Plantasyon sahibi Ashton Wingate, büyüleyici bir güzelliği olan Lierin Somertonla evlenmesinden yalnızca birkaç gün sonra, çok sevdiği eşini Mississippi Nehrinin karanlık sularında kaybeder. Bundan üç yıl sonraysa, at arabasıyla ormanlık bir arazide yol alırken, at sırtındaki pelerinli bir binici büyük bir hızla arabasına çarpar:
Bu, üç yıl önce amansız Mississippi Nehrinin soğuk sularına kurban verdiği genç eşiyle esrarengiz bir benzerlik taşıyan çok hoş bir kadındır. Kadın, Ashton Wingatein görkemli malikânesinde, baygın kaldığı birkaç günün sonunda uyandığı zaman kendine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır, hafızasını tamamen kaybetmiştir. Fakat ona sevgiyle Lierin diye hitap eden bu asil ve müşfik yabancının şefkati kısa sürede kalbini çalar ve içini arzuyla doldurur.
Derken yaşamlarına ikinci bir adam dahil olur; karanlık ve tehlikeli bir adam olan Malcolm Sinclair, bu genç ve güzel kadının aslında kendi karısı Lenore olduğunu iddia ederek, ikilinin birbirlerinin kollarında yeniden keşfettiği mutluluğu ortadan kaldırma tehdidinde bulunur. Ne var ki Ashton, canından çok sevdiği karısını ikinci kez kaybetmeyeceğine ve yeniden bulduğu bu mutluluğu korumak için her türlü tehlikeyi göze alacağına yemin etmiştir. Geriye tek bir soru kalmıştır sadece: Acaba Lierin ve Ashton beraber bir gelecek için geçmişin o hatırlanmayan sırlarını çözebilecek midir?
***
Önsöz
MEHTAPLI gecede nehrin huzurlu sessizliği birtakım mırıltılar ve güçlü bir motorun piston sesiyle bozuldu. Dev buhar pistonlarının uzun soluklarıyla bir uyum içerisinde geminin iri gövdesinin altında dalgalanan suyun sesi ve çarktan sıçrayan suların çıkardığı kesik sesler eşliğinde yol alan koca bir yüzer saray kavisi döndü ve mehtabın ışığında, ardında parlak bir iz bıraktı. Bütün güvertelerde fenerler yanıyor ve çarklı geminin ışıl ışıl görünmesini sağlıyordu. Geminin en üst güvertesinde, en önde yer alan kaptan köşkünde ise sadece pusula dolabının ışığı yanıyordu. Dümeni sımsıkı tutan dümenci önünde uzanan petrol siyahı rengindeki nehri gözleriyle tararken, pusula dolabından sadece loş bir ışık yayılıyordu. Kaptan, dümencinin arkasında durmuş, kısık sesle kıyı sınırları, sığlıklar ve resifler hakkında gereken uyarıları yapıyordu. Onun verdiği direktiflerle buharlı gemi bir kum yığınının ve nehrin daha yukarı kesiminde de, yerinden sökülmüş ağaçların oluşturduğu bir kördüğümün etrafından vakarla döndü ve yoluna devam etti.
Kaptan köşkünün arka tarafındaki pencerenin pervazına yaslanmış olan uzun boylu, geniş omuzlu adam geminin kendinden emin ilerleyişinin titreşimlerini ayaklarının altında hissederken gülümsedi. Koluna girmiş olan genç kadın vücudunu onun kaslı vücuduna yaslamış, kocasının Nehir Cadısı’nın nehirdeki ilk yolculuğunun tadını çıkarıyordu.
Piposunu ağzından çıkaran kaptan başını hafifçe onlara doğru çevirerek konuşmaya başladı. “Yeni bir gemi için oldukça iyi söz dinliyor, efendim.” Sesinde farklı bir gurur vardı. “Biraz gergin ama ürkek bir tavşan kadar da çevik.”
“İşte bizim kızımız, Kaptan.” Uzun boylu adam dalgın gözlerini etrafta gezdirirken karısının kolunu hafifçe okşadı. “İşte bizim kızımız.”
Kaptan cevap vermeden önce piposundan bir nefes çekti. “Kazanlar çok iyi durumda ve pistonlar da neredeyse çıt çıkarmadan çalışıyor. Gündüz saatlerinde sağlam bir akıntıya karşı sekiz deniz mili hız yaptık. Bu sene nehir her zamankinden biraz daha kabarık.”
Kaptan, dümenciyle konuşmak için öne eğildi ve piposuyla ilerideki bir dönemeç yakınlarında suyun üzerinde yüzen büyük bir kütleyi gösterdi. “Dönerken kıyıya mümkün olduğunca yakın kalmakta yarar var. Aksi takdirde işler karışabilir.”
Uzun boylu adam yanındaki kadının yeşil gözlerine bakıp gülümserken kaptanın verdiği emirleri belli belirsiz işitti. Koluyla kadını biraz daha sıkıca sardı, kadın da parmaklarıyla adamın göğsünü giysisinin üzerinden hafifçe okşadı. Adam bakışlarını kadından ayırdı. “Biz sizi görevinizle baş başa bırakalım Kaptan. İhtiyacınız olursa kamaramdayım.”
“İyi geceler efendim.” Kadına dönerek parmaklarıyla şapkasına dokundu. “Hanımefendi.”
Kaptan köşkünden ayrılan çift, dar koridordan merdivenlere ilerledi. Alt güvertede durdular, kadın adamın göğsüne yaslanırken gölgeleri adeta bir oldu. Nehrin gümüşi dalgalarıyla geminin ardındaki köpüklü suların oluşturduğu muhteşem manzarayı hayranlıkla seyrettiler.
Kadın, “Çok güzel bir gemi, Ashton,” diye mırıldandı. Adam da, “Sen de öylesin aşkım,” diye kulağına fısıldadı. Kocasının kolları arasında içe doğru dönüp, son derece güçlü ve erkeksi hatlara sahip olan çenesini şefkatle okşadı. “Evlendiğimize inanamıyorum. Evde kalacağımı düşünüp üzüldüğüm günler daha dün gibi.”
Ashton kıkırdadı, karısının sözleri komik gelmişti. “Zaten dün değil miydi?”
Yumuşak kahkahası kocasınınkine karışırken, bir yandan da omuz silkti kadın. “Yok, en az bir ay olmuştur.” Kollarını kaldırıp kocasının boynuna doladı ve vücudunu onunkine yapıştırdı. “Bir kadının ayaklarını hep bu süratle mi yerden kesersin?”
“Sadece o kadın senin gibi kalbimi ele geçirirse.” Tek kaşını kaldırıp merakla karısına baktı. “Babanın onayını beklemediğimiz için pişman mısın?”
Kadın hararetle, “Asla!” dedi ve aynı hızla kocasına sordu: ‘Ya sen? Artık gözde bir bekâr olmadığın için üzgün müsün?”
“Sevgili Lierin,” diye göğüs geçirerek dudaklarını karısının dudaklarına uzattı. “Sen hayatıma girene kadar yaşamın ne anlama geldiğini bile bilmiyordum.”
Aşağıdan bir yerlerden gelen yumuşak bir “küt” sesi Ashton’ın durup kulak kabartmasına sebep oldu. Bu sesi daha gürültülü bir tangırtı ve daha da yüksek bir çarpışma sesi izledi. Ortalığı kulakları sağır edici tizlikte bir ses kapladı. Nehir Cadısı’nın arkasında bulunan kazanlardan yoğun bir buhar bulutu yükseldi ve hemen ardından çark titreyerek durdu. O asil gemi bir anda hantal bir sala dönüştü ve bordası akıntıyla birlikte sallanmaya başladı. Aşağıdan bir takım dehşet dolu çığlıklar duyuldu, kaptan köşkünde bulunan kaptan son buharların savaşçı hırıltılarıyla birlikte çanın ipine asıldı. Duyabilen herkesi çanı çalarak durumdan haberdar etmeye uğraşıyordu.
Sudaki büyük moloz yığını gittikçe yaklaşmış ve -imkânsız gibi görünse de- gitgide dikdörtgen bir biçime bürünmüştü. Derken çarklı gemiye yan tarafından büyük bir süratle çarparak, gemiyi kuvvetlice sarstı. Bunun hemen ardından, bir mavnayı saklamak için kullanılmış olduğu ortaya çıkan bu toz toprak yığınının arasından fırlayan bir grup adam kancalar atarak Nehir Cadısı’na tırmanmaya başladılar.
“Korsanlar!” diye bağırdı Ashton, o korkunç kelimeyi söylemişti. Bunun hemen ardından bir silah sesi duyuldu ve kurşun sesi öfkeyle vızıldayan bir arı gibi kulağının dibinden geçti. Karısını çekerek eğildi ve gemi mürettebatını alt güverteye çıkan bu eşkıyalara karşı uyarabilmek için bağırmaya devam etti. Adamlar ellerindeki silahları savura savura merdivenlerden üst kat güvertelerine doğru son hızla tırmandılar. Onların tehlikeli varlığının farkına varan diğer yolcular ve mürettebat da ellerine geçirdikleri her şeyi silah olarak kullanmaya başladı. Geminin tüm güverteleri bir anda birer tımarhaneye dönüşmüştü; gemidekilerle gemiye çıkan otuz ya da daha fazla nehir korsanının çığlıkları birbirine karışmış, her köşede ayrı bir savaş, ayrı bir çarpışma başlamıştı.
Ashton koyu renkli ceketini çıkarıp karısının üzerine örttü, açık renkli elbisesiyle bir hedef haline dönüşmesini engellemeye çalışıyordu. Daha da eğilerek merdivene doğru ilerlemeye çalıştılar. Yanlarından birkaç kurşun daha geçti, karısını kamaraların bulunduğu duvara doğru itip vücudunu ona siper etti. Güvertenin arkasında duyduğu bir koşma sesiyle Ashton dikkatini o tarafa verdi ve döndüğü anda, elinde koca bir bıçak tutan bir eşkıyayla burun buruna geldi. Adamın sert saldırısı Ashton’ın duvara doğru gerilemesine sebep olurken, Lierin bir çığlık atarak korkuluklara doğru tökezledi. Korsan bıçağını rakibinin vücuduna saplamak istiyordu, aralarında amansız bir mücadele başlamıştı.
Kaptan ile dümenci gemiyi tekrar harekete geçirmek için uğraşırlarken Nehir Cadısı’nın her yerinde bu tip kavgalar devam etmekteydi. Gemi biraz önce yanından geçtikleri bir kum tümseğinin üzerine sürtündü ve akıntının etkisiyle sertçe iskele tarafına doğru yatıp tekrar kalktı. Derken bu sefer sancak tarafına doğru yatıp sertçe yalpalamaya başladı ve kaptan köşkündekileri deyim yerindeyse duvardan duvara vurdu. Dümenci yere düşmüştü, başından oluk oluk kan akıyordu; kaptan ise şaşkınlıkla dizlerinin üzerine çökmüştü.
Geminin sancak tarafındaki bu karmaşa Lierin’in küpeşteden uçarak karanlığın içine savrulmasına sebep oldu. Çığlığı gecenin içinde yankılandı ve su sesiyle son buldu. Bu ses Ashton’ın beynini dağladı ve duyduğu korku onu bir anda öfkeli bir boğaya çevirdi. Kendine saldıran eşkıyayı hızla bir kenara fırlatarak ayağa fırladı ve adamın suratına çizmesinin topuğunu geçirdi. Adamın yuvarlanmasıyla birlikte, Ashton da küpeşteye fırladı. Karısına seslenerek ondan bir iz bulabilme umuduyla gözlerini karanlık suların üzerinde gezdirdi. Karanlığın içinde soluk pembe bir şey parlar gibi oldu ve yüzeye çıkıverdi. Çizmelerini çıkartarak küpeşteye tırmanmak için demirlerden birini kavradı; karısını bulmak için karanlık sulara atlayacaktı ki, vücudunun yan tarafına aldığı darbeyle içeri devrildi ve bir kurşun sesi beyninde yankılandı.
“Lierin! Lierin!” diye için için çığlıklar atıyordu. Onu kurtarmak zorundaydı! Bunu yapmalıydı! O hayatıydı ve o olmadan hiçbir şeyin önemi yoktu. Güverteye yığıldı; başını kaldırmaya çalışırken gece daha da kararmıştı sanki. Sis dalgasının içinde siyah kıvırcık saçlı, sakallı ve son derece öfkeli bir yüz gördü. Eşkıya elindeki kılıcı Ashton’a doğrulttuğu sırada bir yerlerden bir silah ateşlendi ve eşkıya şaşkın bakışlarını ileri diktiği anda göğsünde kocaman bir delik açıldı. Gözleri hâlâ karşıya dikiliyken sağ kolu aşağı doğru, kılıcı da hissizleşen parmaklarının arasından yere düştü. Karanlık Ashton’ı içine çekti ve korsanın merdivenlerden aşağı yuvarlandığını görme fırsatına erişemedi.
Lierin göründüğü kadar hassas ve kırılgan bir kadın değildi, yaşama azmiyle doluydu. Bir anda elinden alınsın diye bulmamıştı aşkı. Kabaran etekleri onu çamurlu derinliklere çekmeye çalışırken suyun yüzeyinde kalabilmek için kahramanca mücadele veriyordu. Bu mücadele, kocasının korsan kurşunuyla geriye doğru devrildiğini görene dek sürdü. Eşkıya bunun hemen ardından işini bitirmek üzere kocasına doğru yönelince Lierin de mücadeleyi bıraktı. Biraz önce yaşadığı mutluluk yerini derin bir acıya bıraktı. Akıntı eteklerini aşağı çekip onu karanlığa doğru sürüklüyordu. Soğuk sular onu böylece ikinci kez bağrına aldı ve Lierin bu kez yüzeye çıkmak için mücadele etmedi. Kollarını hareket ettirmekten de vazgeçip kendini o karanlık boşluğun derinliklerine bıraktı.
Birinci Bölüm
9 Mart 1833, MISSISSIPPI
DAİRELER ÇİZEREK ESEN, düzensiz bir rüzgâr ve bardaktan boşanırcasına yağan güçlü bir yağmur günün büyük bir kısmında toprağı örseledi, fakat gecenin abanoz renginin ortalığı sarmasıyla birlikte hem fırtına hem de sürekli yön değiştirmekte olan esintiler durulmaya başladı. Kırsal alanlar yine o sükûnet veren sessizliğine büründü. Zeminin üzerinde oluşan beyaz sis havaya asılı gibi duruyordu, nefes kesen bir ürkütücülüğü vardı. Hayalete benzeyen küçük sis ve pus kümeleri amaçsızca bataklıkların, siyah gölgelikli çalılıkların üzerinde geziniyor, küçük çukurların, su dolu boşlukların ve iri ağaç gövdelerinin aralarından kıvrılarak ilerliyordu. Ağaçların daha yüksekte bulunan budaklı ve kıvrımlı dalları sağa sola yalpalanıyor ve üzerlerinden sakal gibi sarkan yosunlardan çamurlu toprağın üzerine küçük damlacıklar yuvarlanıyordu. Ay her zaman olduğu gibi göğü delerek soluk yüzünü hızla ilerlemekte olan kara bulutların arasından göstermiş, gümüşi ışıkları yerden yükselmekte olan sisle oyunlar oynayıp doğaüstü karanlık şekiller oluşturmaya başlamıştı. Dört yanı yüksek ve sivri uçlu demir çitlerle çevrilmiş olan büyük arazinin ortasında ağaçlar tarafından kucaklanmış olan köhne taş malikane, arka tarafındaki küçük mutfak binası ile birleşmiş gibi duruyordu. Onlar sis denizinde süzülürken zaman sanki daha da yavaşlıyordu. Bir an hiçbir şey kıpırdamadı ve çıt çıkmadı.
Sessizliğe menteşelerin gıcırtısı son verdi ama bu gürültü de başladığı hızla sönüverdi. Arka kapının önündeki çalılık hiç de doğal olmayan bir şekilde eğildi ve arkasında yavaşça bir gölge belirdi. Bu hayalet etrafı çevrili avluyu dikkatle araştırırken sessizlik devam etti. Siyah peleriniyle iri kanatlı bir yarasaya benzeyen bu siluet, yerde uçuşan sis bulutunun arasından eve doğru hızla ilerledi ve dibine geldiğinde pelerininin uçuşan katları altında diz çöktü. Tam o noktada, iki taşın arasında bulunan çit örgünün arası açılmıştı ve eldivenli eller orada bulunan barut yığınının üzerindeki demire çakmaktaşını hızla sürttü. Alevler tutuşmadan önce birkaç kıvılcım çıktı ve bunların oluşturduğu yoğun gri bulut sisin içine karıştı. Üç ayrı fitil hattı belirdi ve barutun dökülmüş olduğu hatlar boyunca ilerlemeye başladı. Bu hatlar alev alarak evin arkasında farklı yönlere doğru yol almaya başladı; barutla doldurulmuş küçük çukurların, yağa batırılmış paçavraların ve yanıcı, kuru birtakım malzemelerin oluşturduğu kavisli yollarda yavaşça ilerliyorlardı. Fitiller kısaldıkça sinir bozucu çıtırtılar arttı ve bu rutubetli ortamda sürekli yaşayan kürklü yaratıklar da, yaklaşmakta olan felaketi hissetmiş gibi barınaklarını ya da yuvalarını gecenin karanlığında oradan oraya kaçışarak terk etmeye başladı.
Sinsi siluet evden hızla uzaklaşarak demir kapının dışına çıktı. Kapının üzerindeki zincir kırılmıştı; maddesel varlığı olan hayalet de bu aralıktan süzülüp bir atın bağlı bulunduğu ağaçlık alana doğru ilerledi. Bu, alnında beyaz ve parlak bir yıldız lekesi bulunan ve sürat için yetiştirilmiş olan uzun boylu, güzel bir beygirdi. Hayalet ata biner binmez kontrolü eline aldı ve ayak seslerinin duyulmaması için, atını ıslak otlara doğru sürdü. Tehlikeden uzaklaşır uzaklaşmaz kamçısını havaya kaldırdı ve hızla şaklatarak beygiri uçuşa geçirdi. Bu uyumlu çift gecenin karanlığında hızla gözden kayboldu.
Gidişlerini bir ölüm sessizliği izledi; tek başına kalan ev acı sonunu beklerken kederle inler gibiydi. Yağmur damlaları çürüyen saçaklarından aşağı birer mücevher gibi inmeye devam ederken, evden derin ve ne olduğu pek anlaşılamayan bir uğultu yükselmeye başladı. Küçük çığlıklar, bunlardan biraz daha sinirli iniltiler ve çılgın bir ruhun susturulmuş kahkahaları gibi uğursuz ve anlamsız sesler gecenin sessizliğine son verdi. Ay ise yüzünü kalın bir bulutun ardına saklayıp aşağıda olanları görmezden gelerek gökyüzündeki yolculuğuna devam etti.
Yılan gibi kıvrıla kıvrıla, tıslayarak ilerleyen üç fitil hedeflerine vardıklarını belirten parıltıya ulaşana kadar yollarına itirazsız devam ettiler; sonra daha büyük barut yığınlarından daha büyük bir ışık ve duman çıktı ve bu, titreşen sarı bir ışığa dönüştü. Alevler yağlı paçavralara ve kuru dallara, oradan da ahşap döşemeye atlamayı başararak döşemeyi iştahla yaladı. On odalardan birinin penceresinde küçük bir ışık belirdi ve gittikçe aydınlanarak odayı bir cehenneme çevirdi, pencerenin önündeki siyah demirler artık rahatlıkla görülebiliyordu. Sıcaklık arttı ve camlar patlamaya başladı, dışarı doğru püsküren bu camlar, alevlerin tuğlalara ulaşarak onları da yalamasına yardımcı oldu. Üst katlardan gelen huzursuz iniltiler tiz korku çığlıklarına ve öfke dolu feryatlara dönüştü. Kanlı yumruklar camları parçalamış, yamuk yumuk parmaklar dehşet içinde demir parmaklıklara tutunmuştu. Kilitli olan ön kapıya ağır bir şeyle vuruluyordu, bir dakika sonrasında kapı kırılarak açıldı ve dışarı çam yarması gibi iri yarı bir adam çıktı. Bir şeylerin düşmesini engellemek ister gibi ellerini kel kafasının üzerine siper ederek avlunun uzak bir yanına kaçmadan önce dehşet içinde dönüp eve baktı, olağanüstü bir olayı seyreden küçük bir çocuk gibiydi. Evin arka tarafından kaçmayı başaran bir görevli, geri kalanları açmayan anahtarlar ve inatçı kilitlerle baş başa bırakarak hızla karanlığa daldı. Kilitli kapıların ardında kalan bu insanların korku dolu çığlıkları ve yakarışları alevlerin gürültüsünü bastıracak bir gürültüye dönüşmüştü. İri yarı bir görevli yakınında bulunanları kurtarmanın yollarını aramaya, ondan daha ufak tefek olan başka bir tanesi ise tımarhanede kısılı kalan bu insanları kurtarmak için başka hiç kimsenin uğraşmayacağını bilerek insanüstü bir çaba ile mücadele etmeye başladı.
Sonunda neler olduğunun farkında bile olmayan acınası insanlar darmadağınık bir halde yanan binadan dışarı çıkmaya başladılar. Üzerlerine tuhaf giysiler giydirilmişti; bir kısmı hücrelerinden sürüklenerek ya da çekilerek çıkarılmadan önce üzerlerinde bulunan gömlek ya da gecelikleri parçalamıştı. Bir kısmı ise ne olduğunun farkına varıp kıymetli battaniyelerini yanlarına almayı akıl etmişti. Sonunda hepsi dağınık gruplar halinde bir araya toplanarak şaşkın bakışlarla etraflarına bakmaya başladılar, başlarına geleni anlayamayan küçük çocuklara benziyorlardı.
Gözü pek görevli ahşap kirişlerin yıkılıp yolu kapatmaya başlamasından önce birkaç kez daha bu cehenneme girip çaresizleri kurtarma çalışmalarına devam etti. Yanmakta olan tımarhaneden tökezleyerek son kez çıkarken kucağında yaşlı ve zayıf bir adamı dışarı taşıdı, sonra avluda dizlerinin üzerine çöktü ve yanan ciğerlerine temiz hava doldurmaya çalıştı. Bu yorgun görevli gıcırdayan avlu kapısını ve oradan dışarı doğru ilerleyen gölgeleri gözden kaçırmıştı. Tımarhane sakinlerinin bir kısmı otların arasından süzülüp bu kapıdan dışarı çıkarak karanlığın içinde kayboluyorlardı.
Simsiyah gökyüzüne doğru uzanan alevlerin ortasında kızıl bir hale oluştu; bunun üzerinde de boğucu, gri bir duman bulutu vardı. Bitmek bilmeyen gürlemeler kulakların diğer sesleri duymasına engel oluyordu; bu nedenle biraz önce buradan ayrılmış olan uzun bacaklı beygirin geri dönerken nallarından çıkan sesler kimsenin ilgisini çekmedi. Üzerinde oturan pelerinli karaltı tarafından dizginleri çekilerek durduruldu. Kukuletanın altındaki gözler avludaki grupları araştırırken alevlerin yansımasıyla parıldadı. Bu bakışlar bir süre aynı yere yoğunlaştı; bunun hemen ardından binici irkilerek son hızla arkasına dönüp tepeyi gözden geçirdi. Zayıf eller dizginleri çekerek atın başını yana çevirdi ve bir topuk darbesi, atı yeniden harekete zorladı; bu kez karanlığa, gölgelerle dolu ağaçlığın içine doğru… Atın hızla açılıp kapanan burun delikleri daha önceki hızlı yolculuklarının bir kanıtıydı, ama sırtındaki karaltının onun dinlenmesine izin vermek gibi bir niyeti yoktu. Koruluğun içinde zikzaklar çizerek yapılan son derece rahatsız bir yolculuktu bu ama binicisi onu ustalıkla idare ediyordu. Beygir yola düşmüş olan bir ağaç gövdesinin üzerinden atladı ve yeniden ıslak yapraklarla dolu çamurlu yolda toynaklarından etrafa çamurlar sıçratarak ve dondurucu soğukta burnundan korkunç buharlar çıkararak yoluna devam etti.
Rüzgâr, yünlü kapüşonu geriye doğru uçurdu ve uzun bukleli saçlar bir bayrak gibi dalgalanmaya başladı. Kız dörtnala ilerlerken, kindar dallar ipeksi saç tellerine takılıp uçuşan pelerinini pençeledi. Fakat bu ufak tefek engeller onu yıldıramadı, başını hafifçe çevirip yeniden arkasına bir göz attı. Gözleriyle geçtiği yolu inceledi, azgın bir canavarın salyalarını akıtarak onu takip etmesinden korkar gibiydi. Ağaçların arasında bulunan bir geyiğin ani hareketi, irkilmesine sebep oldu ve böylece beygirini bu bilinmeyen patikada daha hızlı gitmeye zorladı, ne kadar hızlı gittikleri umurunda bile değildi.
Ay ışığının aydınlattığı, sisin parça parça inceldiği ve ağaçların seyreldiği bir açıklığa varınca hızla inip kalkan göğsünde az da olsa bir rahatlama hissetti. İlerideki çayırlık atını son gücüne kadar zorlayabileceğinin müjdesini veriyordu. Çıplak topuklarını neredeyse büyük bir mutlulukla bir kez daha ata vurdu, beygir bu harekete hemen cevap verdi ve toynaklarını daha da yükseğe kaldırarak sislerin yere birikmiş olduğu çayırlara doğru atıldı.
Fakat birdenbire sözsüz bir çığlık ve dönen tekerlere sürtünen fren pabuçlarının tiz sesi, atın üzerindeki kızı hayal dünyasında çekip kendine getirdi. Atın ayakları bir kez daha toprağa değmeden önce, onu karşıdan gelmekte olan bir at arabasının üzerine doğru sürdüğünü anladı. Karşıdan üzerine doğru son hızla gelen atları görünce içini dondurucu bir ürperti sardı, karşısındaki atların parlayan gözlerini görüyor, homurtulu nefeslerini hissedebiliyordu. At arabasının siyahi sürücüsü atların başını son hızla yana doğru çekerek arabayı durdurmaya çalıştıysa da artık çok geçti. Kızın boğazından bir çığlık yükseldi, fakat soluğunu kesen çarpışmanın hızıyla ortalık yine sessizliğe büründü.
Bu hızlı manevra ve fren, üstü kapalı arabada uyuklamakta olan Ashton Wingate’in oturduğu yerde neredeyse ters dönmesine sebep olurken, sürücüsünün akıl sağlığından da şüphe etmesine yol açtı. Araba kaygan çamurda yana doğru yatınca çarpışmanın sebebini ve sonuçlarını gördü. Devrilen bir atın üzerinden fırlayan siluet yaralı bir kuş gibi havada çırpındıktan sonra yere düştü. Yolun sert yüzeyine çarptıktan sonra savrularak hendeğe yuvarlandı. Arabanın kayması tam olarak sona ermeden önce Ashton pelerinini çıkarmış ve arabadan aşağı atlamıştı. Kaygan yola ulaştığında endişeli bakışları çılgınca kıvranan ata ve onun biraz daha ilerisinde yarısı suyun içinde hareketsiz yatan siluete çevrildi. Yolun kenarından aşağı doğru kayarken sis etrafını sarıyordu. Buz gibi suyu etrafa sıçratarak ilerledi; çamur çizmelerini aşağı doğru çekiyordu, bilincini yitirmiş olan kızı bu çamurlu dereciğin içinden çekebilmek için dizini hendeğin kenarına dayadı ve onu daha geniş olan ıslak yolun kenarına çıkardı. Kızın yüzünün yarısı ıslak saçlarla kaplıydı, üzerine doğru eğildiğinde dudaklarında herhangi bir nefes alıp verme emaresi olmadığını fark etti. Kolunu elinden bıraktığında dehşetle boşluğa düştüğünü gördü. Bileğini tutup nabzını bulmaya çalıştıysa da başaramadı, panik içinde parmaklarını kızın boynuna götürdü ve nabzını bu sefer oradan bulmaya çalıştı. Kızın donmuş teninin derinliklerinde aradığını buldu, yaşıyordu, en azından şimdilik…
Ashton yolun kenarında durup tepeden onu izlemekte olan arabacısına bakmak üzere başını kaldırdı. Soğuk aylarda arabayı sürerken açıkta oturan sürücüsü, başındaki değerli kunduz derisi şapkayı korumak için etrafını yünlü bir kumaşla sarıp uçlarını çenesinin altından düğümlemek gibi bir alışkanlığa sahipti. Şimdi büyük bir acı içinde şapkasının boşta kalan uçlarını kocaman elleriyle büktükçe şapka kulaklarının üzerine doğru inip kalkıyordu.
“Sakin ol Hiram. Hâlâ nefes alıyor,” diyerek adamın korkusunu azaltmaya çalıştı. Yerdeki at acıyla yeniden çığlık atarak Ashton’ın sözünü kesti ve ayağa kalkmaya çalıştı. Ashton eliyle sakatlanmış olan atı işaret etti. “Hiram! Çizmenin içinde taşıdığın eski tabancanı çıkar ve şu hayvanın acısına bir son ver!”
“Tabii sahip! Hemen yapıyorum!” Bu pek keyifli bir görev olmasa da Hiram kendisini meşgul edecek bir şeyler bulduğu için rahatlamıştı.