Roman (Yabancı)

İmago

İmago

BU BÜYÜLÜ DÜNYAYA ADIM ATMAYA HAZIR MISINIZ ?

Günün en sevdiği dakikalarıydı bunlar… Birazdan saatin rakamları tamamen değişecek ve yeni bir güne merhaba diyecekti Wanja…

Fakat beklediği şey olmamış, yeni gün gelmemişti. Zaman durmuştu! Anlam veremediği bu kargaşa içerisinde, kendisinden başka kimsenin göremediği esrarengiz bir davetiye almıştı.
Yeni bir dünyaya, İmago’ya davetliydi.

Lucian ile okurların büyük beğenisini kazanan Isabel Abedi, fantastik dünyanın sınırlarını zorlamaya devam ediyor… Siz de onun farklı dünyasına adım atmak istiyorsanız,

“İmago’ya hoş geldiniz…”

***

KIRMIZIYA BOYANAN GECE YARISI

“Bana benim babamın nasıl olması gerektiğini anlatma. Sen daha seninkinin nasıl göründüğünü bile bilmiyorsun.” Britta’nın sözcükleri hâlâ buradaydı. Wanja’nın içinin en derininde duruyor ve şimdi bütün sesler kesilince iyice yayılıyorlardı. Ve sonra yavaş yavaş günün bütün olayları yeniden kafasında canlanıyordu ve üzerinden gökyüzündeki kara bulutlar gibi geçiyorlardı.

Daha sabahtan her şey ters gitmişti. Wanja uyuyakalmıştı ve Jo, annesi, diğer zamanlara göre daha da telaşlıydı. Birkaç dakikada bir Wanja’nın odasına gelip ona acele etmesini söylüyordu.

“Hazırlanıyorum ya!” diye kızdı Wanja, Jo dördüncü kez kafasını kapıdan içeriye uzattığında.

Jo sertçe bakıyordu. “On dakika sonra yola çıkıyorum, seninle ya da sensiz.”

“Bana ne.” Wanja gözlerini çevirdi ve elini kotuna uzattı. Ah şu eziyetli okul yolu olmasaydı.  Çok uygun fiyata satın aldıkları için Jo’nun hayatının en şanslı alımı olarak tanımladığı büyük bahçeli eski atölye evi çok seviyordu. Ama uzun okul yolu onu sinir ediyordu. Özellikle de bugünkü gibi otobüsün kaçtığı, bisikletinin lastiğinin patlak olduğu ve Jo’ nun önemli bir randevusunun olduğu günlerde.

“O zaman okula nasıl gideceğini kendin düşüneceksin,” dedi Jo, Wanja on dakika sonra hâlâ hazır olmadığında. Bu sözlerle kapıları çarparak çıkmıştı evden ve Wanja’ nın bir dahaki otobüsü bekleyip, en az yarım saatlik bir gecikmeyi göze almaktan başka bir çaresi kalmamıştı. Tam da bugün Almanca dersinde kendi hikâyesini okuması gerekiyordu. İki hafta oturmuştu başında ve şansı iyi gitmezse, Bayan Gordon onu listeden silebilirdi, disiplinli biriydi.

Bayan Gordon Wanja’nın sınıf öğretmeniydi. Almanca ve biyoloji derslerine giriyordu. O kadar şişmandı ki rahatlıkla arkasında iki tane öğrenci saklayabilirdi, ama bütün dolgunluğuna rağmen vücudu o kadar diri, dinç ve güzel hatlıydı ki, onunla dalga geçmek kimsenin aklına dahi gelmiyordu. Bayan Gordon istisnasız olarak değişik desenli ve şık kesimli kendi diktiği kostümleri giyiyordu; kıyafetleri yuvarlak hatlarını hoşça sarıyordu ve hepsi de kendi başına küçük birer sanat eseriydi.

Jo’ ya göre o harika bir kadındı ve disiplinine rağmen Wanja da onu seviyordu.

“Şanslısın ki Thorsten kendi hikayesini bitirmişti bile,” dedi Bayan Gordon, Wanja dersin bitmesine on dakika kala telaşla sınıfa girdiğinde. “Pazartesi sabah saat sekizde ikinci şansın var. Ama tam saniyesinde gelmezsen hikâyen hiç okunmadan zayıf alarak çöpe gidecek.”

Wanja onaylayarak başını salladı ve yerine oturdu. İyi ki sorun olmamıştı. Ama sonra üçüncü derste Bay Schönhaupt (Güzelbaş) matematik sınavını önüne attı. Zayıf.

“Tebrik ederim Bayan Walters,” dedi ve kaşlarını havaya kaldırdı, bunu kız öğrencilerinden birini sınıfın önünde rezil ettiği zaman hep yapardı. Wanja’nın da onun en sevdiği kurbanlarının arasında olduğu beşinci sınıftan beri tartışmasız kesindi.

“Bu, bu dönemin ikinci zayıfı. Ders çalışma kavramının senin için bir anlamı var mı?” Bay Schönhaupt cevabı beklerken parmaklarıyla kolunda tuttuğu diğer matematik defterlerine vuruyordu.

“Evet Bay Schönhaupt.” Kelimeler Wanja’nın ağzından zorla çıkıyordu. Bay Schönhaupt alaylı bir şekilde nefes verip arkasını döndükten sonra “Bir gün bu yağlı kafanın o sıçan kuyruğunu keseceğim,” diye fısıldadı Britta’ya doğru, ama tekrar tehdit edercesine ona doğru dönünce anında susmuştu. Matematik öğretmeninin saçları gerçekten soyadına hiç uymuyordu. Kül rengi, daima yağlı saçlarını et rengi bir mutfak lastiğiyle ince bir kuyruk olarak topluyordu, o da öylece Bay Schönhaupt’un sırtında yapışık duruyordu.

“Hatırlıyor musun şampuan şişesini?” diye sordu Wanja okuldan sonra Britta’yla beraber onun evine giderken. Wanja, Bay Schönhaupt’ a kızdığı zamanlarda bu hikâyeyi hatırlamayı seviyordu. Thorsten, sınıfın palyaçosu, bu senenin başında, Bay Schönhaupt tahtaya bir problem yazarken gizlice öğretmen kürsüsüne bir şişe şampuan bırakmıştı. Daha fazla hacim, günlük yıkama için yazıyordu üzerinde. Bay Schönhaupt arkasını döndüğünde önce ne olduğunu anlamamıştı bile. Sınıfın yarısı gülmekten neredeyse yerlere yatınca şişeyi keşfetmişti.

“O suratı asla unutmayacağım,” dedi Wanja gülerek.

“Ben de sonrasında bütün sınıfın ceza aldığını asla unutmayacağım.” Britta o zaman çok kızmıştı Thorsten’e. “Sırf o aptal itiraf etmeye cesaret edemedi diye.”

“Aptal biri varsa o da Bay Schönhaupt” dedi Wanja.

Bunu Britta’ya söylemek anlamsızdı. Matematikte en iyi Britta’ydı ve Bay Schönhaupt’un sürekli o iğrenç ve demode “Fraulein” kelimesiyle hitap etmediği tek kız oydu.

“Yeni kıyafetlerime hiç bir yorum yapmadın hâlâ.”

Britta durdu. Poz verdi ve tahrik eden bakışlarla ona baktı.

Wanja iç çekti. “Of Britta. Sana daha kaç kere söyleyeceğim bunların beni hiç ilgilendirmediğini?”

“Babişim hafta sonu beni alışverişe götürdü.” Britta Wanja’nın söylediğini duymazlıktan geldi ve elini iri, pembe çiçekli soluk yeşil tişörtünün üzerinde gezdirdi. Ardından da detaylı bir şekilde neyi nerede denediğini ve sonunda kaç paraya aldığını anlattı. Wanja anahtarlığını işaret parmağına dolayıp duruyordu. Bu arada eğer Britta  kopya çekmesine izin vermezse, ne kadar süre o nefret ettiği matematik ödevinin başında oturacağını düşünüyordu. Daha birinci sınıftan beri Wanja haftada iki gün okuldan sonra Britta’yla beraber onların evine gidiyordu. Böylece hem Jo kendini iyi hissediyordu hem de Wanja yalnız kalmıyordu. Yıllar içinde Britta’yla arkadaşlığı artık ikisinin de sorgulamadığı bir alışkanlık haline gelmişti. İkisinin de paylaşacak pek bir şeylerinin olmadığını itiraf etmeleri gerekirdi.

“Hey, sen beni dinliyor musun?” Evlerine yaklaştıklarında Britta Wanja’ya bir el şakası yaptı ve bu şakayla Wanja’nın anahtarlığı parmağından kaydı.

“Kahretsin, dikkat etsene!” Öfkeyle Wanja yere eğilmişti. Artık çok geçti. Anahtarlık anahtarlarla beraber ızgaranın içine düşmüştü.

“Eh, bunu unut artık.” dedi Britta.

Wanja inledi. Bu, bu sene ikinci anahtardı, Jo çıldıracaktı. Asık bir suratla Britta’ nın peşinden, taşlı yoldan açık mavi, modern stildeki villaya doğru gidiyordu. Britta’nın annesi kapıda bekliyordu bile. “Nihâyet geldiniz! Hadi, hadi, yemekler soğuyor!”

Holde Wanja’nın suratına kızarmış ciğer kokusu çarptı. Derinden tiksindiği tek et türü ciğerdi. Herkes masaya oturduğunda Britta’nın babası bu yemeğin besin değerini öyle bir vurgulamıştı ki, Wanja yemeden bırakmaya cesaret edemiyordu. Taş gibi bir suratla, zorla et parçalarını çiğniyor, çaktırmadan suyla yutabileceği kadarını çiğnemeye çalışıyordu. Bu arada Britta uzun uzun pekiyiyle verdiği matematik sınavından bahsediyordu.

“İşte benim kızım,” dedi Britta’nın babası. Pantolonunun cebinden cüzdanını çıkardı ve yepyeni bir yirmi Euro’yu masanın karşısından uzattı. Britta’nın “onun” kızı olduğu zaten dış görünüşünden bile tartışmasız belliydi. İri mavi gözleri, parlak sarı saçları ve bembeyaz tamamen düzgün dişleriyle Britta babasının kopyası gibiydi. Britta’nın babası, sanırım kadınların yakışıklı adam dediklerindendi. Wanja için kendisi de kızı gibi biraz fazla düzgündü.

“Sağol babiş,” dedi Britta, yirmilik tabağının önüne vardığında. Bu arada da kız kardeşi Alina’ ya kazanmışçasına bir bakış attı. Alina sekiz yaşındaydı, ailede bir kaç kilo fazlası olan tek oydu ve dünyaya geldiğinden beri ablasının gölgesinde duruyordu.

“Aptal inek,” dedi Alina kısık sesle ve Wanja gülmemek için kendini zor tutuyordu.

Tatlı olarak greyfurt sorbesi vardı.

“Donmuş zürafa pipisine benziyor,” dedi Alina kendi porsiyonunu görünce ve bu söylediğiyle ilk defa babasının dikkatini üzerine çekti. Bay Sander kolunu uzattı, kapıyı gösterdi ve öfkeyle “Hadi hem-men!” dedi. Alina mutfaktan çıkarken Britta gülüyordu, Bayan Sander iç çekiyordu ve Wanja evde olmayı diliyordu. Alina’ya acıyordu.

“Küçük yağ tulumu ancak sinir bozar,” dedi Britta, yemekten sonra Wanja’yla beraber derslerinin başına oturduklarında. Wanja matematik defterini kenara itti. “Bence o sadece kıskanıyor. Ben de onun yerinde olsam kıskanırdım. Sana para veriliyor, o ise mutfaktan kovuluyor.”

Britta saçının bir telini parmaklarının arasında tutuyor ve alnını buruşturarak ucunu inceliyordu. “Onun söylediklerine bakılırsa buna şaşırmamak lazım. Yoksa babişim onu bir de terbiyesiz konuşmaları için ödüllendirsin mi?” “Terbiyesiz konuşmaları” kavramını Britta babasından almıştı; aynı şekilde “terbiyesiz”i vurgulaması bile birebir Bay Sander’in vurguladığı gibiydi.

“Ah, yapma.” Wanja gözlerini yuvarladı. “Onu köpek gibi cezalandırmak zorunda değil ki. Zürafa pipisi bi’ kere çok komikti. Bence baban biraz daha esprili olabilirdi.”

Etken buydu. Britta hızla kafasını Wanja’ya çevirdi.

“Bana benim babamın nasıl olması gerektiğini anlatma,” dedi kışkırtıcı bir sesle. “Sen daha seninkinin nasıl göründüğünü bile bilmiyorsun.”

Bu kelimelerden sonra Wanja gözlerini Britta’ya dikerek bir süre öylece hareketsiz oturdu. Gözlerinin arkasında bir şeyler atıyordu. Britta gözlerini kaçırıyordu ve ısrarla yere bakıyordu, sanki az önce ağzından kaçırdığı kelimeleri geri toplamak istercesine. Bunun için artık çok geçti. Hiç bir şey söylemeden Wanja okul eşyalarını toparladı ve evden çıktı gitti.

Birden dışarıda yoğun bir yağmur yağmaya başlamıştı ve soğuk, tamamen bahara uymayan bir rüzgâr esiyordu kulaklarına doğru. Britta okulun dibinde oturuyordu, ama bu sefer uzun eve dönüş yolu onun işine geliyordu. Okul çantasını sırtına taktı ve yürümeye başladı. Yağmur yüzüne çarpıyordu ve o anda yanaklarından aşağıya akan yaşlarla birbirine karışıyorlardı. Wanja kendinden kaçmak istercesine koşuyordu. Britta’nın oturduğu semtin küçük ara sokaklarından kavşağa doğru, oradan dar yaya yolundan dört şeritli ana caddeden karşıya, benzincilerden, Fast-Food-restoranlardan, mobilyacılardan ve kocaman bebek eşyaları satan mağazanın yanından geçip kendi evlerine doğru giden, pek belli olmayan orman yoluna sapıyordu. Sabahları burada genelde koşuya çıkanlar oluyordu, öğleden sonraları da yaşlı bayanlar köpeklerini gezdiriyorlardı ve hafta sonlarında anne-babalar çocuklarını. Bugün öğleden sonra orman yolu Wanja’ya kalmıştı. Yoldan saptı. Yağmur ağaçların yapraklarına vuruyordu ve Wanja’nın ayakları ona ritim tutuyordu. Hızlı ve düzenli şekilde yürüyorlardı çamurlaşmış orman yolunun üzerinden, dalları çatırdatarak ve su birikintilerine basarak. Bir yerlerden kuş sesleri geliyordu.

Wanja biraz soluklanmak için son tepenin önünde durduğunda, önüne siyah bir şey uçuverdi. Wanja eğildi ve nefes nefese bir halde ellerini dizlerine dayadı. Nefes almak göğsünü acıtıyordu; epeydir bu kadar hızlı ve dayanıklı koşmamıştı. Şimdi tam ayaklarının önünde duran siyah şey büyük bir kuş tüyüydü. Sıra dışı büyüklükte bir tüydü. Wanja onu kaldırdı ve parmaklarıyla üzerinden geçti. Pürüzsüz, parlak yüzeyi ona sıcak ve yumuşak gelmişti, ama garip bir şekilde tüy kupkuruydu. Şimdiye kadar bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı. Wanja kafasını kaldırdı ve alnını buruşturdu. Yağmur dinmiş gibiydi. Yeşil parlayan ağaç uçlarının aralarından güneş ışıkları vurmaya başlamıştı bile. Rüzgârda azalmıştı. Görünürde kuş yoktu. Kafasını şaşkınlıkla sallayarak tüyü kot ceketinin cebine soktu ve koşmaya devam etti. Anahtarının ızgaraya düştüğü ancak evin önünde aklına gelmişti.

Şansına Jo’nun camı açıktı. Gerçi odası birinci kattaydı ama Wanja önünde duran elma ağacına çıkıp içeri girebiliyordu. Çevik bir şekilde tırmanmaya başladı, dala çıktı ve oradan camın kenarına atladı. Başarmıştı.

Mutfakta daha kahvaltı bulaşıkları duruyordu. İçmeye bir şeyler ararken masanın üzerinde duran portakal suyu şişesinin, buzdolabının içi gibi boş olduğunu fark etti. Kahverengi kıvırcık saçlarından, kollarından ve pantolonun paçalarından akan yağmur suları yerde küçük bir göle dönüşmüştü bile.

“Brrrrrh.” Mutfak kapısı açıldı ve Schröder şişman kırmızı göbeğini mutfaktan içeriye soktu.

“Hey şişko, sende mi susadın?” Wanja kedisini kucağına alınca onun çıkardığı sesler de iki katına çıktı. Schröder garip bir hayvandı. Küçük bir bebek kadar sevgiye muhtaç, inanılmaz tembel ve endişelendirecek kadar iyi niyetliydi.

Wanja küçükken onunla düpedüz sirk gösterileri yapıyordu. Arka taklalar, havada çevirmeler, iki bacağının üzerinde merdivenlerde balans gösterileri… Bunlar kediyle yapılan sadece bir kaç hareketti.

“Yazık hayvana,” diye kızıyordu Jo, ama Schröder’in Wanja’ya olan sevgisi bütün bu denemelere rağmen hep aynı yoğunlukta kalmıştı. Artık Schröder yaşlı bir bey olmuştu ve üstün akrobatik yetenekleri tükenmişti. Ama o Wanja için hem ayıcığı, hem arkadaşı hem de kardeşi yerine geçen bir varlıktı. Islak burnunu Wanja’nın boynuna gömüyordu ve sesli mırıldanarak tenine sürtüyordu.

“İn bakalım, seni matkap.” Wanja Schröder’in kabına su doldurmuştu ve kahvaltı bulaşıklarını toplamaya başlamıştı.

Jo ajanstan döndüğünde saat sekizi geçiyordu.

“Yoğun bir gündü,” diye ofladığını duydu Wanja. Jo mutfağa girdi, saçından tokasını çıkardı, parmaklarıyla kalın kıvırcıklarını taradı ve o anda Wanja’nın silmeyi unuttuğu pis yağmur suyuna bastığını fark etti. “Kahretsin, kaç kere…”

“Tamam tamam, sakin ol.” Wanja bezi eline almıştı bile. Jo alışverişleri masaya bıraktı. Tost ekmeği, salam, yumurta, bir şişe meyve suyu ve iki paket hazır çorba.

“Fazlasına bugün zamanım olmadı.”

Yemek suskun geçti ve bittiğinde Jo hemen kalktı.

“Ben biraz koltuğa uzanıyorum. Sen mutfağı hallet, olur mu?”

Wanja onayladı. Direnmenin faydası yoktu. Bu ruh halinde Jo ile tartışılmazdı. Herhalde yine patronuyla stres yaşamıştı. “Stres” Jo’nun en sevdiği kelimeydi, hemen “sinirlerim”den sonra geliyordu.

“Televizyonda güzel bir şey var mı?” Wanja mutfakta işini bitirmişti ve oturma odasının kapısında duruyordu. Cevap olarak sessiz bir horlama geliyordu. Jo koltukta uyuyakalmıştı.

“Bugün anahtarımı kaybettim,” dedi Wanja.

“Hımm.” Jo ağzını şapırdattı, arkasını döndü ve horlamaya devam etti.

Orman geceleri o kadar sessiz olabiliyordu ki, insan sessizliği kendine özgü, tamamen oraya ait bir ses olarak duyduğunu düşünebiliyordu. Wanja yatağına uzanmış, gözlerini beyaz perdesine dikmişti. Camı biraz açıktı, gecenin o serin, yağmurla temizlenmiş havası odasına esiyordu ve ince perdesini büyük beyaz bir balon gibi şişiriyordu. Schröder, Wanja’nın ayakucunda uyuyordu ve rüyasında huzurlu sesler çıkarıyordu.

Wanja odasının ışığını açmamıştı. Havanın nasıl yavaşca karanlığa dönüştüğünü izlemişti ve bir ara Jo’nun merdivenlerden yukarıya çıkıp kendi yatak odasında kaybolduğunu duymuştu.

Bu tümüyle olumsuz geçen günü bir kez daha aklından geçirdikten sonra, yan döndü ve komodinin üzerinde duran çalar saatine dikti gözlerini. Uyuyamadığı her seferde böyle yapardı ve hep olduğu gibi, bu saat onun en etkili uyku ilacıydı.

Bu turuncu, şirin alet en az yirmi yıllık vardı ve saatin içindeki bir ışıkla aydınlanan beyaz sayıları, gösterdikleri saat geçtikten sonra küçük kartlar gibi arkaya doğru dönüyorlardı. Bunu yaparken de hafif bir tık sesi çıkarıyorlardı. Mesela saat şimdi olduğu gibi 23:48 ise, bir dakika sonra sekiz sayısı arkaya dönecekti. Çalar saati, zamanı küçük dilimlere bölüyordu, kol saatinin göstergesi ise zamanı sonsuz gibi yansıtıyordu. Wanja’nın en sevdiği anlar, çalar saatindeki dört sayınında aynı anda arkaya dönmeleri ve yepyeni bir zamanı göstermeleriydi. On iki dakika sonra yine olacaktı bu. On iki dakika sonra saat 00:00’dı ve böylece eskiyi silen ve Britta’nın kelimelerini en azından biraz arka plana atacak yeni bir gün başlayacaktı. Sen daha seninkinin nasıl göründüğünü bile bilmiyorsun.

Wanja gözlerini yumdu ve sayısız defa denediği gibi yine babasını kafasında canlandırmaya çalıştı. Kaç defa aynanın önünde durup kendinde babasından izler aramıştı. Kahverengi güçlü saçları şüphesiz Jo’ya çekmişti, göz rengi de öyle ama gözlerinin şekli tamamen farklıydı. Wanja’nın gözleri iri ve yuvarlaktı ve hep hafif şaşırmış gibi görünürlerdi ve ışık vurduğunda gözlerinin yeşilinde minicik açık kahverengi renk pırıltıları olurdu, sanki birisi üzerine fırçayla sıçratmış gibi. Jo’nun gözleri küçük ve atikti, birbirine yakındılar ve kızdığı zaman bir ton koyulaşırlardı. Wanja’nın yumuşak, sorunsuzca üst dudağına kadar bastırılabilen dolgun burnu da maalesef Jo’nunkine çekmemişti, o şüphesiz dedesinin ona bir mirasıydı.

Babası hakkında Wanja neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. “Neredeyse” aslında “hiç”ten daha kötü sayılırdı çünkü o “neredeyse” Wanja’nın babası hakkında genelde anneannesinden duyduğu hep olumsuz olan şeylerdi.

“Aynı baban gibi,” diyordu Wanja son lokmayı tabağında bıraktığı zaman–Wanja tabii inadına bunu çoktan alışkanlık haline getirmişti. Wanja dalgın bir şekilde etrafa bakındığında, eşyalarını ortalıkta bıraktığında ya da yalan söylediğinde de anneannesi ona “Aynı baban gibi,” diyordu. Babasıyla ilgili diğer cümleleri de Wanja ezbere biliyordu.

Bir eliyle sayabileceği kadardılar:

1. Baban kötü bir insandı.
2. Baban ailemizi rezil etti.
3. Baban yalancıydı.
4. Baban dolandırıcıydı.
5. Baban onun hakkında konuşmaya değer biri değil.

Wanja bu son cümleyi anneannesinden hep babası hakkında bir şeyler öğrenmek istediğinde duyuyordu. Mesela nasıl göründüğünü, nerede oturduğunu, Jo’yu neden terk ettiğini ya da Jo’nun mu onu terk ettiğini…

Wanja’nın annesiyle babası daha doğumdan önce ayrılmışlardı, daha fazlasını da bilmiyordu, çünkü normalde o kadar açık olan annesi bu konuda acıyla dudaklarını birbirine bastırıyordu.

“Büyüdüğünde.” Bu Jo’nun son sefer zorla yaptığı en geniş açıklamaydı ve bunun da üzerinden en az iki sene geçmişti. Wanja pasif biri değildi ama nedense bu konuda hep onun boğazını düğümleyen bir şey vardı; artık on iki buçuk yaşında biri olarak gerçekten yeterince büyük olduğunu düşünüyordu.

Bazen Wanja babasını unutuyordu bile; hiç tanımadığı birini unutmak garip bir şeydi tabii ki. Ama içten içe Wanja’nın görmeyi en çok istediği bu yüzü ve ismi olmayan adam onu diğer her şeyden daha fazla meşgul ediyordu.

Tık. Wanja gözlerini açtığında saat 23:59’a atlamıştı. Bir dakika sonra saat gece yarısı olacaktı diye düşünüyordu ve bir şekilde huzursuz bekliyordu. Tık-tık-tık-tık. Beyaz sayılar arkaya dönüyordu. Ve sonra birden oldu. Şimdi öne gelen dört tane sıfır parlıyordu. Koyu kırmızı bir renkte.

İnanamayarak Wanja gözlerini çalar saate dikmişti. Gözlerini ovdu ama sayılar kırmızı kaldı. Küçücük spotlar gibi deliyorlardı karanlığı. Ve sonra… çalar saat birden başladı.

Sesli bir çan sesi geldi.

Schröder uykusundan sıçradı ve bir hamleyle yatağın altına fırladı. Wanja ise korkudan donup kalmıştı. Alarm kapalıydı, bundan emindi, çünkü saatin yanındaki beyaz nokta eksikti. Gerçi bu çalar saat birkaç defa sürpriz bir şekilde çalmaya başlamıştı, ama bu şimdiki ses çok fazlaydı. Çan ikinciye çalıyordu ve hemen ardından Wanja yaşlı bir kadının sesini duyuyordu.

“Bugün sana özel bir etkinliğin haberini vermekten onur duyuyorum.”

Wanja nefesini tutmuştu. Kaç git, imdat diye bağır, bütün bunlar gerçek olamaz diyordu aklı. Ama Wanja kaçıp gitmiyordu. Çünkü bir şey onu bu, derin bir huzur saçan ve Wanja’yı garip bir şekilde büyüleyen sakin, kısık sesin etkisi altında bırakıyordu. Sanki bu kadın radyodan değil de kendi içinden ona sesleniyordu. Ve sanki konuşmasıyla da sadece ona hitap ediyordu.

“Yüz senelik bir ara verdikten sonra,” diye devam etti kadın, “resimlerin bekçisi üçüncü defa baba resimleri sergisini gösteriyor. İlk ziyaret günü İsa’nın göğe çıktığı bayram günü. Tam zamanını ve yerini ben sana bildireceğim. Şimdi sana iyi geceler diliyorum.”

Ses kesilmişti.

Üçüncü kez çan sesi gelmişti.

Sonra yine her yer sessiz olmuştu. Sadece hızlı bir atış sesi yayılmıştı sessizliğin içine ve Wanja ancak bir süre sonra anlayabilmişti bu sesin onun kalp atışı olduğunu. Dum-dum-dum-dum. Tık. Çalar saatin sağdaki sıfırı arkaya atlamıştı ve onun yerine öne bir sayısı geldiğinde bütün sayılar yine beyaz olmuştu. Saat 00:01’di ve Wanja az önce olana inanamıyordu. Ama bu gerçekten olmuş muydu? O halde Jo neden bir şey duymamıştı? Çan sesi bir ölüyü diriltecek kadar sesliydi ve yatak odası hemen yanındaki odaydı. Buna rağmen bu bir rüya değildi, bundan emindi Wanja. En fazla çalar saati tamamen çıldırmış olabilirdi ama Wanja buna da tam olarak inanmıyordu. Hipnotize olmuş gibi öylece yatıyordu ve sayıları dikizliyordu. Ama onlar alışılmış beyaz normal hallerinde tıklayıp arkaya dönerek değişiyorlardı, sanki hiç başka bir şey yapmamışlar gibi. Saat 03:33’de Wanja çalar saatine sırtını döndü ve uyumaya çalıştı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

RAGNARÖK TANRILARIN ALACAKARANLIĞI

Editor

Hiç

Editor

Bir Aşk Sayfası -Emile Zola

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası