Delaney yıllar önce terk ettiği Truly’ye üvey babasının cenazesi için geri döner. Fazla kalmak gibi bir niyeti yoktur çünkü bu küçük, dedikoducu kasaba, ona hiç iyi şeyler hatırlatmamaktadır. Üvey babasının vasiyetini de dinledikten sonra kasabadan ayrılacağını zanneden Delaney’in planları, vasiyette yer alan bir madde yüzünden tamamen bozulur. Delaney üvey babasından kalan büyük mirasın payına düşen kısmını alabilmek için bir yıl Truly’de kalmak zorundadır.
Delaney’i bekleyen bir yıllık süre, geçmişinden gelen küçük hesapları kapatmakla uğraşacağı günlere, aşka, tutkuya ve heyecana gebedir. Bir yılın sonunda onu bekleyen sürpriz ise onu büyük bir karar vermeye itecektir.
Bu deli dolu ve romantik kitabı okurken çok eğleneceksiniz.
***
GİRİŞ
Isıtıcıdan yayılan kırmızı ışık Henry Shaw’ın suratına çarpıyordu. Bu sırada sevdiği Appaloosas¹ atlarının kişneme sesleri de ılık ilkbahar esintisiyle beraber geliyordu. Henry eski, sekiz şarkılık albümü yerine yerleştirdi ve Johnny Cash’in viski içmekten sertleşmiş sesi küçük at barınağım doldurmaya başladı. Johnny dini keşfetmeden önce tam bir âlemci ve baş belasıydı. Yine de adam gibi adamdı ve Henry, Johnny’ntn bu yönünü beğeniyordu. Ardından Johnny İsa ve June’la² tanıştı ve kariyeri adeta çöpe gitti. Hayat her zaman planladığınız gibi gitmez. Tanrı, kadınlar ve hastalık bir şekilde hayatınızı sekteye uğratabilir. Henry planlarını sekteye uğratan şeylerden nefret ederdi.
Olayların kontrolü dışında gelişmesinden de nefret ederdi. Kendisine bir bardak viski doldurup, çalışma tezgâhının üzerindeki küçük pencereden dışarıya bakmaya başladı. Batan güneş tam olarak Shaw Dağının üzerinde asılıydı. Bu dağ ismini Henr/nin ataları, aşağıdaki zengin vadiye yerleştikten sonra almıştı. Keskin gri gölgeler vadi boyunca Mary Gölü’ne dökülüyordu. Bu göl de Henry’nin büyük büyük annesinin ismini taşıyordu. Henry sersem doktorlardan, Tanrı’dan ve hastalıktan nefret ettiğinden daha fazla nefret ederdi. Ta ki bir sorun bulana kadar insanı evirip çevirirlerdi. Ve bir tanesi bile Henry’nin duymak istediği şeylerden bahsetmezdi. Henry her seferinde doktorları yanıldıklarına ikna etmeye çalışırdı; ama en nihayetinde bunu beceremediğini fark ederdi.
Henry birkaç eski pamuk beze keten tohumu yağı döktü ve bezleri karton bir kutuya koydu. Şimdiye kadar bir sürü torunu olmasını planlamıştı ama bir tane bile olmamıştı. O son Shaw’dı. Büyük ve saygı duyulan bir ailenin son ferdiydi. Shaw ailesi neredeyse yok olmak üzereydi ve bu durum Henry’nin boğazında adeta bir delik açıyordu. O öldükten sonra kanını taşıyacak kimse yoktu… Nick hariç.
Eski ofis sandalyesine oturup viskisinden bir yudum aldı. Bu çocuğa haksızlık ettiğini itiraf eden ilk kişi Henry olmalıydı. Yıllar boyunca oğluyla uzlaşmaya çalışmıştı; ama Nick tam bir ukala ve dik kafalıydı. Tam anlamıyla sevimsiz ve küstah bir çocuk gibiydi.
Eğer Henry ona daha fazla vakit ayırmış olsaydı oğluyla anlaşabilecekleri bir noktaya gelebileceğinden emindi. Ama Henry’nin hiç vakti olmamıştı ve Nick de durumu hiç kolaylaştırmamıştı. Hatta aslında Nick durumu iyice sevimsizleştirmişti.
Henry, Nick’in annesi Benita Allegrezza’nın, kapısına kucağındaki siyah saçlı bebeği ile dayanıp bu senin oğlun dediği günü iyi hatırlıyordu. Henry bakışlarını Benita’nın karanlık suratından yanında duran karısı Ruth’un mavi gözlerine doğru çevirmişti.
Henry durumu tamamen reddetmişti. Elbette Benita’nın iddiasının doğru olma olasılığı vardı ama Henry bu olasılığı dahi reddetmişti. Evli olmasaydı bile Bask soyundan gelen bir kadından çocuk sahibi olmayı tercih etmezdi. Bu insanlar onun için fazla dindar ve koyu tenliydiler. Henry beyaz tenli ve sarışın bebekleri olmasını tercih ederdi. Çocuklarının Meksikalı göçmenlerle karıştırılmasını istemiyordu. Elbette Basklıların Meksikalı olmadığını biliyordu ama hepsi de birbirine çok benziyordu.
Benita’nın erkek kardeşi Josu olmasaydı kimse genç dulla olan münasebetini bilmeyecekti. Ama o lanet olası herif Nick’in onun oğlu olduğunu kabul etmesi için Henry’ye şantaj yapmıştı. Josu kapısına dayanıp, yas tutan kardeşini kandırıp onu hamile bıraktığını kasabadaki herkese söylemekle tehdit ettiğinde Henry, Josu’nun blöf yaptığını düşünmüştü. Tehdidi görmezden gelmişti ama Josu blöf yapmıyordu. Fakat Henry yine de babalığı reddetmişti.
Fakat Nick beş yaşına geldiğinde Shaw’lara o kadar çok benziyodu ki, artık kimse Henry’ye inanmıyordu. Ruth bile. Ruth Henry’yi boşadı ve servetinin yarısını da aldı.
Ama o zamanlar Henry’nin hâlâ vakti vardı. Hâlâ otuzlu yaşlarının sonlarındaydı. Hâlâ genç bir adamdı.
Henry 357 mm tabancayı aldı ve içine altı tane mermi yerleştirdi. Ruth’dan sonra ikinci eşi Gwen ile tanışmıştı. Her ne kadar Gwen bekâr bir annenin çocuğu olarak fakir bir evde dünyaya gelmiş olsa da, Henry’nin onunla evlenmek için birkaç iyi sebebi vardı. Henry, Gwen’in kısır olmadığından emindi. Oysa Ruth’dan hep şüphelenmişti. Ve Gwen o kadar güzeldi ki, adeta kıvranmasına sebep oluyordu. Gwen ve kızı, Henry’ye karşı hep çok minnettar oldular ve Henry’nin isteklerine kolayca adapte oldular. Ama sonunda üvey kızı Henry’yi acı bir şekilde hayal kırıklığına uğrattı. Henry’nin Gwen’den istediği tek bir şey vardı: meşru bir varis. Fakat Gwen da ona bunu veremedi.
Henry tabancanın silindirini yuvarladı ve kafasını eğip elindeki silaha baktı. Tabancanın ucuyla, keten tohumu yağlı bezlerin olduğu kutuyu ısıtıcıya doğru itti. Ölüp gittikten sonra kimsenin arkasından pisliğini temizlemesini istemiyordu. Duymayı beklediği şarkı hoparlörlerden yayılmaya başladı. Johnny yanan bir ateş topunun içine düşmekten bahsediyordu.
Henry yaşamını ve geride bırakacağı insanları düşündüğünde gözleri biraz buğulandı. İnsanlar onu bulup ne yaptığını fark ettiklerinde suratlarındaki ifadeyi göremeyeceği için üzgündü.
BÖLÜM I
“Ölüm gelir, her insanın başına gelmesi gerektiği gibi. Ve kaçınılmaz olarak da beraberinde sevdiklerinden ayrılmak vardır.” Peder Tippet düz ve ciddi ses tonuyla mırıldandı. “Sevilen bir eş, baba ve camiamızın seçkin bir üyesi olan Henry Shaw’u özleyeceğiz.” Peder bir an durdu ve önünde son vedalarını sunmak için toplanmış olan kalabalığa baktı. “Henry bugün burada, bu kadar çok arkadaşının toplandığını görmekten memnuniyet duyardı.”
Henry olsa, Kurtuluş Mezarlığı’nın giriş kapısı önünde dizilmiş olan arabalara şöyle bir göz atıp, saygı değer düzeydeki katılımı beklenenden çok daha az önemserdi. Geçen sene o lanet olası sendika karşıtı demokrat George Tanasee seçilene kadar Idaho, Truly’nin belediye başkanlığını yirmi dört yıldan fazla bir süre Henry yapmıştı.
Henry küçük bir camiada büyük bir adamdı. Kasabadaki ticaretin yarısına sahipti ve kasabanın tamamından daha fazla parası vardı. Yirmi altı yıl önce ilk karısı ondan boşandıktan kısa bir süre sonra onun yerine geçebilecek en güzel kadını bulmuştu. Eyaletteki en güzel Weimaraner³ çiftinin de sahibiydi; Duke ve Dolores. Çok kısa bir vakte kadar kasabadaki en büyük evde yaşıyordu. Tabii bu Allegrezza kardeşler evi tamamen yıkıp yeniden yapmaya başlamadan önceydi. Bir de üvey kızı vardı ama onunla alakalı yıllardır tek kelime dahi etmemişti.
Henry camiadaki yerini beğeniyordu. Kendi fikirleriyle uyuşan insanlara karşı ılıman ve cömertti ama eğer onun arkadaşı değilseniz düşmanısınız demekti. Onunla mücadele etmeye cüret edenler çoğunlukla pişman olmuşlardı. Henry kendini beğenmişin tekiydi. Büyük yangından bedeninin sağlam kalan parçalarını çıkarttıklarında Henry Shaw’un tam olarak hak ettiği şeyi bulduğunu düşünenler dahi olmuştu.
“Sevgili arkadaşımızın bedenini, Henry’nin yaşamını toprağa veriyoruz…”
Delaney Shaw, Henry’nin üvey kızı, Peder Tippet’in mülayim, müzik dolu sesini dinliyordu. Bir yandan da yanında oturan annesine göz ucuyla baktı. Yaşadıkları kederin yumuşak gölgesi Gwen Shaw’a yakışmıştı. Ama Delaney bu duruma şaşırmamıştı. Annesi her durumda iyi görünmeyi beceriyordu. Hep öyle olmuştu. Delaney bakışlarını Henry’nin tabutunun üzerindeki sarı güllere çevirdi. Parlak haziran güneşi, maun tabutun cilasını ve üzerindeki pirinç parçaları parlatıyordu. Delaney annesinden ödünç aldığı nane yeşili takımın cebine uzanıp güneş gözlüklerini buldu. Gözlükleri gözüne doğru kaydırıp yerleştirdi. Böylece hem güneşin keskin ışıklarından hem de etraftaki insanların meraklı bakışlarından kurtulmuş oldu. Omuzlarını doğrultup birkaç derin nefes aldı. Eve gelmeyeli on yıldan fazla olmuştu. Hep gelip Henry ile arasını düzeltmeyi planlamıştı ama artık çok geçti.
Hafif esinti Delaney’in yüzüne dökülen parlak ve kırmızı bukleleri dağıtıyordu. Çenesine kadar uzanan saçlarını kulağının arkasına doğru yerleştirdi. Henry ile arasını düzeltmeyi denemeliydi. Bu kadar uzun süre uzakta kalmamalıydı. Araya bu kadar uzun zaman girmesine izin vermemeliydi. Ama Henry’nin öleceğini hiç düşünmemişti. En son görüştüklerinde birbirlerine korkunç şeyler söylemişlerdi. Henry’nin öfkesi çok şiddetliydi. Delaney çok net hatırlıyordu.
Delaney Tanrıların öfkesine benzer bir sesin uzaktan dalgalandığını duydu. Kafasını gökyüzüne doğru, cennete doğru kaldırdı. Sanki gök gürültüsü duymayı ve şimşekler görmeyi bekliyordu. Ne de olsa Henry gibi bir adamın cennette türbülans yaratması gayet doğaldı. Gökyüzü mavi ve açıktı ama gümbürtü hâlâ duyuluyordu. Delaney’in dikkati mezarlığın demir kapılarına doğru yöneldi.
Parıldayan siyah lake kaplı ışıltılı krom ve geniş omuzları üzerinde rüzgârdan dağılmış saçlarıyla tek başına bir motorcu, motorunu son veda için toplanmış olan kalabalığın üzerine doğru sürüyordu. Canavar sesli motor adeta yeri sarsıp havayı titretiyordu.
Kot pantolon ve beyaz bir tişört giymiş olan motosiklet sürücüsü, Harley’ini yavaşlattı ve yavaşça gri cenaze arabasının önünde durdu. Motor sustu ve sürücü, motorun ayaklığını açarken botunun topuğundaki demir, asfaltı sıyırdı. Ardından tek bir hamlede sürücü ayağa kalktı. Birkaç günlük kirli sakalı, keskin çenesini ve yanaklarını koyulaştırmıştı ve tüm dikkati düzgün ağzına çekiyordu. Küçük altın bir halka kulağından sarkarken bir çift Oakley marka güneş gözlüğü gözlerini gizliyordu.
Bu kahrolası motorcuyla ilgili bir şeyler Delaney’e çok tanıdık geliyordu. Siyah saçları ve teninin zeytuni rengine dair bir şeyler çok tanıdıktı. Ama Delaney bir türlü kim olduğunu çıkartamıyor du.
Annesi yanında birden nefes alarak “Aman Tanrım,” dedi. “Bu kılıkta gelmeye cüret edebildiğine inanamıyorum”
Annesinin şaşkınlığını paylaşanlar vardı. Bir grup insan mırıldanıp yüksek sesle fısıldaşmaya başlamıştı.
“O bir baş belası.”
“Her zaman sapına kadar kötü oldu.”
Levi’s marka pantolonu baldırlarını sarıyor, kasıklarını kavrıyor ve uzun bacaklarını kaplıyordu. Ilık esen rüzgâr geniş kaslı göğsünün önünde tişörtünü düzleştiriyordu. Delaney bakışlarını tekrar sürücünün yüzüne doğru çevirdi. Adam yavaşça güneş gözlüklerini çıkartıp tişörtünün cebine yerleştirdi. Koyu gri gözleriyle direkt olarak Delaney’e bakıyordu.
Delaney’in kalbi duracak gibi oldu ve kemikleri eridi. İçinde bir delik açan bu gözleri hatırladı. Irlandalı babasının kopyası olan bu gözler çok daha parlaktı; çünkü tam olarak Bask soyundan izler taşıyan bir surata yerleşmişlerdi.
Nick Allegrezza! Delaney’in genç kızlık yıllarındaki büyülenme ve hayal kırıklıklarının kaynağı. Hoş konuşan yumuşak dilli yılan Nick. Ağırlığını bir bacağına vermiş ve etrafında sebep olduğu karmaşanın hiç farkında değilmiş gibi öylece dikiliyordu. Kuvvetle muhtemel farkındaydı ama önemsemiyordu. Delaney on yıldan fazladır yoktu ama görünen o ki pek fazla bir şey değişmemişti. Nick büyümüş ve olgunlaşmıştı ama hâlâ varlığı bütün dikkati üzerine çekiyordu.
Peder Tippet kafasını eğdi ve “Henry Shaw için dua edelim,” dedi. Delaney çenesini aşağı eğip gözlerini kapadı. Nick çocukken bile payına düşenden çok daha fazla dikkat çekiyordu. Büyük kardeşi Louie de vahşiydi ama asla Nick kadar değil. Herkes Allegrezza kardeşlerin çılgın olduğunu bilirdi. Hapisten çıkmış mahkûmlar gibi azgın ve durdurulamaz…
Kasabadaki tüm kızlar bu iki kardeşten uzak durmaları için uyarılmışlardı. Fakat tam aksine çoğu da bu vahşiliğe karşı koyamayarak kendilerini bu “Bask kardeşler’in kucağına atmışlardı. Nick bu sayede bakireleri iç çamaşırlarının altından etkilemek konusunda giderek artan bir üne kavuşmuştu. Fakat Delaney’i hiç etkileyememişti. Herkes tarafından inanılanın aksine Delaney, Nick Allegrezza ile hiç beraber olmamıştı. Delaney’in bekâretini alan kişi Nick değildi.
En azından teknik olarak değil.
Matem tutan kalabalık hep bir ağızdan “Amin,” dedi.
Delaney “Evet. Amin,” diye mırıldandı. Tanrı’ya edilen dua srasında aklından geçen bu saygısızca düşünceler için biraz utanç duyuyordu. Güneş gözlüklerinin üzerinden baktı ve gözleri kamaştı. Nick’in hızlıca duasını tamamlarken kıpırdayan dudaklarına baktı. Bölgedeki diğer Bask aileleri gibi o da Katolik’ti. Yine de böylesine seksi, uzun saçlı, küpeli bir motosikletçiyi bir papaz gibi dua ederken görmek biraz saygısızlık gibi geliyordu. Ardından Nick sanki tüm gün boyunca dua etmiş gibi kafasını kaldırıp Delaney’in kıyafetine, sonra da suratına baktı. Bir anlığına Nick’in gözlerinde bir şey parıldadı ama ardından hemen kayboldu ve dikkati, yanında pembe askılı kıyafeti ile duran sarışın kıza yöneldi. Kız parmak uçlarına yükseldi ve Nick’in kulağına bir şeyler fısıldadı.
Yas tutan kalabalıktakiler, arabalarına dağılmadan önce Delaney ve annesinin yanında durup baş sağlığı dileklerini sunuyorlardı. Delaney Nick’i göremez olmuştu ve önünden geçen insanlara doğru döndü. Birçoğu Henry’nin arkadaşıydı ve onları hatırlıyordu. Çoğu durup Delaney ile konuşuyorlardı ama ellili yaşlarının altında olan çok az insan vardı. Delaney gülümsüyor, kafasını sallıyor ve tokalaşıyordu. Onu tepeden tırnağa süzerek yanından geçmelerinden gerçekten de nefret ediyordu. Yalnız kalmak istiyordu. Tek başına kalıp Henry’yi ve onunla geçirdiği güzel zamanları düşünmek istiyordu. Birbirlerini hayal kırıklığına uğratmadan önceki zamanları hatırlamak istiyordu. Fakat böyle bir sakinliğe geç saatlere kadar kavuşamayacağının da farkındaydı. Duygusal olarak çok yorgundu. Annesi ve Delaney onları eve götürecek olan limuzine yanaştıklarında Delaney tek kelimeyle kış uykusuna yatmak istiyordu.
Nick’in Harley motorunun gürültüsü Delaney’in dikkatini çekti ve omzunun üzerinden Nick’in olduğu yöne doğru baktı. Nick motorun devrini iki kere yükselttikten sonra bir U dönüşü yaptı ve gaza bastı. O yanından geçip gittikten sonra Delaney’in adeta suratı asıldı; Nick’in arkasında emanet gibi duran sarışına bakakaldı. Henry’nin cenazesine bir kadın getirmişti. Bir barda gezer gibi onunla buraya gelmişti. Delaney o âna kadar kadını fark etmemişti ama Nick’in cenazeden ayrılırken yanında bir kadın götürmesine pek de şaşırmamıştı. Nick için hiçbir şey kutsal değildi. Onun limitleri yoktu.
Delaney limuzinin içine girip lüks kadife koltuklara yerleşti. Henry ölmüştü ama değişen hiçbir şey olmamıştı.
Gwen “Bu gerçekten de iyi bir servisti, değil mi?” diye sorarken Delaney’in dalgın halini bozmuştu. Limuzin hareket edip 55 numaralı otobana yöneldi.
Delaney sık çam ormanlarının arasından zar zor görülen Mary Gölü’nün mavi sularına bakmaya devam ediyordu. “Evet,” diye cevap verdi ve bakışlarını annesine doğru çevirdi. “Gerçekten güzeldi.”
“Henry seni severdi. O sadece nasıl iltifat edileceğini bilmezdi.”
Annesi ve Delaney bu konuda defalarca konuşmuşlardı ve Delaney o an hiç konuşmak istemiyordu. Konuşma her zaman aynı şekilde başlayıp son bulurdu ve yine hiçbir şey çözülmezdi. Delaney cenaze sonrası yemek davetini ima ederek “Sence kaç kişi gelecek?” diye sordu.
“Sanırım herkes gelir.” Gwen, Delaney ile aralarındaki mesafeden uzanarak saçlarını kulaklarının arkasına doğru düzeltti.
Delaney neredeyse çocukluğundaki gibi annesinin ıslak parmaklarla, alnına düşen saçlarının buklelerini düzelteceğini düşündü. O zamanlar da bundan nefret ederdi tıpkı şimdi olduğu gibi. Şu sürekli, sanki yeterince iyi değilmiş gibi düzeltilme durumundan nefret ediyordu. Olmadığı bir şeye dönüştürülebilecekmiş gibi durmadan çıkartılan bir yaygara…
Hayır. Değişen hiçbir şey yoktu.
“Evde olmandan çok mutluyum Laney.”
Delaney bunaldığını hissetti ve camı açmak için düğmeye bas-
————
1 Kuzey Amerika’da yaşayan bir at türü. Genellikle açık renk üzerine koyu benekli olurlar.
2 Ermenice’de bir kız ismi
3 19. yy’ da Almanya’ da soylular için üretilip yetiştirilmeye başlanan evcil bir av köpeği ırkı.