kekik suyunu içirdi. Sonra dayısına dönerek,
“Dayı, bu kekik suyunu beş, altı saatte bir içirmeliyiz. Yani kahvaltıdan sonra, ben veririm yine. Marta sen biraz daha kekik suyu hazırla! Mutfakta dursun,” dedi.
Odanın içi mis gibi kekik kokmuştu. İkomo, “Diğer misafirlerimize de yer yatağı yapın,” dedi.
Sonra hâlâ sobanın çevresinden ayrılamayan adamlara döndü,
“Arkadaşınız büyük bir ihtimalle sabaha kadar uyanmayacaktır. Siz de birer kâse sıcak çorba için sonra uyuyun. Aç acına uyunmaz. Aksi bir şey olursa, Yorgi ile Marta’nın odası hemen mutfağın karşısında. Onlara haber verin. Onlar gerekeni yaparlar. Hadi bakalım, geceniz hayrolsun!”
Sonra ayakta konuşmasının bitmesini bekleyen Helena’ya dönerek, “Sağ ol, kızım. Sen olmasan ben ne yapardım? Hadi artık odana git ve uyu,” dedi.
Helena “İyi geceler,” diyerek odadan çıktı.
Misafirler günlerdir çektikleri sıkıntıdan sonra baygın bir halde uyumuşlardı. Ama İkomo’nun çiftliğindeki insanlar, uzun süre bu gece yaşananları düşündüler. Hele Helena yaralı adamın kim olduğunu çok merak etmişti. Yaşı belli olmayan bu adam oldukça yakışıklı ve tuhaftır ama o hali ile bile üst tabakadan biri gibi görünüyordu. Kimdiler? Niye yaralanmıştı? Nereden gelip, nereye gidiyorlardı?
Helena gün ışırken uyuya kalmıştı. Birden sıçradı. “Acaba ne kadar uyumuştu?” Yaralı adama kekik suyu içirmeli ve durumuna bakmalıydı. Perdenin ucunu kaldırdı. Her taraf aydınlıktı. Güneş pırıl pırıldı. Rüzgâr hafiflemişti. Manzara o kadar güzeldi ki, “Keşke işim olmasaydı da biraz seyretseydim” diye düşündü. Yağmur suyu ile yıkanan ağaçlar, çiçekler daha koyu renkte ve parlak gözüküyordu. Çevre tertemizdi. Birden içinde bir ferahlama hissetti. Güneş onun kalbine de doğmuştu. “Eğer hasta iyi değilse, bugün hekim de getirebiliriz,” diye düşündü. Dolabını açtı. Uzun, ayak bileklerine doğru genişleyen bir etek, üzerine de yeşil, dik yakalı, kapalı bir buluz seçti. Derli toplu olmalıydı. Neticede tedavi etmeye çalıştığı genç bir adamdı ve Müslüman’dı. Acele ile giyindi. Bir an “Saçlarımı toplasam,” diye düşündü. Sonra vazgeçti. Çünkü çok zaman kaybedecekti. Saçları çok gürdü, hafif dalgalarla beline kadar iniyordu. Açık kumral renkteydi. Güneş ışığı altında, yer yer saman sarısı gibi duruyordu. Üzerindeki bluzun koyu yeşili, açık yeşil gözleri ile tuhaf bir uyum oluşturuyor ve kızın yüzüne bir cazibe, bir gizem veriyordu. Teni açık renk ve parlaktı. Dudakları dolgun, boyanmış kadar renkliydi. Sağ yanağında derin bir gamze vardı. Uzun kirpikler ve henüz el değmediği halde kusursuz muntazam kaşları ile Helena gerçekten çok güzeldi. Gerçek demek galiba yanlış oluyordu. Gerçekten ziyade hayal gibiydi. Orta boyluydu ve çok muntazam hatlı, dipdiri, taze bir vücuda sahipti. Önce hızla mutfağa girdi. Marta kuzinenin başında bir şeyler yapıyordu.
“İyi sabahlar, Marta! Kekik suyu nerede?” Marta Helena’ya yüzünü döndü.
“Bak, şu tencerenin yanında. Niye bu kadar telaşlı ve bu kadar güzelsin?” Helena güldü.
“Telaşlı olduğum kesin ama güzel miyim bilmiyorum. Çünkü henüz aynaya bakmadım.” Marta’ya cevap verirken mutfaktan çıkmıştı.
Oturma odasının kapısını hafifçe vurdu. İçeriden dayısı cevap verdi:
“Girebilirsiniz.”
Helena içeriye girdiğinde, yaralı adamın arkadaşları yere oturmuş, Marta’nın tepsi içinde getirdiği, kahvaltılıkları yiyorlardı. Helena, “İyi sabahlar!” dedi ve hastasına doğru döndü. Bir çift siyaha yakın yeşil göz kendisine bakıyordu. Helena bir an durakladı. Öylece adama bakıyordu. Adam hafifçe gülümsedi. Sonra yavaş, yavaş gülümsemesi kayboldu.
“İyi sabahlar, küçük hanım,” dedi ve devam etti. “Dün geceki kurtarıcım sizdiniz demek.” Helena hâlâ öylece duruyordu. İkomo araya girdi.
“Helena buradaki birçok insanın kurtarıcısıdır. Keşke memleketimizde kızlara da tahsil yapma imkânı olsaydı da Helena’ya tıp tahsili yaptırabilseydim. Çok yetenekli,” dedi.
“Demek güzel yeğeninizin adı Helena. Küçük hanım tekrar tekrar size minnettar olduğumu söylemeliyim. Hayatımı kurtardınız,” dedi adam. Helena hâlâ konuşmuyordu. Elleri titremeye başlamıştı. Adamın yanına yaklaşıp, elindeki ilaç karıştırılmış kekik suyunu uzattı.
“Bunu içmelisiniz!”dedi. Gözleri yaralı adamın gözlerine takılmıştı sanki. Adamın gözlerinde ise büyük bir hayranlık vardı. Bu güne kadar bu kadar güzel bir kadın görmemişti. Sonra içinden güldü “Sanki çok kadın gördüm de. Anam, bacım bir de yüzünü dahi görmeden evlendirildiğim zevcem.” diye düşündü. Sonra Helena’ya döndü.
“Güzel hekimim ne derse onu yapacağım. Bir gecede mucizeler yaratan bir hekimin sözü nasıl dinlenmez?”
Helena elinde boş bardakla, acele odadan çıkıp, mutfağa doğru yürüdü. İçinde tuhaf kıpırdanmalar, yüzünde ateş vardı. “Hastalanıyor muyum? Acele bir şeyler yiyip, bir ilaç da ben almalıyım,” diye düşündü.
Bugün misafirlerinin geldiğinin üçüncü günüydü. Yaralı adam gittikçe iyileşiyordu. Helena pansumanını yaparken, vücudunda başka morlukların ve ufak tefek yaraların da olduğunu gördü. Adam ile mümkün olduğu kadar az konuşuyordu. Ama her seferinde heyecanlanıyor, içindeki o kıpırdanmalar başlıyor, vücut ısısı yükseliyordu.
Mutfakta dayısı İkomo ile beraber öğlen yemeği yiyen Helena sordu:
“Dayı bunlar neyin nesi imiş? Adamın vücudunda başka yara izleri de var. Bu bir tek kurşun yarası değil,” dedi. İkomo başını sallayarak, “Haklısın bunlar İzmir yakınlarında balıkçılık yapıyorlarmış. Biliyorsun, korsan konusu tam olarak halledilemedi. Korsanların baskınına uğramışlar. Tekneleri devrilmiş. Kayalara çarpmışlar, bu arada da bir kurşun yarası almış. Öteki adamların da ufak tefek yaraları var.”
Helena düşünüyordu. Sonra dayısının gözlerinin içine bakarak: “Dayı, yaralanma şekli böyle olabilir ama bu adam asla bir balıkçı olamaz. Diğerleri belki.”
İkomo endişeli bir ses ile, “Bence de öyle. Bakalım, zaman içinde çözümlenmeyen bir şey yoktur. Doğrusu neyse öğreneceğiz,” dedi.
Aradan on beş gün geçmesine rağmen, adamlarda gitmek ile ilgili ne bir hareket, ne de bir söz vardı. Helena adamı her görüşünde daha çok heyecanlanmaya, iyice etkisi altında kalmaya başlamıştı. Doğru dürüst yüzüne bakamıyor, yanından hemen uzaklaşıyordu. Ama beş dakika geçmeden yine adamın yanında olabilmek için bir bahane yaratıyordu. Adamlar hakkında bildikleri, ilk günlerde öğrendikleri ile sınırlıydı. Bir de kesin Müslüman olduklarıydı.
İkomo ile adının Süleyman olduğunu söyleyen yaralı adam, sık sık uzun sohbetler yapıyordu. Helena’nın dikkatini çeken bir şey daha vardı. Süleyman Ağa’nın yanındaki adamlar, ona asla bir balıkçı veya aynı seviyede bir arkadaşmış gibi davranmıyorlardı. Süleyman Ağa’ya, maiyetindeki iki insanmış gibi hürmet ediyorlar, isteklerini emir telakki ediyorlardı.
Süleyman Ağa, Türk kahvesini yudumlarken sordu: “Peder, bizim Müslüman olduğumuz aşikâr. Günlerdir evinde misafir ediyorsun. Sadece anlattıklarımızla yetinip, başka sual sormuyorsun. Bu kadar büyük yürekli nasıl olabiliyorsun?”
“Bak Süleyman Ağa, ben Katolik bir din adamıyım. Bütün dinlerin kutsallığına inanırım. Sadece doğruya varış yolları ayrı ayrıdır. Peygamberlerin geliş tarihine ve çıktıkları toplumun özelliklerine göre, Tanrı tarafından buyruklar gönderilmiştir. En son gönderilen din Müslümanlık olduğuna göre, en çağdaş olanı da o olmalı. Ama Katolikler Katolik doğar, Katolik ölür. Ayrıca bu topraklar Osmanlı’ya geçtikten sonra, birçok sorunla beraber, korsan sorunu da çözülmüş, buraları terk eden herkes toprağına dönmüş, huzur içinde bir arada yaşamaya başlamıştır. Ben ve halkım, Osmanlılar’dan bir kötülük görmedik. Zaten baştaki krallar, kraliçeler veya devlet büyükleri olmasa, bütün dünya insanları bir biriyle daha kardeşçe ilişkiler içinde olacak. Siyaset denen şey, iğrenç bir yapıya sahip. Ben Müslümanlar’ı da kendi halkım kadar severim ve yardımlarına koşarım. Yeter ki iyi, insan gibi insan olsunlar.”
“Peki bizim insan gibi insan olduğumuzu nereden biliyorsunuz?”
“Ben gördüğüm, bana ihtiyacı olan her insanı, iyi kabul eder, yardım ederim. Sonunda iyi çıkmazsa, bu da onun sorunudur. İleride hesabını Tanrı’ya kendisi verecektir. Ama insanların vicdanlı olması ve ilk hesabı vicdanlarına karşı vermesi tercihimdir. O zaman fazla yanlış yapmazlar. Bile bile kötülüğü ise asla!”
Süleyman Ağa uzun süre düşündü. Sonra İkomo’nun gözlerinin içine bakarak: “Şimdi bu kadar çeşitli insanın sana neden bu kadar güvendiğini çok daha iyi anlıyorum. Ayrıca yeğeninizi de çok iyi büyütmüşsünüz. Bu güne kadar bu kadar terbiyeli, becerikli ve de itiraf etmeliyim, güzel bir genç kız görmemiştim,” dedi ve ilave etti, “Muhterem peder, evinizde biraz daha kalmamız gerekebilir. Sonra verdiğimiz zararı fazlası ile telafi ederiz. Bana inanabilirsiniz. Şimdi biraz uzanmak istiyorum, müsaadenizle,” diyerek ayağa kalktı.
İkomo arkasından uzun süre baktı “Bu kesinlikle balıkçı falan değil,” diyerek, başını iki tarafa salladı. “Bakalım arkasından ne çıkacak? Allah sonunu hayır getirsin,” deyip odasına doğru yürüdü.
Bu sabah Helena oturma odasına girdiğinde, Süleyman Ağa yalnızdı. Sedirde oturmuş, derin düşüncelere dalmıştı. Helena, “İyi sabahlar,” dedi. Süleyman Ağa yerinden kalktı.
“Buyurun güzel hekimim. Beni kontrol mü edeceksiniz?”
Helena gülümsedi, “Artık kontrol etmeme gerek yok. Hiçbir şeyiniz kalmadı.”
Süleyman Ağa’nın yüzünden bir keder bulutu geçti. “Yani bana iki yol gözüktü. Ya çekip gitmeliyim, ya da yeniden bir kurşun yarası almalıyım. Ben ikinci yolu tercih ederim. Ne yazık ki buralarda bana kurşun sıkacak biri yok.”
Helena kıpkırmızı olmuştu. İki yol da kabul edilir gibi değildi. Yabancının yaralanması da, gitmesi de Helena’yı çok üzecekti. Başka bir ihtimal de yoktu. Helena ikinci yol ile kendisine anlatılmak isteneni anlamıştı. Endişe dolu gözlerini, Süleyman Ağa’dan kaçırarak, “Acele gitmeliyim. Mutfakta işlerim var,” diyerek odadan çıktı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Hızla mutfağa girdi ve duvara yaslanarak, kalbini sağ eli ile bastırdı.
Akşam yemeğinden sonra Süleyman Ağa, Peder İkomo’yla hususi görüşmek isteğinde bulundu. Oturma odasında yalnızlardı ve Marta’nın getirdiği kahveleri içiyorlardı. Süleyman Ağa, “Sevgili Peder, sizinle açık konuşmanın zamanı geldi de geçti bile. Böyle sahte bir kişilik içinde dolaşmak beni fazlası ile muzdarip ediyor.”
Peder hiçbir şey söylemeden, dikkatle dinliyordu. Süleyman Ağa devam etti, “Ben ne balıkçıyım, ne de adım Süleyman. Adım Hasan. Bir Osmanlı paşasıyım. Belki duymuşsunuzdur. Cezayirli Hasan Paşa.” Peder hemen ayağa kalktı.
“Balıkçı olmadığınızı biliyordum ama bir Osmanlı paşası olacağınızı da hiç düşünmemiştim. Bir kusurumuz olduysa affola paşam,” dedi. Hasan Paşa gülerek, “Af dileyecek olan biziz. Sizi yorduk ve tereddütler içinde kalmanıza sebep olduk. Peder, ben Çeşme yakınlarındaki Koyun adası civarında Rus gemileri ile çarpışıyordum. Hem onların, hem bizim gemilerimiz alev aldı. Alabora olduk. Çarpışma içindeydik. O arada göğsüme de bir kurşun yemiştim. Denizin derinliklerine gömüldük. Suyun yüzüne çıkacak gücüm yoktu. Neyse sonuçta gördüğünüz bu iki adam tarafından kurtarıldım. Leventlerimin hemen hepsi şehit düşmüşler, Ege’nin sularına gömülmüşlerdi… Rus gemileri çarpışamayacak durumda olmalılar ki hemen uzaklaşmışlardı. Bu çarpışmadan sonraki görevim, Çanakkale’de idi. En geç yaz ortalarında orada olmam gerekli. Ama bu adamlardan başka tek levendim yok. Sizden bana yardımcı olmanızı ve yeniden leventler bularak, beni Çanakkale’ye ulaştırmanızı rica ediyorum.”
Peder İkomo çok şaşkındı. Bir Osmanlı paşasına asker toplamak ve onu savaşması için Çanakkale’ye gitmesinde yardımcı olmak… Ayağa kalktı. Çok düşünceliydi.
“Paşam biraz zaman rica edebilir miyim? Düşünmeliyim. Emrinizi yerine getirecek gücümün olup, olmadığını tartmalıyım.”
Hasan Paşa gülerek, “Bunlar asla emir değildi. Güvenilir bir dosttan yardım talebi diye telakki ediniz. Tabii istediğiniz kadar düşünebilirsiniz. Ricamın kolay bir şey olmadığını biliyorum,” dedi.
Hasan Paşa bütün endişelerine rağmen, rahatlamıştı. Ekmeğini yediği bu misafirperver insanları aldatmak, dürüst karakterine ters düşüyordu. Yüreğinde ise buruk bir acı vardı. Bugünkü konuşma, burada kalış süresinin sona doğru saymaya başladığı andı. O güzeller güzeli Helena’yı bırakıp, gidecekti. Her gece saatlerce onu düşünüyor, yatağından fırlayıp, “Seni çılgınca seviyorum. Benimle evlen ve İstanbul’a gel!” dememek için kendini zor tutuyordu. Çünkü sadece benimle evlen demesi doğru değildi. Bu teklifin doğrusu “Senden oldukça yaşlıyım ve evliyim. Bütün bunlara rağmen, benim ikinci karım olur musun?”du. Bir Katolik’in ikinci kadın olması imkânsızdı. O bunu kabul edemezdi. Bunları düşünerek oturma odasına girdi. İki Levent odada konuşuyorlardı. Paşayı görünce ayağa kalktılar. Paşa eli ile oturmalarını işaret etti.
“Nihayet söyledim.”
Uzun boylu olanı telaşla sordu, “Peki kabul etti mi?”
“Biraz düşünmesi gerektiğini söyledi.”
Adam bozulmuştu.“Ne demek! Sizin gibi bir Paşa’nın emirlerini yerine getirmek için düşünmek de ne oluyormuş?”
“Bre Kemal! Adamdan bir kilo pirinç istemiyoruz. Savaşmak için yanımıza adam istiyoruz. Ölüme gelmeyi kabul edecekler. Kolay mı zannedersin?” dedi Hasan Paşa.
Uzun boylu pos bıyıklı adamda yerinden kalkmıştı. Bir an öylece durdu. Bir şey söylemek istiyordu ama vazgeçti.
“Paşam, biz Ayvalık’a kadar bir inelim. Nabız da yoklamış oluruz.
“Tamam Hakkı, ben de biraz istirahat etmeliyim.”