Roman (Yerli)

İçimdeki İhtilal

Gelecekte o eskiden yaşadığımız mutlu günlerden daha güzellerini yaşayacağımızı bildiğimiz için hatıraların arkasına saklanmak zorunda kalmayız. Bu kitabın çıkışındaki en büyük amaçta bu oldu zaten insanlara eskiden yaşananları hatırlatıp, gelecektebu yaşananlardan ders almasını sağlamak özellikle gençliğimiz için faydalı olmasını arzuluyorum.

Geleceğin hatıralarımızı düşündürmeyecek kadar güzel olması dileğiyle.

ÖNSÖZ
Bir insanın gelip geçici şeylerin, hayallerin, hatıraların değil gerçeklerin peşinde olması gerekir. Elbette hatıraları, geçmişide unutmak olmaz, ama oralarda da saplanıp kalmamalı insan. Geçmişten alacağı dersi alıp, bir daha eski hataları tekrarlamamaya çalışarak geleceğe bakması gerekir.
Kime sorsanız herkes kendi yaşadığı hatıraların güzelliğinden şimdilerde o günleri bulamamaktan, zamanın değiştiğinden şikayet eder.
Ama aslında zamanda bir değişiklik yoktur. Ta ilk başından beri gün yine yirmi dört saat, saat yine altmış dakikadan oluşmaktadır. Bozulansa malesef sadece insanın kendisidir.
Eğer bizler gerçekten istekli olsak yüzyıl önce yaşadığımız sevgiyi, sadakati aynı güzelliğiyle, o hep suçladığımız zamana rağmen yine yaşarız. Geleceğe umutla baktığımız zamanda anılardan, geçen güzel günlerden o kadar fazla rahatsız olmayız, çünkü gelecek bizlere umut vaad eder.
Gelecekte de o eskiden yaşadığımız mutlu günlerden daha güzellerini yaşayacağımızı bildiğimiz için hatıraların arkasına saklanmak zorunda kalmayız. Bu kitabın çıkışındaki en büyük amaçta bu oldu zaten insanlara eskiden yaşananları hatırlatıp, gelecekte bu yaşananlardan ders almasını sağlamak. Özellikle gençliğimiz için faydalı olmasını arzuluyorum.
Geleceğin hatıralarınızı düşündürmeyecek kadar güzel olması dileğiyle.
Bu kitabın ortaya çıkmasında büyük emeği geçen İklim Production’un sahibi televizyon yapımcısı ve yazar Sayın Sebahattin Çelebi’ye ve kitabın kapağında modellik yapma inceliğini gösteren Kübra Bektaş’a çok teşekkür ediyorum. Bu insanlar bana dünyada hala karşılık beklemeden, başka insanlar için bir şeyler yapan, başkalarının başarısıyla da mutlu olabilen insanların var olduğunu gösterdi.

ŞEREF SAYAR

BEYEFENDİ
Güzel şeyler yazmak için güzel şeyler yaşamak gerekir. Acıyı yazmak içinse acıyı, hayatının en güzel günü fırtına olan bir insan, fırtınanın hangi güzelliğini yazacak. Elbette var olan herşeyde bir güzellik vardır. Yokluklarda varlığın kıymetini anlar insan, varlıklı olunca yokluk çekenlerin acısını hissedebilsin diye. Ama o varlar hiç senin olmuyorsa, istediklerine bir türlü ulaşamayıp hep yokluklarla yaşıyorsan, o zaman hep acıyı yaşar, hep acıyı yazarsın.
Turan bir inşaat işçisinin çocuğuydu. Babası kendisinden tahsilli herkese beyfendi demek zorunda kaldığı için, tek amacı çocuklarını okutup beyfendi yapmak olmuştu.
Kendi yaşadıklarını çocuklarının olsun yaşamasını istememiş, onların değer gören, rahat yaşayan insanlar olması için uğraşmıştı. Çok gururlu bir adamdı Turan’ın babası onca yokluğa rağmen dürüstlüğünü hiç elden bırakmamış, çocuklarının karşısında hep dürüstlük abidesi olmuş, onları da hep böyle yetiştirmeye çalışmıştı.
Fakat bu imkansızlıklarla dolu hayat onunda sinirlerini alt üst etmiş, asabi bir insan olmuştu.
Hayattan beklediklerini alamayınca, insanın kendinden beklenmeyen tepkiler göstermesi de kaçınılmaz oluyordu haliyle.
Turan ilkokulda babasının öğrettikleri sayesinde çok başarılı olmuş, lakin ortaokula başlayınca iş değişmişti. Artık babası derslerine yardım edemiyor. Turan’da önünde yol gösterecek birisi olmadığı için nasıl çalışacağımda bilmiyordu.
Başarısız notlarla gelen, babasının ezilmişlik acısının feryatları, hayatı artık çekilmez hale getiriyordu. Turan Türk filmlerine olan özentiden olacak birçok kez evden kaçmayı, bu sıkıntılardan kurtulmayı düşünmüştü.
Fakat nereye gidecekti, daha on üç yaşındaydı. Bu kapıdan çıkıp da yalnız başına kaldıktan sonra olabilecekleri az çok tahminde edebiliyordu. Ne kadar çekilmez bir halde olsa da onun için hiçbir yer bu ev kadar güvenli olmayacaktı. Çünkü burda ona karşı verilen tepkiler sonuçta onun bir yerlere ulaşması, başarılı olması için verilen tepkilerdi.
Ve sonunda tatil zamanı yaklaşmış, karne günü gelip çatmıştı. Karnesinde dört zayıf bekliyordu, ama yinede umutluydu. Belki büyük Allahım bana acır, çektiklerimi görür, zayıflarımı siler diye geçiriyordu içinden çocukça düşüncelerinde, böyle bir şeyin aslında mümkün olmadığını bile bile.
İsmi okunupta karnesini eline aldığında ağlamadı, ama sırf arkadaşlarından utandığı için.
Yoksa gururunu kırmadan onu ağlatabilecek her sebebe hazırdı gözyaşları, oda çevresindeki arkadaştan gibi ağlamak için doğmamışmıydı zaten, onun çevresindeki insanlar kendi derdi olmazsa başkalarının derdine ağlayan insanlar değilmiydi.
Evle okul arası Turan’a her zaman çok uzun gelir, yolu bitirip biran önce eve girebilmek için hızlı adımlarla yürür, yinede yarım saatten önce eve varamazdı. Karnesini aldığı gün ise durum çok başkaydı. Yavaş yavaş yürüyüp yolu uzatmaya çalıştığı halde akşam ki yağmurdan mıdır nedir yol çekmiş, kısalmış hızla tükeniyor ve hiç istemediği halde gittikçe eve yaklaşıyordu. Eve yaklaştıkça adımlan geri geri gidiyor, o kapıdan içeri biraz daha geç girmek için herşeyi deniyordu. Ama işte kapının önüne gelmişti bile kapıdan içeriye girerken kendi kendine sitem ediyor, ne olurdu iyi bir karne getirip de cehennem kapısı gibi karşımda duran şu kapıyı cennet kapısı yapsaydım diyordu.
Bu zayıfların suçu aslında sadece Turan’ın da değildi. Altmış kişilik sınıflan azaltmak, hiç olmazsa ortaokul ikinci sınıfta olsun eğitim kalitesini yükselte bilmek için tasarlanmış bir eğitim sisteminin ürünüydü bu. Tabii annesinin babasının korkusundan, bu zayıflar yüzünden intihara kalkışanlar veya evden kaçanlar bu sistemi uygulamaya koyanları pek ilgilendirmiyordu. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir sistemi, nasıl olsa kalanlar en akıllı olanlardı.
En çok zayıfı olanlar da en arkada oturanlar oluyordu.
Boyun uzunsa yani doğuştan şanssızsan, sınıfta en arka sıraya oturtuyorlardı.
O gürültü patırtı içinde ne öğretmenle ne de sınıfla pek bir alakan kalmıyor, hizmetlerin Ankara’dan diğer taraflara çok zor geçtiği gibi, ders hakkında öğretmenin anlattıkları arka sıralara biraz hışırtılı geliyordu. O kalabalık sınıfla ders yapmanın zorluklarının üzerine bir de arkada kalmışlık, kenarda kalmışlık ekleniyordu.
Maalesef bu olanlar onun babasıyla karşılaşması anında hiç de hafifletici bir sebep olarak kaale alınmayacaktı, bunu da adı gibi biliyordu Turan.
Kalbi küt küt atıyordu, tek odalı gecekondularının kapısından girerken. Kapıyı açar açmaz babasını karşısında buldu. Odadaki kanepenin kenarında oturmuş çocuklarının getireceği sonuçlan zaten belli olan karneleri bekliyordu. Turan’ın yüz ifadesinden herşey de anlaşılıyordu zaten. Bunu babası da anlamış olacak ki, sert bir sesle bağırdı;
“Getir buraya karneni, kaç zayıfın var?”
Karneyi verdikten sonra Turan’ın ilk bağırmadan sonra tutulan nutku sebebiyle duyamadığı bir sürü azar. Babasının son kelimesini zor güç anlayabilmişti;
“Madem okumuyorsun, defol git. Yarın bir iş bul da bir işe yara.”
O gün bütün ev ahalisi erkenden yatmıştı. Çünkü babasının kendi ezikliğini, kendi yenilmişliğini unutmak, beyfendi yapmak istediği oğlu eve işçi karnesi getirmişti. Turan sabaha kadar uyuyamadı, biliyordu bundan sonra hayat onun için daha da çekilmez olacaktı.
Sabah olunca akşamkinden daha ağır bir azarla ekmekler boğazına dizile dizile kahvaltısını yaptı, daha doğrusu babasının korkusundan sofrada oturmak zorunda kaldı. Hemen bir iş bulup çalışmalı, bu evden uzaklaşmalıydı. Yoksa evde kaldığı her dakika onun için daha ızdıraplı, daha çekilmez hale gelecekti.
Öyle de yaptı mahalle arasında sefer yapan minübüslerden birinde muavin olarak işe girdi. Sabah işe gidiyor gece yansı işten geliyordu. Böylece de babasıyla çok az görüşüyorlardı. Belki böylelikle babasıyla yüzleşmekten bir süre olsun kurtulabiliyordu, ama ya hayatla yüzleşme günü gelince ne olacaktı, bunu hiç hesap edemiyordu o sıralar.
Böylece aylar akıp geçiyordu. Kazandığı parayı annesine veriyor, hiç değilse evin ekmek parasını karşıladığı için evde artık bir işe yarıyordu. Diğer kardeşleri okula giderken eziklik hissetmiyor da değildi, ama kaderdi işte insan alın yazısından kaçamıyor, yazılanları istemesede yaşamak zorunda kalıyordu.
Aslında omuzlarına daha çocuk yaşta yüklenmiş bu sorumluluk Turan’ın yaşıtlarına göre daha çabuk olgunlaşmasını sağlıyordu.
Anadolu’nun garip insanları hep böyle değil miydi zaten, daha çocuk yaşta hayatın yükü omuzlarına yükleniyor, kimi simit satarak, kimi mendil satarak hayatını kazanmaya uğraşmıyor muydu?
Babası da böyle değil miydi, yaşıtları daha gencecik, dinç insanlarken, onun saçları ağarmış, omuzları çökmüş, yüzünde onlarca kırışıklık oluşmamış mıydı?
Turan, muavinlik yaptığı sırada yüzlerce değişik insanla tanışmış, başından onlarca olay geçmişti. Hele yaşadığı bir olay vardı ki, ömür boyu hafızasından silip atamamıştı o olayı.
Bir gün, bir kış günü, tam sefer sırasında, benzinliğe yakın bir yerde, çalıştığı arabanın benzini bitmiş, ustası eline bir yağ tenekesi vererek Turan’ı benzin almaya yollamıştı.
Aslında mesafe yakın gibi gözüküyordu lakin yol yürüdükçe uzuyordu. Turan daha benzinliğe varmadan eli ayağı buz kesmişti bile. Benzini alıp dönmek ise tam bir eziyet olmuş, yağ tenekesinin kulpuna zar zor geçirdiği iki parmağı, benzini alıp dönerken tenekenin kulpunun arasında donmuş, öylece kalakalmıştı
Fakat geri de dönemezdi, yolcular arabada bekliyordu ve benzini mutlaka oraya ulaştırması gerekliydi.
Soğuktan ağlamaya başlamıştı Turan. Daha onüç yaşındaydı, bazıları o yaşta çocuğunu bakkala ekmek almaya yollamaya korkarken o sabahın ayazında ekmek parası kazanmak için çırpınıyordu. Hem kendi kendine sitem ediyor, hem de benzini arabaya ulaştırmaya uğraşıyordu. Neden bu hale düştüm, günahım neydi Allahım diyor ağlıyor, gözünden akan yaşlar ayazdan yüzünde donuyordu.
Artık okuyacaktı, gerekirse sabahlara kadar ders çalışıp, yol gösteren olmasa da kitapların hepsini ezberleyip öğretmenlerin ona zayıf vermesine, babasının o hüzünlü virane gecekondusuna biraz daha keder göndermelerine müsade etmeyecekti. Babası defter kitap alamasa bile tatillerde çalışıp kendisi kitabını defterini alacak, yine de okuyacaktı. Mutlaka bir gün beyefendi olacaktı. On onbeş yıl derslere kafa yormamak uğruna elli yıl bu eziyet, çekilecek şey değildi. İlk günlerde aslında pek böyle düşünmemişti. Bu işe girip evden uzaklaştığı babasının azarlarından kurtulduğu için sevinmişti bile, ama şimdi babasını daha iyi anlıyordu. Kış günlerinde babası akşama kadar inşaatlarda çalışıp soğuktan buz kesmiş halde eve gelir, harıl harıl yanan sobanın dibinde saatlerce oturur, bir türlü ısınamazdı. Ne garip karşılardı o zamanlar babasını, kendilerinin bir dakika dahi dayanamadığı sıcak sobanın karşısında saatlarce oturmasını. Şimdi ise kendisi de babasını üşüten soğukları yaşıyordu, hem vücudunda hemde yüreğinde, belki babası için bu soğuklar asla bitmeyecekti. Ama Turan, bu soğukları bitirecekti, bir gün mutlaka bitirecekti.
Artık minübüs seferlerinin arasında her boş bulduğu zamanda, işten eve gelince, gece yarılarına kadar ders çalışmaya başlamıştı. Babası da Turan’in bu gayretlerini gördükçe ona karşı yumuşamış;
“Oğlum istersen işten çık, imtihanlarına çalış, gerekirse ben biraz daha fazla çalışırım yeter ki siz okuyun” bile demişti.
Turan artık babasından kaçmıyor, o evdeyken eve korka korka girmiyordu. Turan ilk imtihanda da bütün zayıflarını kurtarmış, okul hayatında da çok başarılı olmaya başlamıştı. Gece gündüz demeden derslerine çalışıyor, artık ne imtihanlarda zayıf almaktan, ne de eve zayıf karne götürmekten korkmuyor, başarılı olmak için var gücüyle çalıştığı için kendine güven duyuyordu.
Lakin kader insana beyfendi olmayı nasip etmeyecekse ne kadar çalışsan da, çabalasan da olmuyordu. Turan’ın üniversiteye başladığının ikinci yılında, babasının çok hastalandığı haberini alıp memleketine geldi. Babası bitkin bir haldeydi. Aslında daha çok genç bir insandı, ama yaşadığı bu hayat onu malesef tüketmişti, birkaç gün sonrada babası hayata gözlerini yumdu ve onun vefatıyla Turan’ın hayata dair bütün planlan mahvolmuştu. Kendisinden küçük iki kardeşi vardı ve annesi de çalışamayacak kadar hastaydı. Turan’ın yüreği buz gibi olmuş, o soğuktan donan iki parmağı yine sızlamaya başlamış, yine ayazda kalmıştı umutları. Babası öldüğü gün kendini dışarıya atmış, saatlerce dışarda soğuklarda dolaşmıştı. Bize bu dünyada rahat yok herhalde diye geçiriyordu içinden, bünyesini bu soğuklara alıştırması gerekliydi. Bu soğuklar artık onun için hiç bitmeyecekti.
Hiç olmazsa babasının arzusunu gerçekleştirebilseydi. Ama malesef olmamıştı.
Bundan sonraki hayatını inşaatlarda çalışıp kardeşlerini olsun okutabilmek arzusuyla devam ettirdi. Bir süre sonrada kendi gecekondu bölgelerinden bir kızla evlendirdiler Turan’ı.
İşte öylesine duygudan yoksun bir evlilikti bu, ama Turan’ın bunları düşünecek ne hali, ne de zamanı vardı.
Aslında onunda diğer yaşıtları gibi üniversitede çok sevdiği biri vardı, birlikte birçok hayaller de kurmuşlardı, ama ona da kendi umutsuzluklarını yaşatmamak için unutmuştu bu sevdayı.
Kız arkadaşına hiçbir açıklama yapamadan, sadece bir telefonla;
Sen beni unut Zehra, ben ayazda doğmuştum, yine ayazda kaldım, demiş.
Daha fazla konuşamadan telefonu kapatmıştı. Belki olanları anlatsa Zehra onu yalnız bırakmaz, onu olduğu o yerlerde de kabul edebilirdi, fakat Turan buna razı gelemedi. Umutlan olan üniversiteyi bitirip bir yerlere ulaşmaya, rahat bir hayata kavuşmaya çalışan gencecik bir kıza kendi kaderini yaşatmak istemedi.
Uzun yıllar böylece akıp gitmişti, kardeşleri okuyup iyi birer meslek sahibi olmuşlar, gecekondu bölgesinden kurtulmuşlardı. Ahilerine de bu imkanları kendilerine sunduğu için minnettar olduklarını her fırsatta belli ediyorlardı, ama sadece o kadar.
Çünkü o inşaat köşelerinde bazen soğuktan titreyerek, bazen de sıcaktan kavrularak onları okutmuştu. Gerçi o kimseyi borçlu saymıyordu ama çocuklarını bari okutmasına yardım etselerdi, o zaman kaybolan yıllarına hiç acımayacaktı.
Çocuklarındaki okuma arzusunu görüp de, yatakta arkasını dönüp çaresizlikten geceleri ağladığı çok oluyordu, harabe gecekodusundaki tek odalı evinde.
Allah’ım diyordu, ne olur çocuklarım da benim kaderimi yaşamasın, ellerinden bir tutan olsun.
Fakat yapmadılar, kardeşleri kendi hayatlarıyla uğraşmakla öylesine meşguldüler ki, onlar için mahvolan ahilerini görmediler bile. Turan’ın çocukları da o yokluklar içinde ancak onun kaderine sahip olabildiler. Onlar da babaları gibi tam bir insan, fedakar bir baba oldular, ama malesef Beyefendi olamadılar.
….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Osmanlı Fıkraları

Editor

Yalnızlığa Kadar Yolun Var

Editor

Güvercin Gerdanlığı

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası