Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, amışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!
Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip İslahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır.
Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar.
Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ışıldır.
Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.
Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. İnsan birden ürker.
Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. İlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç…
Buralardan Torosun karlı dorukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsın gibi gözükür.
Dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. Dikenlidüzüne beş kadar köy yerleşmiştir. Bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. Cümle toprak
Abdi Ağanındır. Dikenlidüzü, dünyanın dışında, kendine göre apayrı kanunları, öresi olan bir dünyadır. Dikenlidüzünün insanları, köylerinden gayrı bir yeri bilmezler hemen hemen. Düzlükten dışarı çıktıkları pek az olur.
Dikenlidüzünün köylerinden, insanlarından, insanlarının ne türlü yaşadıklarından da kimsenin haberi yoktur. Tahsildar bile iki üç yılda bir kere uğrar. O da köylülerle hiç görüşmez, ilgilenmez. Abdi Ağayı görür gider.
Değirmenoluk köyü Dikenlidüzündeki köylerin en büyüğüdür.
Abdi Ağa da bu köyde oturur. Köy, düzlüğün gün doğusuna düşer.
Kayalığın dibindedir. Kayalar mördur. Üstlerini sütbeyaz, yeşile çalan, gümüşi, türlü renkte lekeler örtmüştür.
Üst başta yaşlı, yaşlılıktan dalları toprağa eğilmiş, dalları kıvrılmış bir çınar ağacı bütün haşmetiyle yıllardır orada durup durur. Çınar ağacına yüz metre yaklaşırsın, elli metre yaklaşırsın ortalıkta çıt yoktur.
Her bir yan derin bir sessizlik içindedir. Sessizlik korkutur insanı.
Yirmi beş metre yaklaşırsın gene öyle… On metrede aynı sessizlik.
Ağacın yanına gelip de kayadan yanına dönüncedir ki iş değişir, birdenbire bir gürültü patlar. Şaşırıverir insan… İlkin kulakları sağır edecek derecede çoktur. Sonra iner, yavaşlar.
Gürültünün geldiği yer, Değirmenoluk suyunun gözüdür. Göz değildir ya, ura halkı oraya suyun gözüdür der. Öyle bilir. Bir kayanın dibinden köpükler saçarak kaynar. İçine bir ağaç parçası atılırsa bir gün, iki gün, hatta bir hafta suyun üstünde oynadığı görülür. Döndürür. Bazıları iddia ederler ki, aynayan su, üstünde taşı bile oynatır, batırmaz. Halbuki suyun gözü burası değildir. Ta uzaklardan, çamlar arasından yarpuz, kekik kokularını yüklenerek Akçadağdan gelir. Burada da bu kayanın altından girer, köpürerek, aynayarak, bir delice homurtuyla öbür ucundan çıkar.
Buradan Akçadağa kadar öyle kayalık, öyle sarptır ki Toros, bir ev yerinden daha büyük toprak parçası görülemez. Ulu çamlar, gürgenler kayaların arasından göğe doğru ağmıştır. Bu kayalıklarda hemen hemen hiçbir hayvan yoktur. Yalnız, o da çok seyrek, akşam vakitleri keskin bir kayanın sivrisinde boynuzlarını, büyük çangallı boynuzlarını sırtına yatırmış bir geyik, bacaklarını gerip, sonsuzluğa bakarcasına durur.
Çakırdikeni en pis, en kıraç toprakta biter. Bir toprak ki bembeyaz, eynir gibidir. Ot bitmez, ağaç bitmez, eşek inciri bile bitmez, şte orada çakırdikeni keyifle serile serpile biter, büyür, gelişir.
En iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. Bunun sebebi, ir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. Bir de, yle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez.
Ne iyi, ne kötü boş bırakılmış orta halli toprakta da biter çakırdikeni.
Çakırdikenini söker, yerini ekerler. Toros eteklerinin doruklara yakın düzlükleri bu minval üzeredir.
En uzun çakırdikeninin yüksekliği bir metre kadar olur. Bir sürü de dalları vardır. Dallar dikensi çiçeklerle donanır. Bu çiçekler beş perli, yıldız gibi, uçları sert, sivri iğnelerin ortasındadır. Her çakırdikeninde bunlardan yüzlerce bulunur.
Çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. İğne atsan çakırdikeninden yere düşmez.
Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peydah olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel bir mavidir.
Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kızarır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır.
Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner. Çatırtılar gelir çakırdikeninden.
Düğme büyüklüğünde sütbeyaz sümüklüböcekler vardır hani. Bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. Diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur.
Değirmenoluk köyü çakır dikenlik… Tarla yok, bağ, bahçe yok.
Safi çakırdikenlik.
Çakır dikenliğin içinden koşan çocuk soluk soluğaydı. Çoktan beridir ki durmamacasına koşuyordu. Birden durdu. Bacaklarına baktı. Dikenlerin yırttığı yerden kan sızıyordu. Ayakta duracak hali yoktu. Korkuyordu. Ha yetişti, ha yetişecekti. Korkuyla arkasına baktı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Ferahladı. Sağa saptı. Bir zaman koştu. Sonra yoruldu. Yorulunca çakırdikenlerinin içine yattı. Sol yanında bir karınca köresi gördü.
Karıncalar iri iri. Körenin ağzında cıvıl cıvıl kaynaşıyorlar. Bir zaman her şeyi unutup karıncalara daldı. Ve birden aklına gelince sıçradı. Sağa saptı.
Biraz sonra da dikenlikten çıktı. Dikenliğin kıyısına dizleri üstü çöktü.
Baktı ki dikenliğin üstünden başı gözüküyor, kıçı üstü oturdu bu sefer de.
Bacakları kanıyordu. Kan sızan yerlere toprak ekelemeye başladı. Toprak yaralara düşünce yaktı.
Kayalıklar azıcık ötedeydi. Kayalıklara doğru var gücünü harcayarak yeniden koşmaya başladı.. En yüksek kayanın altındaki çınar ağacına vardı.
Ağacın dibi bir kuyu gibi derinlemesineydi. Sapsarı, altın renkli, kırmızı damarlı yapraklar ağacın dibini doldurmuş, gövdeyi yarı beline kadar örtmüştü.
Kuru yapraklar hışır hışır ediyordu. Gitti, kendisini yaprakların üstüne attı.
Çınarın çıplak dallarından birisinin en ucunda bir kuş duruyordu, çıtırdıyı duyunca uçtu gitti. Yorgundu. Bitmişti. Burada, bu yaprakların üstünde gecelemeyi geçirdi aklından. Yumuşacık. Oturduğu yerden kalkamayabilir de.
Sonra, olmaz, dedi kendi kendine. Adamı kurt kuş yer. Ağacın üstünde kalmış yapraklardan birkaçı dolana dolana geldi öteki yaprakların üstüne düştü. Sonra boyuna birer ikişer düşmeye başladı.
Kendi kendine konuşuyordu. Sesli sesli konuşuyordu. Sanki, yanında birisi var da ona söylüyor:
Giderim, diyordu. Giderim bulurum o köyü. Kimse bilmez oraya gittiğimi.
Gider bulurum. Giderim işte. Çoban olurum işte. Çift sürerim işte. Anam beni arasın işte. Arasın aradığı kadar. Keçi sakallı göremez yüzümü. Göremez işte.
Ya köyü bulamazsam? Bulamam! Aç kalır ölürüm. Ölürüm işte.
Ilık bir güz güneşi vardı. Kayaları, çınarı, yaprakları yalıyordu.
Toprak taze, apaydınlıktı. Bir iki güz çiçeği toprağı yarmış, ha çıktı, a çıkacak. Çirişler acı kokuyor, ıslak ıslak da parlıyordu. Dağlar, çiriş kokar güzün.
Bir saat mi, iki saat ‘mi ne kadar kaldı orada, belli değil. Ama, ün yıkıldı gitti dağların ardına. Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp, kendini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından geliyorlar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı. Güneş başını almış gidiyordu. Şimdi nereye gitmeliydi? Hangi yöne? Bilmiyordu. Kayaların arasından incecik bir keçi yolu geçiyordu, ona girdi koşmaya başladı. Kaya demiyor, çalı, taş demiyor koşuyordu. Yornuğunu iyi almıştı. Duruyor, bir an arkasına bakıyor, onra gene koşmaya başlıyordu.
Ayakları birbirine dolanıyordu. Bu minval üzre koşarken, çürümüş bir ağacın üstünde küçücük bir kertenkele ilişti gözüne. Nedense buna sevindi.
Kertenkele onu görünce ağacın altına kaçtı…
Bir sallandı, sonra durdu. Başı dönüyordu. Gözleri karardı. Etrafındaki dünya topağa dönmüştü. Nasıl da fırlanıyordu! Eli ayağı da titriyordu.
Arkasına baktıktan sonra gene koşmaya başladı. Bir ara önünden bir keklik zurbası parladı. Kekliklerin kalkışından irkildi. En küçük bir çıtırdı duysa hep irkiliyordu zaten. Yüreği, bu sebepten, hep deli gibi çarpıyordu.
Umutsuzcasına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Yere oturuverdi. Düştüğü yer ufacık taşlı bir yamaçtı. Ekşi ekşi bir hoş ter kokuyordu. Burnuna tatlı bir çiçek kokusu geldi. Gözlerini zorla açabildi. Başını ağır ağır, korka korka kaldırdı aşağılara baktı. Gün battı batacaktı. Gölgeler öylesine uzamış. Aşağıda hayal meyal bir toprak dam gördü.
Sevinçten yüreği ağzına geldi. Evin bacasından duman da çıkıyordu. Duman, ğır ağır, salına salına çıkıyordu. Duman, bir kara duman değildi. Dumanın rengi hafif mora çalıyordu. Arkasında ayak sesine benzer bir patırdı duydu. Başını hızla çevirdi. Sol yanında orman kapkara kesilmiş bir sağnak gibi gökten yere iniyordu. Orman üstüne üstüne geliyordu.
Gene konuşmaya başladı. Ama bağıra bağıra konuşuyordu. Hem ormandan kaçarcasına, aksi yöne yürüyor, hem olanca gücüyle:
Giderim derim ki onlara… Giderim derim ki… Size derim…
Size çoban olmaya geldim. Çift de sürerim… Ekin de biçerim. Derim ki benim adım Mıstık derim, Kara Mıstık… Anam yok, babam yok…
Abdi Ağam da yok derim. Sizin davarınızı güderim… Sizin çiftinizi sürerim. Sizin çocuğunuz da olurum. Olurum işte. Benim adım İnce
Memed değil. Kara Mıstık derler bana. Anam ağlasın. Olurum işte.
Gavur Abdi Ağa da arasın beni. Çocukları olurum işte.
Sonra bağıra bağıra ağlamaya başladı. Karanlık orman akıyordu.
Ağladıkça ağlıyordu. Ağlamaktan, yalnız, avazı çıktığı kadar ağlamaktan müthiş bir tat duyuyordu.
Yamaçtan aşağı inerken ağlaması kirp diye kesildi. Akan burnunu sağ kolunun yenine sildi. Yen, yamyaş oldu.
Evin avlusuna geldiğinde karanlık kavuşmuştu. Ötelerde birçok ev karartısı daha gördü. Bir an durdu. Düşündü. Bu köy, o köy mü ola? Kapının önünde uzun sakalı sallanan bir adam semerle uğraşıyordu.
Başını kaldırınca sakallı, avlunun ortasında, dikilmiş kalmış bir karartı gördü. Karartı kendisine doğru bir iki adım attı durdu. Adam aldırmadı. İşine daldı. Ortalık iyice kararınca adamın gözleri görmez olup, uğraşmayı bıraktı. Ayağa kalktı. Soluna dönünce deminki karartıyı olduğu yerde öylece dikilmiş durup durur gördü:
Hişt! Hişt! dedi. Hiştişt! Ne işin var burada?
Karartı:
Ben, dedi, çoban olurum sana dayı. Ben çift de sürerim. Her bir iş yaparım size dayı.
Sakallı adam karartıyı kolundan tuttu içeri çekti:
Gel hele sen içeri, sonra konuşuruz hepsini…
İnceden bir poyraz esiyordu. Memed, tirtir titriyordu. Öyle bir titriyordu ki uçacak gibi.
Yaşlı adam içerdeki kadına:
Ocağa odun at! dedi. Çocuk titriyor.
Kadın:
Kim bu? diye hayretle sordu.
Yaşlı adam:
Bir tanrı misafiri, diye cevap verdi.
Kadın:
Misafirin hiç de böylesini görmedimdi, diye bıyık altından gülümsedi.
Yaşlı adam:
Gör işte! dedi….
Kitabın tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz