Küreselleşme olgusuna birey ve bireyin özgürlükleri perspektifinden bakmamız gerektiğini öne süren kitap, Türkiye’de son 20 yıldır üzerinde çok konuştuğumuz, ancak çözemediğimiz bir konu, daha doğrusu sorunu, insan haklarını irdeliyor.
İnsan haklarını anlamak için küresel siyasete, küresel siyaseti anlamak için de insan haklarına bakan yazılardan oluşan bir kitap, tartışmalara ve çözüm arayışlarına katkıda bulunmanın mümkün olabileceği umudunu taşıyor
İÇİNDEKİLER
I. SUNUŞ
II. GİRİŞ
Demokratikleşmenin Ön şartı: Küreselleşme
III. İNSAN HAKLARI VE KÜRESEL SİYASET
İnsan Haklan, Küresel Siyaset ve Uluslararası Sistem
Ulusal Egemenlik, İnsan Hakları ve Uluslararası Politika
İnsan Hakları, İnsani Yardım ve Dış Politika
İnsan Haklan, Sığınmacılar Sorunu ve Uluslararası Güvenlik
Akdeniz Bölgesi ve İnsan Hakları: Sorunlar ve Açmazlar
IV. KÜRESEL SİYASET VE İNSAN HAKLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE
İnsan Hakları Sorunu ve Türk Dış Politikası
Avrupa Birliği ve Türkiye: Batılılaşmanın Neresindeyiz?
Dış Politika, İnsan Hakları ve Yeni Bir Kimlik Arayışı: 1990’lar Türkiye’si
Özal’ın Avrupa Topluluğu Politikası ve İnsan Hakları Sorunu
İnsan Hakları Üzerine Bazı Düşünceler ve Öneriler: Siyasal/Kültürel Bir Bakış
İnsan Hakları: Bireysel Güvenlikten Küresel Güvenliğe
V. KÜRESELLEŞMENİN PARADOKSLARI:
BİREY, TOPLUM, DEVLET
Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler: Liberteryen Bir Eleştiri
Akademya, Devlet ve Uluslararası İlişkiler
Fukuyama ve Tarihin Sonu
VI. SONSÖZ
Önce Birey miyiz Yurttaş mı?
BİBLİYOGRAFYA
SUNUŞ
Bu kitap, bir kavram, değer, talep ve siyaset olarak insan haklarını anlamayı ve açıklamayı amaçlayan bir çalışmadır. Türkiye’de son 20 yıldır üzerinde çok konuştuğumuz, ancak çözemediğimiz bir konu, daha doğrusu sorun, insan hakları… Ayrıca, ulusal siyasetin küresel baskılara maruz kaldığı, toplumun ve hatta devletin de küresel aktörleri keşfettiği bir alan… Dolayısıyla, insan haklarını konuşmak, yazmak, talep etmek ve çözmek küresel siyasetten ayrışık değil. İnsan hakları, önce acının sonra siyasetin küreselleşmesi…
İnsan haklarını küresel siyasetin dışında incelemek mümkün değil. Küreselleşme, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri/kurumları bütün dünyaya ‘ileten’ bir işlev görüyor. İletişim imkanlarının ve kanallarının denetlenemez olduğu ‘yeni dünya’da bireylerin düşüncelerini ‘kontrol’ etmeye çalışan siyasal rejimler etkinliklerini ve meşruiyetlerini kaybettiler. Ayrıca, bilgi toplumunun yarattığı ‘iletişim çoğulluğu’ kitlelerin denetimini imkansız kıldı; insan hakları ve demokrasi küresel bir kimliğin temel referans noktalan olarak ortaya çıktı.
Küreselleşmenin etkilerinden kaçış mümkün değilse, demokrasi ve insan haklan taleplerinden de kaçınmak olamaz. Bu talepler, bir yandan ulusal düzeyde dile getirilirken, diğer yandan da küresel güçler tarafından desteklenmekte ve dayatılmakta. Aynca, küresel güçler ulusal düzeydeki talepleri kamçılayan bir işlev de görmekte. İnsan haklan ve demokrasi taleplerine direnmeye çalışan ulusal yöne iletimlerin hem ulusal hem de küresel düzeylerde karşılaştıkları ‘tazyik’lere uzun süre karşı koymaları mümkün görünmüyor. İnsan haklarına dayalı demokratik bir yönetim hem ulusal, hem de uluslararası meşruiyetin bir temeli olarak kaçınılmaz.
Küreselleşme, yaşadığımız dünyanın ekonomik, sosyolojik ve teknolojik dönüşümünü daha iyi anlayabilmemiz için geliştirilen kavramsal bir araç olduğu kadar yaşadığımız dünyanın olgusal bir tasviridir de. Ekonomik, teknolojik, sosyolojik ve siyasal boyutlarıyla son yıllarda iyice belirgenleşen, etkileri her düzeyden iktisadi birimler, ulusdevletler, toplumlar ve bireyler tarafından hissedilen modern bir olgu…
Küreselleşen bir yapıda dünyanın herhangi bir noktasında yaşanılan olaylar, alman kararlar ve girişilen faaliyetler, dünyanın diğer yerlerindeki bireyler ve toplumlar arasında önemli sonuçlara dönüşebiliyor; bu, ulusdevletleri aşan bir iletişim ve etkileşim çoğulluğunun varlığı demektir. Ülke sınırları hızla ‘fiziksel’ varlıklarını kaybederken insanlar, sermaye, kültür, moda, inanç, imaj ve hatta suç unsurları ulusdevlet ötesi bir akışkanlık ve yaşam alanı kazanıyor.
Küreselleşmenin sebepleri ve doğası üzerine değişik açıklamalar getirmek mümkün. Bütün açıklamaların ötesinde, sonuçları bakımından küreselleşmenin sosyal, siyasal ve iktisadi faaliyetlerde içdış, yerliyabancı gibi ayrımları zorlaştıran, belki de anlamsızlaştıran bir dinamik olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak, bu kitap insan haklarını anlamak için küresel siyasete, küresel siyaseti anlamak için de insan haklarına bakan yazılardan oluşan bir derlemedir. Kitabı oluşturan yazıların önemli bir kısmı daha önce yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli dergilerde ve kitaplarda yayınlanmış, kitaba alınırken bazı küçük ekleme ve çıkarmalar yapılmıştır. Ancak, biraraya getirilen yazıların, gerek perspektif gerekse içerik bakımından birbirini tamamlayan bir bütünlük göstermesi üzerine bunların kitaplaşmasında bir sakınca görmedim. Ayrıca, Helsinki sonrası Kopenhag siyasal kriterleri bağlamında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin bir önşartı olarak tartıştığımız insan hakları konusuna, bu konuda 10 yıldır çalışmalar yapan bir akademisyen olarak yazılarımla katkıda bulunabileceğimi düşündüm. Bu kitap, tartışmalara ve çözüm arayışlarına katkıda bulunmanın mümkün olabileceği umudunu taşıyor.
Bu umutla, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden sevgili Deniz Erdoğan ve Şaban Kardaş’a kitabın oluşmasına katkılarından dolayı teşekkürlerimi sunuyor; kitabı, kendi çalışmalarını aksatmak pahasına bana zaman yaratan sevgili eşim Zeynep’e ithaf ediyorum.
GİRİŞ
Demokratikleşmenin Önşartı: Küreselleşme
Bir süreç, hedef ve talep olarak demokratikleşmenin çok farklı boyutları olduğu kuşkusuz. Diğer birçok faktörün varlığını kabul etmekle beraber, demokratikleşmenin itici gücü olarak ‘dışsal’ dinamiklerin gerekliliği de tartışılmaz. Bunun ifadesi, ulusal düzeyde yürütülen demokratikleşme mücadelelerine haksızlık edildiği anlamına gelmemeli. Aksine, Türkiye’de ‘bize’ özgü demokrasi anlayışının kısıtlayıcı söylemine karşı, ‘tam’ demokrasi arayışına katkıda bulunması muhtemel uluslararası süreçlerin ve aktörlerin varlığını bilmek, demokrasi arayışlarının küresel gücünü gösterecektir.
Demokrasinin veya bir başka ifade ile özgürlükler rejiminin yerleşmesi ve kurumsallaşmasının önkoşulları arasında tabii ki bu yönde toplumsal taleplerin varlığı başta geliyor. Ancak, bu tür toplumsal taleplerin, hukuku ve ekonomiyi manipüle eden otoriteryen rejimler karşısında cılız kalabildiği de bir gerçek. Bu durumlarda demokratikleşmeyi destekleyen uluslararası aktörlerin varlığının demokrasi ve insan hakları taleplerinin gücünü arttıran bir faktör olduğu yadsınamaz. Otoriter devlet aygıtı ve anlayışının karşısında, demokrasi ve insan haklan çerçevesinde küresel/sivil bir ‘network’ün varlığı ve bu ‘network’ün küresel aktörleri etkileyebilme potansiyeli, ulusal düzeyde yürütülen demokratikleşme taleplerine güç veriyor.
İşte tam bu noktada, hem ülkemizde hem de bazı Üçüncü Dünya ülkelerinde, otoriteryen eğilimli siyasal hareketlerin ve kişilerin küreselleşme karşıtlığının nedenini yakalıyoruz. Mevcut niteliğiyle küresel dinamiklerin ideolojik, baskıcı ve içekapalı siyasal rejimleri ‘yıkıcı’ etkisini farkeden kesimler, kendi egemenliklerini (otoriteryen egemenliklerini) koruma mücadelesi yürütüyorlar. Küresel güçlere karşı korumak istedikleri ve paylaşmak istemedikleri aslında ‘ulusal egemenlik’ değil, kendi egemenlik tekelleri; çünkü bunlar, ülke içinde ulusal egemenliği ulusun kendisiyle bile paylaşmayan, paylaşmak niyetinde olmayan Jakobenler…Küresel dinamiklere karşı ‘ulusal’ egemenliğimizin elden gideceğini söyleyenlerin ulusa ne kadar egemenlik hakkı ‘tanıdığını’ biliyoruz. Ulusa vermedikleri ve vermeyecekleri egemenliği kimin kullanmasını istiyorlar dersiniz?
Ortada bir egemenlik mücadelesi olduğu açık. Egemenliğin kaynağı ise halk. Artık, en sıkı fakobenlerin bile bunun dışında bir egemenlik temellendirmesi yapması mümkün değil; görüntü olarak bile olsa ‘çağdaş’ kalabilmenin bir gereği bu. Egemenliğin tek meşru kaynağı halk; ama sorun bu egemenliğin nasıl ve kim tarafından kullanılacağı… Liberal bir demokrasi anlayışı, insan hakları ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde kalmak üzere, egemenliğin ancak meşru biçimde seçilen ‘halkın temsilcileri’ tarafından kullanılabileceğini öngörür. Halkın tercihlerinden ’emin’ olmayanlar ise, egemenliğin halka ait olduğunu teorik olarak kabul etmekle birlikte bunu ‘devlet seçkinleri’nin kullanması gerektiği kanısındalar. Türkiye’deki demokrasi uygulamalarını ‘sınırlı demokrasi’, ‘vesayet altında demokrasi’, ‘bize özgü demokrasi’ biçiminde nitelemenin kaynağında bu gelenek yatıyor.
Yeniden küreselleşmeye dönelim… Küresel dinamiklerle örtüşen demokrasi anlayışı liberal demokrasidir. Liberal demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla bir halk demokrasisidir, ‘seçkinler demokrasisi’ değil. Çoğunluk yönetimi anlayışına dayanmaz; çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçüdür. Küresel dinamikler, ‘seçkinler demokrasisi’ anlayışını da, uygulamasını da imkansız kılmaktadır. Bu nedenle bazı ‘seçkinler’, söylemsel bir milliyetçilik perdesi altında küreselleşme karşıtlığı yapmakta ve bu amaçla halkı Avrupa Birliği’nin Kürt politikasıyla, yeni Sevr’lerle, Kıbrıs’ta ENOSİS’le ürkütmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’nin AB ve genelde Batı ile entegrasyonunun tam demokrasiyi kaçınılmaz kılacağını bilenler, özellikle Kıbrıs’ı ellerinde ‘rehin’ tutmak istiyorlar. Türkiye’nin küresel entegrasyonu, Kıbrıs sorunu üzerinde kışkırtılan/kışkırtılacak milliyetçilik refleksiyle (sağ, sol ve Kemalist) engellenebilir.
Küreselleşme olgusuna birey ve bireyin özgürlükleri perspektifinden bakmamız gerekiyor. Küreselleşme, ulusal düzeyde birey ile devlet arasında bir ‘tampon’ alan yaratıyor. Devletin egemenlik alanı bir yandan küresel aktörler tarafından paylaşılırken, birey de, ‘egemen’ bir özne olarak devletin denetimsiz egemenlik anlayışını ‘içte’ sınırlıyor, daraltıyor. Bu niteliğiyle küreselleşme, ‘otoriter devletler’ karşısında bireyi ‘özgürleştirici’ bir işlev taşıyor. Uluslararası örgütler, insan haklan kuruluşları ve uluslararası sözleşmelerle birey, kendi devletine karşı korunma mekanizmalarına kavuşuyor.
Birey, artık egemenlik iddiası taşıyan devletler karşısında yalnız değil. ‘Dev’ karşısında yalnız olmamak güzel, güvenli ve insani…Küreselleşmenin toplumsal ve iletişimsel entegrasyon imkanları, bir başka ifadeyle küreselleşmeyle ortak toplumsal alanlar yaratılması, insanları siyasal alanlarda hapsetmeyi imkânsız kılıyor. Toplumsal alan, siyasal sınırlar tarafından durdurulamayarak devletler ötesi bir niteliğe dönüşüyor. Topluluklar ve bireyler arasında oluşan iletişim ağları ve geçişkenlikler, yani ortak küresel/kamusal alanlar devletin denetiminden çıkıyor. Yani küreselleşme, bir yandan devletin kontrol imkanını daraltırken, öte yandan da onu hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde ‘sosyalleşmeye’ zorluyor; siyasal alan sosyal alan karşısında geriliyor.
Sonuçta, toplumlar/bireylerarası küresel bağlantıların yarattığı ortak alanlar, yani küreselleşmenin karşılıklı bağımlılıklar yaratan niteliği, sistem içinde hâlâ güçlü aktörler olarak var olan devletlerin de daha ‘barışçıl’ bir duruşa yönelmesini gerektiriyor. ‘Sosyalleşen’ devlet, güce dayalı saldırgan dış politika eğilimlerini de dönüştürmek zorunda. Dolayısıyla küresel aktörler, devletlerin ‘evcilleştirilmesinin’ bir mekanizması olarak küreselleşme sürecini kamçılıyorlar. Sonuçta, hem uluslararası alanda hem de ulusal düzeyde küresel dinamiklerin baskısıyla ‘evcilleşen’ bir devletle karşılaşıyoruz. Küreselleşmenin bu nitelikleri birey/devlet ilişkilerini yeniden düzenlememiz gereken bu dönemde dikkate alınmalı, bunun birey ve özgürlükler lehine bir denge yarattığı unutulmamalı.
Türkiye’de ideolojik bir devlet özlemi taşıyan kesimlerin küreselleşme karşıtlığını anlamak hiç de zor değildir. İdeolojik devlette meşruiyetin kaynağı halk değil, ideolojidir; her şey ve herkes ideoloji için vardır. İdeolojik amaçlar uğruna, egemenlik tabii ki ideolojinin önderlerine aittir, halka değil. Esasen halk bir payandadır, payandaya dönüştürülmelidir. Dolayısıyla, ideolojik devletler, katı bir toplumsal dönüşüm projesi de dayatırlar. Bu projenin uygulanmasını mümkün kılacak olan aygıt ise devlettir; doğal olarak demokratik değil Jakoben bir devlet. Egemenlik haklan, ne insanların temel hak ve özgürlükleriyle ne de bu yöndeki uluslararası baskılarla sınırlandırılmayan bir devlettir özlenen. Küreselleşen bir dünyada bu, ne meşrudur, ne de mümkün. Türkiye’de otoriter devlet geleneğinin küreselleşme karşısında yaşadığı kriz budur.
Günümüzün meşru devleti, egemenliği mutlak değil sınırlı olan bir devlettir. Küreselleşme, hukuksal, toplumsal, iktisadi ve teknolojik düzeylerde ulusdevletlerin egemenliğini giderek daha fazla sınırlamaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yapı içinde egemenliği mutlak sanıp, toplumu istedikleri gibi dönüştürebilme imkanına sahip olamayacak olan gruplar ve kişiler Türkiye’yi küresel dinamiklerin dışına çekmeye çalışmaktadır. İçe kapalı, dünyadan ve özellikle Batı dünyasından, onun siyasal, ekonomik ve kültürel ortak alanlarından çekilmiş bir Türkiye, otoriteryen veya her türden ideolojik bir yapılanma modellerinin bir gereği olarak bazı kesimler tarafından arzulanmaktadır. Bunlar, bir gün ‘devleti ele geçirdiklerinde’ veya ‘devlet ellerindeyken’ devlet aygıtını fütursuzca kullanarak milleti yola getirme imkanından yoksun kalacaklarını iyi bildiklerinden, her fırsatta Türkiye’yi küresel süreçlerden koparacak bir tavır takınmaktalar…
Sonuç: küreselleşmenin Türkçesi, demokratikleşmedir. AB ile entegrasyon sürecinin yeni bir ivme kazandığı bu günlerde demokratlar, küresel dinamikleri de arkasına alarak ‘seçkinler demokrasisi’ni dönüştürebilme imkanına kavuşmuş görünmektedir.
…