Nedense hayata aynı gözlerle bakamıyorum artık. Ruhumdaki bu tahribat sadece aşka değil, her yere, her şeye ve herkese bakışımı değiştirdi.Acı değil burası! Acıyı geçtim. Sadece eskisi gibi değilim.
Beni olduğum yerden çok fazla uzaklaştırdı neyse bu bana olan. Belki de beni hayata bağlayan, ne olursa olsun yine ayağa kalkmamı sağlayan her ne ise, ona olan inancımı sarstı. Nereye tutunuyorsam bir zamanlar artık oraya tutunamıyorum. Boşluktayım; ne düşüyorum, ne duruyorum. Belki de olduğum yer, olmam gereken yer!Boşluk işte.
Artık yaşadıklarım, yaşamadıklarımı yaşamama engel!
Kendi boşluğumdan yazıyorum. Kendi sınırsız alanımdan yani. Burada her şey yeni. Bu boşluğu daha önce doldurmamıştım. Şimdi dolduracağım. Belki de boş bırakırım. Bunun garantisini veremem şimdilik. Kendime veremediğim bir garantiyi başkalarına da veremem…
Yüklendiğim yüklerden arınıp boş kaldığımda, yani şimdi; hayat yeniden başlıyor. Benim hiç yeniden başlamayan bir hayatım olmadı. Hiç eski bir hayatım, eski herhangi bir şeyim, eski bir elbisem bile. Dolayısıyla hafızam da yok. Yeni bir şeyler aramaktayım hep. Yeni bir bilgi, yeni bir söz, yeni bir şarkı, yeni bir duygu…
Burada her şey yeni. Aklımı karıştırmış olan her öğretiyi reddettiğimde ve aslında kendimi de; ağaç benim ağacım, koltuk benim koltuğum, aşk benim aşkım, yıldız ben onu nasıl görürsem öyle. Gerekirse aklımı yeniden, ama bir tek ben karıştırabilirim.
Kendimi kaybetmeyi seçiyorum şimdi. Bulacağım sonra. Kendi gerçeğimi ararken, her yanılgı beni ona biraz daha yaklaştırıyor.
Gerçek nerede?
Gerçeğin içinde!
Bir yatağın içinde, sabaha yakın bir saatte, üzerimde bir başkasının yani benim dışımda birinin kokusu, “sen” diyeceğim de artık ben bile anlamayacağım kim olduğunu. O yüzden sen, bir başkası, herhangi biri fark etmez… Nasılsa unutacağım… Başkalarını ve seni. Korkmakla hiç korkmamak arasındayım, ölmekle yaşamak arasında! Bu aranın ortası yok. Keskinim ve netim. Sadece iki ucun arasındaysam da, arada değilim aslında!
Şimdi bana hiç olmamış bir şeyler olmalı. Belki her şey değişmeli hayatımda. Belki hayallerimden vazgeçmeliyim. Başka hayaller kurmalıyım ya da. Belki geleceği de reddetmeliyim! Bilmiyorum daha…
Bir salyangoz hikâyesi…
Zorsun bana…
Gelmen zor…
Kalman zor…
Gitmen zor…
Durmam zor ama!
Belki değişir diye bir şeyler, belki sakinleşir diye içim bekledimse de, sanırım değişmiyor. Kelimesiz kalmak…
Seni yeniden görmeyi bekledim kendimi anlamak için. Ama kelimesiz kalmanın ne demek olduğunu anladım! Bir yazarı kelimesiz bırakmak “yetenek” demek. İçime bilmediğim hangi tohumları atıyorsun ve ektiğin tohumlar her ne ise, içimde büyüyünce beni ne ile başa çıkmaya bırakıyorsun? Çıkabilirim!
Beni hep bildiği yerden yakalayıp kendine alan, bütün ihtimalleri yakan bu şey, bu duygu, fırlatıp atar mı bir gün bir yerlere daha? Sanırım artık ihtimalleri de umursamıyorum. Ve sanırım her ihtimal kabulüm.
Değişen bir şey yoksa her şey aynı mı demektir? Bazı duygular sabit midir ve artık onlara inanmak mı gerekir ve direnmemek?… Bıraktığın yerde duruyor hislerim. Bıraktığım yerdesin. Gidemeyişimiz sabit!
Yine, ben aynı yerde duruyorum. Yine, sen aynı yerde. Yine, son yok. Sonu da yok hâlâ. Olmasın zaten. Bir son beklentim de yok.
Sonsuzluğum ol benim. Sonlar yakışmıyor zaten bana. Sonsuzluk ne demektir bilir misin? Bilmiyorsan, bildiğin herhangi bir sonu yaz gitsin. Zorlama beynini. Yeniden başlayalım!
“Benim ol!”
“Tamam.”
“Benim ol ama!”
“Tamam.”
“Benim ama!”
“Tamam.”
“Sadece benim.”
“Tamam.”
“Bir tek.”
“Tamam.”
“Tamam mı?”
“Tamam.”
“Söz mü?”
“Söz.”
“Yemin mi?”
“Yemin.”
Ben sana âşık olalı kaç yıl oldu, kaç gün, kaç saat? Saymıyorum artık. “Benim ol,” diyorsun, oluyorum ve hâlâ… Senin olduğum halde her an senin olmamı istemeni ya da senin değilmişim gibi hissetmeni, bana olan aşkına mı, benim aklıma mı borçluyuz acaba? Neyse, düşün sen!
“Âşığım sana.”
“Bunu mu buldun? Düşünmüyorsun diyorum sana. Hiçbir şeyin üzerinde düşünmüyorsun. İşin kötüsü, hissetmiyorsun da.”
Fırtınalarım var gözbebeklerimde! Sen o rüzgârlara karışıp uçup gitme diye gözlerimin önünden, kaçırırdım ya gözlerimi bazen; korkardım direnemezsin diye. Şimdi, artık çok geç! Şimdi, hiç gözümü kırpmadan bakmak istiyorum gözlerinin içine, bana olan ne varsa, sana da olsun diye! Ben olamam ya gözlerimdeki bu ani değişikliğin tek sebebi. Her dediğine ve her yaptığına dikkatle bakıyorum ya artık; demediklerine ve yapmadıklarına da!
“Sen rüzgârsın! Bunu biliyoruz. Esmeden duramazsın. Ama her estiğinde benim birkaç dalım daha kırılıyor ve bundandır çok istememe rağmen, uzak durmaya çalışmam.”
“Duramazsın! Alışkanlığımız sabit.”
Ne “kal” diyeceğim artık ne de “git.” Ne bileyim, işte böyle bu defa. Sen yaz, sen çiz, sen boz, sen git, sen dön bu defa. Ben biraz yoruldum. Bekliyor olacağım sen beni nasıl beklediysen her defasında. Geliyor olacağım çağırdığında; nasıl sen, hep geldiysen her çağırdığımda! Ama hepsi bu işte. Ve bir gün biri alırsa beni senden, dönmeyeceğim bir daha.
Bir şey bitmiyorsa, bittiği yerden devam edebiliyorsa bitse de, bitmiyorsa yani, bitmiyor demektir sadece. Her şeye çok karmaşık bir anlam yüklemeye gerek yok. Neden-nasıl-sonuç ilişkisi falan… Bitmiyorsa bitmiyordur işte. Bitiyorsa da biter. Ama işte bitti…
Hadi canım!
Yok canım!
Önce kendinden emin duruşlar, unutmaya kaldırmalar başını, aldırmayışlar, “mış” gibi yapışlar, sonra sessizlik, sessizlik, kaç gün dayanılabilirse o kadar sessizlik… Alışkanlık ya da.
“Görmem lazım seni!”
“Benim de!”
“Gel!”
“Nereye?”
“Nereye olursa!”
“Peki.”
“Hemen şimdi.”
“Peki.”
“Tamam.”
“Çabuk.”
“Hadi.”
“Peki.”
Neden her defasında giriyorsun bu kapıdan kolayca ve sanki hiç gitmemiş gibi? Neden hiç gitmiyorsun sahi? Bazı yerlerden gidilmiyor galiba!
“Beni her istediğinde senindim. Sen de beni hep istedin!”
“Eee. Sorun ne o zaman?”
“Yok ki.”
Hâlâ bazen birbirimiz için yaratıldığımızı düşünüyorum. Ama, sonra yine karışıyorum hayata… Bazen, sana dönmem gerektiğini düşünüyorum, –ben burada olsam da, olmasam da yokmuş gibi davranıyorum ve aslında tek sorunumuz bu olsa gerek ya da en büyük– vazgeçiyorum sonra. Bilirsin, özgür olmam gerektiğine inanıyorum hâlâ ve eğer “bazen” diyorsam, bu her zaman demek değildir. Yani süreklilik yoktur. Sürekliliği yok sana olan duygularımın. Bir gün öyle, bir gün böyle… Değişip duruyorum kendi içimde ve ben her değiştiğimde, sen de savrulup duruyorsun içimden!
Sana dönsem de, yine gideceğime olan inancımdan, kendime olan inançsızlığımdan yani, zaten burada olduğumu unutuyorum bazen, yok sayıyorum ya da. Bak, bir “bazen” daha ve daha binlercesi var beynimin içinde. Bilirim kendimi oysa, hedefe kilitlenir benim gözlerim. Başka hiçbir şey görmem. Görsem de inanmam. Duymam. Duysam da dinlemem. İnatla akar kanım içimde. İnançla akar. İnandığımdan çok zor dönerim. Dönerim ama. Her yerden geri dönebilirim. Herkesten de kendime. Tek sebebi olabilir hâlâ bir arada oluşumuzun; kalbimin yerinden oynaması, bir greyderin insan gücüyle yerinden oynatılması kadar güç. Bu sebepten kurtarıyoruz galiba.
Bir kez daha gelişin ve bir kez daha gidişin arasında sadece …………………………………………….. Bu noktalar var artık dolduramadığım. Doldurmaya çalıştığım, zorladığım ama başaramadığım. Doldurmak istemediğim belki de. Aslında, bu yüzden hiç çabalamadığım. Zorlamak bahane. Belki de bu macera anlamsız görünüyor artık gözüme ve gözümde anlamını yitiren her şey etkinliğini de, etkisini de yitirmiştir hayatımda ya da yitirmek üzeredir. Yakındır yani.
Anlam azalması!
Bak bunun yerine başka bir şey koyamayız, dolayısıyla önemli bir konu. Her şey azalır anlam azalınca; sevişmek de azalır, sevmek de, aşk da ve bilumum her şey sırayla. Elimizde kalanlara, hâlâ olanlara yani, bakmak lazım.
Açın bana kapınızı. Sizin olmaya geldim bu gece ya da birkaç saat sadece. Size ait olmaya geldim eğer başarabilirsem. Ve eğer başarabilirsem kalırsınız hayatımda. Yeni bir ten, yeni bir koku… Alışmak zor olsa da karışmak zor değil. İnsan isteyince neler yapmaz ki? Acıtır hem başkalarını hem de kendini Ne kadar uzaklaşsam senden, sen o kadar yakınlaşıyorsun ve her gözümü kapattığımda varsın, açtığımda yok oluyorsun, kapatınca yine sen… Bu haksızlıksa seviştiğime, zalimim ben!
En iyi orgazm kaç saniye sürer ki en fazla?
Oysa kim bu ölümsüz?
Kim bu aklımdaki kahraman?
Kimin bu koku?
Kim bu?
Kimse!
Öyleyse?
Bir yerlerinizde derin yaralar açmaya geldim belki. Bırakın bana kendinizi. Kendimi onda bulamayan ben, kendimi sizde tanımaya geldim. Aslında ne çok şey için geldim yanınıza, bir bilseniz. Aslında hiçbir şey için. Ben konuşsam böyle, hiç susmasam, aklınızı kaybetseniz… ve kendinizi de. Neyse, gözlerimi kapatıp gözlerinize bakmayıp hiç, sadece aklımda onun gözleri ve aniden bana diktiği bakışlarıyla, ben sizin olmaya geldim ama asla sizin olmamaya. Gideceğim. Kendimi teninizde tartmaya geldim!
“Kendine bunu nasıl yapıyorsun?”
“Sana bunu nasıl yaptığımı sorsana!”
Kendimden değil, senden eksiliyorum içimdeki! Ve bunu yaparken benim canım acımıyor inan ki! Seninki acıyor mu? Canın acıyorsa yaşıyorsun demektir. Ben oynaşıyorum sadece. Elimde ne varsa, önüme ne çıkarsa… Ne de olsa bir yazar ihtiyacı olan her şeyle sevişir!
Senin başkalarına, benim sana ettiğim yeminlerimiz var. Sen başkalarına, ben sana; ama ben yeminlerin de, sözlerin de anlamsızlığından dönmek üzereyim. Anlamımız yitirilmeye gebe yani bu yeni arayışımda. Dua et, bulduğum yer aşkın da anlamını yitirdiği yer olmasın gözümde! Ya da gerçek anlamı olmasın aşkın!
Hayat ne tutuyor beni bir yerlerde, ne de bırakıyor ve belki ben, hiçbir yere tutunmak istemiyorum aslında ve sana karışık gibi görünen her şeyin kendi içinde bir istikrarı da var ama istikrarsızlığıma dönmek zorundayım seni sevebilmek için hâlâ! Geçtiğim yollara saygı duruşu belki de benimki. Yani şu anda yaptığım her şey kendimi kaybetmek adına!
Yazdıklarım saçmalıksa, saçmalamaya devam mı etmeliyim? Bu saçmalığa bir son mu vermeliyim? Hep biraz saçmalamaya yakın duran ben, eğer saçmalamayı kesersem var olabilir miyim?
Saçma!
Ya bu kavga? Kimde son bulacak hırçınlığı ruhumun? Ben nereye kadar? Ben kime kadar? Ben ne? Ne değil? Sorular… Sorular… Sorular… Bir gün kendimle uzlaşabilir miyim? Bulabilir miyim her ne ise aradığımı?
Saçma!
Artık aşkın beni kesmediği bir yerlerdeyim. Buraya nasıl geldiğimden emin değilim. Ya aşkla ya da… Başka şeyler denemeliyim. İmkânsızı mesela. Ne kadar imkânsız varsa. Ve beni içimde imkânsıza bağlayan ne varsa, ona boyun eğmeliyim. Bilirsin; sadece inanmak zorundayım herhangi bir şeyin pe¬şinde koşabilmek için. Ve iyi bilirsin; başarabilirim. İyi koşarım yani. Duruyor gibi görünsem de koşarım. Koşu¬yorumdur yani. Zordur ama. Çok az şeyin peşinde koşmaya yeminliyim. Yorgunluğum var ve biraz da vazgeçmişliğim… Peki ya, imkânsızın, peşinde koşulacak en iyi duygu olduğuna beni inandıranı nasıl bilmeliyim? İmkânsızı hedef seçen gözlerimin suçlusu kim? Ben miyim? Beni kendine bağlayan şeylerin azlığı mı? Benim fazlalığım mı?
İlk defa fark ettim; bakışım değişiyor! Ben artık aynı ben değilim. Eğer bir yere daha bakacak olursam bundan sonra, son defa bakacağım ya da her yere bakmaya devam edeceğim aynı anda ve sana da. Ama işte eksik, anlıyor musun? Bu yüzden aynı anda bakıyorum başka yerlere de ve bu yüzden bakamıyorum bir tek sana. Tam değiliz anlasana, bakışım değişiyor, baksana. Anlam karmaşası yaşıyorum içimde. Anlamlı bir şeylere ihtiyacım var… Aramızdaysa, anlam eksilmesi. Ya da belki hiç olmamıştı benim yüklediklerim dışında.
Hayatın başka bir anlamı daha olmalı artık. Karar vermeliyim. Aslında bilmiyorum ne için? Herkesin bir yaşam çizgisi olur ya, benim olmasa da olur. Bir standardım da. Kariyer planım, gelecek planım, hayat sigortam falan…
Saçma!
Nerede yaşlanıp öleceğimi hiç düşünmedim. Bir hayal miyim? Ve yaşlanınca ben, bu hayal bitecek mi? Ben gençlikten mi ibaretim? Bütün kurgum gençliğimin üzerine mi kurulu? Bir balkabağına mı dönüşeceğim yoksa bir gün? Bir sihir miyim? Geçecek miyim?
Saçma!
Hayatın başka bir anlamı…
Bu, bana yetmeyen tekrarı tekrar etmekten ibaret olmamalı hayat. Hangi sürpriz aklımı başımdan alabilir ki artık, diye düşündüğümde fark ettim ki, şaşırma yetimi kaybetmişim.
Güvenmek hata mı hâlâ sana? Kuşku mu duymak lazım her lafından, her sözünden? Güveniyor muyum ki sana? Hayır! Neden her seferinde göze alıyorum o halde yanılmayı? Beni ne kadar gerilere götürüyor bir bilsen yanılmak. Anne karnına döndürüyor. Bir cenin olup yeniden anne karnına… Ama artık anne karnı da güvenli değil benim için!
Gitmek istiyorum buralardan. Dönmemek üzere. Bu geçici bir durum mu bilmiyorum, ama artık daha çok gitmek istemem gerçek bir durum. Bir durumun gerçekliği onu kalıcı yapar mı, yoksa gerçek de mi geçici?
Saçmalayarak aslında saçma olan gerçeği unutasım var!
Bahar geliyor, gelsin. Çiçekler açıyor, açsın… Kendimi kandıramıyorum baharla, çiçekle, böcekle. Penceremden güneş ışığı sızıyor evime ve daha da açığa çıkarıyor görmek istemediklerimi. Senin, yanımdan gitmen üzüyor beni. Bu yüzden gelmen de belki. Benim acım seni güçlendiriyor, biliyorum. Hep böyle olmuştur. Ama senin acın beni öldürmüyor!
Sevilmeye çok ihtiyacım vardı. Kim tarafından olduğu ve nasıl olduğu çok da önemli değildi. Hatta saati, yeri ve biçimi de. Son derece kolaydım! Ben nasıl görmek istiyorsam öyle gördüm her şeyi ve herkesi. Hepsi bu!
“Neydi bu?”
“Senin bilmediğin, benimse direnmediğim!”
Gitmek istiyorum her yerden. Senden, kendimden, herkesten… Ne durmak ne kalmak. Ne sormak ne söylemek. Ne bakmak ne konuşmak. Ama gidebileceğim bir yer yok ve ara sıra uğradığım yerlerden ise öyle büyük bir hızla dönüyorum ki geri; çok canım sıkılıyor. Ağlamak istiyorum, ağlamalıyım, ağlayabilmeliyim; ağlamalı insan, hadi ama bir damla yaş, sonra gelir arkası, hadi lütfen. Yoksa insan değil miyim?
“Bir şey olmalı, bir şey olmalı,” dediğim ama hiçbir şeyin olmadığı anlardan biri. Yaprağın kıpırdamadığı, içimdeyse fırtına öncesi sessizliği… Hayata tutunmakla vazgeçmek arasında bile değil, tutunabileceğimi bildiğim dalları bile görmezden geldiğim ve umursamadığım anlardan biri. Tutunmak istemediğim. Tutunurdum yoksa. Tutunamıyor değilim zira. Tutunmuyorum!
Saçmalama!
Bu gidişi değiştirecek olanın varlığına olan inancımı yitireli çok oldu. Ondandır saçmalamam…
İyi miyim?
İyiyim!
İyiyim mi?
Değilim!
Mükemmelim aslında, kendimi parça parça düşündüğümde. Ama bir bütün olarak düşündüğümde; kendimle ne yapacağımı ben de bilemiyorum!
Neyse…
İç içe geçmiş duyguları bilir misiniz? Mutlaka bilirsiniz. Mutlaka bir duygunuz bir diğerinin içine geçmiştir bir gün bir yerlerde. Ya içinizden geçebilir misiniz? Evet, evet kendinizin içinden… Dürüst olun ama! Günah da var orada ayıp da ve kimsenin bilmediği düşünceleriniz… Sonra içinizden çıkabilir misiniz? Peki ya girip girip çıkabilir misiniz? Yani bunu sık aralıklarla yapabilir misiniz kendinize ve hızla? Deli olmayın! Zaten içinizdesiniz! Uymayın bana. Ben ne dediğimi bilmiyorum bu ara. Ne gelirse aklıma söylüyorum. Aklıma her şey geliyor.
Tamam, mantıklı olalım. Aklımıza gelenleri gelmiyormuş sanalım. Kendimize kurallar koyalım. Kurallarımıza uyalım. Yasaklara dokunmayalım. Yasak? Yasaksak mı yasakmasak, yasakmasak mı yasaksak? Yasakmış! Kime yasak? Kim yasakladı?
Birileri seni bana yasaklamış. Hah! İnsanın duygusunu yasaklamak hangi duygusuzun haddine? Delebilir miyim sizi? Yasağınızı yani. Koca bir delik açmak istiyorum tam orta yerinizde. Sonra oyarak, bıçak ya da benzeri bir kesici aletle, size baktığımda karşı tarafı görmek istiyorum, mümkün mü? Sonra hâlâ yaşıyorsanız, tartışabiliriz yasaklar üzerine. Yaşamıyorsanız siz bilirsiniz. Ben size ölün demedim ki!
“Çok korkuyorum!”
“Ben de.”
“Başkası dokunur sana diye ödüm kopuyor.”
“Benim de.”
“Artık seni kaybetmekten korkuyorum.”
“Ben de.”
“Söylemem lazımdı.”
“Benim de.”
Her yere ve her şeye uyum sağlayalım böylece. Bazen “hıı” demek bile yeterli oluyor. Öyle işte. Bıraktım kendimi akışına ruhumun. Bu fırsatı iyi kullanıyor. Kime çektiyse!
Sarı boyalı bir ev. Odanın biri sürgülü bir pencere ile salona açılıyor. Çerçevesi turuncu renkli. Her şey aynı yerde sanki. Buzdolabı, çamaşır makinesi, kitaplar, CD’ler, oraya buraya saçılmış kâğıtlar, kalemler… Her şey aynı yerde sanki. Sevmekte, sevişmekte… Sen de, ben de… Biz yani. “Biz” diyorum. Bilmem anlıyor musun? Bizi biliyor musun; kaç kere geçtik birbirimize, kaç kere geçtik birbirimizden, kaç kere döndük birbirimize… Çok kere! Sayılamayacak kadar çok olduğumuz yerde, bıraktım saymayı da.
“Anahtar yeşil kutuda.”
“Bende var.”
“E, söylesene.”
Sabah olmalı, öğlen olmalı, saat on ikiyi vurmalı. Tamam, aslında saat on iki olmalı, önce sabah olmalı, sonra on iki… Kapıda anahtar sesi duymalıyım önce, sonra ayak seslerini; kıpırdamalıyım yatakta, her şey her zamanki gibi, bu sıralama da, aynı sıralama, böyle olmalı işte.
Orgazmın şiddeti ruhun derinliğiyle alakalıdır! Bütün kadınlar aynı şekilde orgazm olamaz bu yüzden ve bütün erkeklerin egoları da aynı şekilde kabarmaz yine bu yüzden. Ruhumun derin oluşu senin şanslı olduğunu gösteriyor ya da benim özel olduğumu, ama senin özel benim de şanslı olduğumu hissettirmiyor bana!
Birbirimizin kanını emdik adeta. O yüzden bana da bulaştı biraz sende ne varsa. Kanımı da dökemem ya artık bu saatten sonra. Ancak başkalarının da kanları karıştığında kanıma ve senin yoğunluğun azaldığında, azaldıkça ki, bu da mümkün değil. Neyse zor bir gündü.
Bazı sorular vardır, bilerek sormazsın kendine. Bazı konular vardır bilerek durmazsın üzerinde. Çünkü bilirsin! Seni biliyorum. Sen de beni biliyorsun. Başkaları da bizi biliyor. O yüzden durmuyorlar üzerimizde! O yüzden sormuyorlar. Ama birbirimizi ne kadar bildiğimizi bilmiyorlar. Ne kadar bil… di… ği… mi… zi… Ayrıntıları kısaca. Bugün evin şekli değişti.
Evin…
Ev… in…
Evi… mi… zin…
Yani bizim…
Bazen unutuyor insan gerçeği. Ve bazen hatırlıyor. Rüya görmesine izin vermeyen gecelerde; gözlerini dikince karanlığa, karanlık delinmeyince ve bir çıkar yol bulamayınca içinin labirentlerinde kendine, kendi çıkmazlarında kayboldukça… İçimi de ben inşa ettim! Ben kurdum o labirentleri! O yüzden biliyorum çıkışı. Kurtulmuyorum ama. Nasıl bir delilik, insanın kendini kendinde kaybetmesi! İstemeden kaybediyor olamaz değil mi? Yakalanıyor insan bazen, tedavisi zor olan duygulardan birine. Duyguların oyuncağı mı bu bünye? Ya da kendi kendinin sadece. Zihnin bir oyunu mu aşk? Evet ve cevabını bildiğim soruları kendime neden hâlâ sorduğumu bilmiyorum. Hatırlamak için belki de.
…